19. yüzyıl’a gelindiğinde pornografik
şiddetin ve kamusal seyrin gözetildiği işkence uygulamaları yerini “daha insani
ve evrensel” (Canpolat, 2005, s.128) nitelikte disiplin teknolojilerine
bırakmıştır. Dönemin teknolojileri arkasında yatan itici güç “panoptisist” rasyonel
ve uygulamalarıdır. 19.yüzyılın henüz başlarında, panoptisist aklın toplumsal
nizamı sağlamaya yönelik çabaları,- hayata geçirilememiş olsa da- “panoptik model” ile vücut bulmuştur. Panoptik
model çifte var oluşludur; o, her şeyden önce “çığır açıcı” bir mimari tasarımın
ardında yatan, ön görülebilirliği kendine düstur olarak benimsemiş bir kavrayışın
yaratımıdır. Ayrıca, tarihsel düzlemde kurgulana gelen sosyo-politik
ideolojilerin, epistemolojik çerçevelerin ve toplumsal kontrol ile direnişin
ortaya çıkardığı edim bilgisinin bir kümülasyonudur. Kısacası Panoptikon,
iktidar mekanizmalarını bünyesinde toplayan şematik modelin ideal formudur” (Foucault,
1977).
Mimari bir tasarımın prototipi olarak
Panoptikon, halka şeklinde bir binadan çok daha fazlasıdır;
Merkez[in]de
bir kule; bu kulenin halkanın iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır;
çevre bina hücrelerle bölünmüştür, bunlardan her biri binanın tüm kalınlığını
kat etmektedir; bunların, her biri içeri bakan ve kuleninkilere karşı gelen,
diğeri de dışarı bakan ve ışığın hücreye girmesine olanak veren ikişer
pencereleri vardır. Bu durumda merkezi kuleye tek bir gözetmen ve her bir hücreye
tek bir deli, bir hasta, bir mahkûm, bir işçi veya okul çocuğu kapatmak
yeterlidir (Foucault, 1992, s.251).
Panoptikon
çepeçevre kuşatılmış kapalı devre bir disiplin şebekesini andırmaktadır. Adeta
bir kör düğümü çağrıştıran mimarisi, kaçış ya da özgürleşime dönük tüm tahayyülleri
ketlemektedir. Öte yanda, Panoptikon’un yaratmış olduğu siniklik duygusu salt
kapalı devre tasarımından ileri gelmemektedir. Şöyle ki, Panoptikon’un merkezi
kulesi, fallusunu kuşanarak içeridekileri gözetleyen Büyük öteki’nin kadir-i
mutlak gözüne ev sahipliği yapmaktadır. Merkezi Göz, dışarıdan bakan göze opak
görünen bir ayracın berisinden, içerideki mahkûmların davranışlarını
izleyebilmekte, gerek gördüğünde inisiyatif alarak, müdahale edebilmektedir. Fakat
camın öbür yakasında yer alan gözetlenenler, üzerlerine çevrilmiş bu gözü göremedikleri
gibi, onun ne türden eylemler içinde bulunduğu ya da ne zaman ortaya çıkacağını
da bilememektedirler. Bu manada, merkezi göz meçhul olandır, meçhul olansa
bilinemeyen, dolayısıyla da, korkulan ve sakınılandır. Ayrıca,
Gözetlenenin
izlenip izlenmediğini bilememesinden kaynaklanan belirsizlik, mahkûmu kendi
davranışlarını izlemeye sevk edecek, hareketlerini izleniyormuşçasına denetleyerek,
orada olduğunu hayal ettiği gözetmenin hiddetini çağırmamak için çaba
gösterecektir. Bu sebeptendir ki, mahkûm salt izlendiğini varsaydığı için
hizaya gelerek, iktidarın açık ya da örtük kurallarıyla örtüşen davranışlarda
bulunacaktır (Simon, 2005, s.5).
Böylelikle, harici bir düşünce ya da davranış
polisinin varlığına gerek duyulmayacak, gözetlenerek nesneleştirilen mahkûmlar
kendi polisiye önlemlerini alarak, kendi kendilerinin denetçisi haline
gelecektirler. Ayrıca, denetimi bilinçli ya da bilinçsiz şekilde içselleştiren
mahkûmlar, zamanla iktidar aparat ve pratiklerinin küçük ötekileri haline
gelerek, iktidar ilişkilerinin mikro düzeyde yeniden üretilmesine katkı
sunacaktırlar.
Yukarıda özetlenmeye çalışılan
panopsisizm ve ona şekil veren panopsist rasyonelin “disiplin” teknolojilerini anlamaya
dönük çabaları yadsımak ne mümkün! Fakat kabul etmeli ki, günümüz panoptisizmi
bambaşka bir düzlemde cereyan etmekte. Bu yeni işleyişin temel dayanağı
Deleuze’ün de ön gördüğü üzere “disiplin” değil, “kontrol” rasyoneli ve bu
rasyoneli işlevsel kılan teknolojilerdir. Deleuze’e göre kontrol, bir tür
modülasyon sürecini işaretlemektedir. Modülasyon bireyliği sakatlayarak bozan,
bireyliği amorf bir oluş haline sokan bir tür eleğe benzemektedir. Bu öylesine
bir elektir ki, bireyliği bir uğraktan başka bir uğrağa doğru savurarak, onu
şekilden şekle sokabilmektedir. Başını modülasyon stratejilerinin çektiği
kontrol mekanizmaları ile disipliner mekanizmaların başatlığı altındaki
toplumsal formlar arasında kimi ayrıksılıklar bulunmaktadır. Örneğin disiplin, bedenleri
belirli bir değişmezliğe sıkıştırarak, onları ön görülebilen, istifade
edilebilen, verim alınabilen “normal” özneler/nesneler haline getirmeyi amaçlar.
Kontrol mekanizmalarının şekillendirdiği toplumlarda beden, her zaman bir
bitimsizlik içerisinde salınır. Disiplin toplumlarında ise, belirli bir hedefi
gerçekleştirmek amacıyla yola koyulan beden’in (öğrenim hayatı, askerlik
hizmeti gibi), geride bırakarak savuşturduğu bir safhadan bahsetmek
olanaklıdır. Bir diğer farklık ise kod’larda saklıdır. Kontrol toplumlarında
önemli olan bireylerin şahsi imzaları ya da numaraları değil, kodlarıdır.
Bireyliğin (individuals) yok olarak
bölünmüşlüklere (dividuals) tahvil
edildiği kontrol toplumlarında kod, şifrenin ta kendisidir. İmza ve numaralar
disipline sokulan bedenleri işaretlemek ve tanımlamak için kullanılırken,
kodlar bedenlerin dublörlüğüne soyunmakta, yola, bedeni ikame etme iddiasıyla
çıkmaktadır. (Deleuze, 1992, s.5). Deleuze’nin kontrol toplumu modelinde
kontrol, bireyliği eksik bırakarak, birey olma halini sakatlamaktadır. Bireylik
bitimsiz şekilde bölünen, çifte katlanan bir döngüye sürüklenir. Kodların
kamusal failliğe soyunduğu kontrol toplumlarında “temsil olmayan temsiller” ve “ben
olmayan benlerin” hortladığına tanıklık edilir. İnsani olan ya da insana ait
olan “tek seferde” tüketilen öğelermişçesine depolanır. Bedenin “temsili
olmayan temsili” artık dijital kodlardan ibarettir. Bedeni temsil eden kodlar,
bedenin yalnızca tek seferlik oradalığına ihtiyaç duyar. Dijitalleşen bu klon
bedenler, disiplin toplumlarında yürürlüğe konan kapatma pratiklerini de
önemsizleştirmektedirler. Artık gözetim ve disiplin teknolojilerinin
işletilmesinde bedenin oradalığına ihtiyaç duyulmamaktadır.
Peki, kontrol toplumlarında, bedeni
düzenli şekilde güncellenen bir kod havuzunda depolayan bu teknolojilerden ne
anlamamız gerekir? Bu teknolojiler esasen, parmak izi, avuç içi damar izi,
retina izi ve fizyonomik izler gibi biyolojik verileri okuyan, elektronik
ortama aktaran ve manipüle edebilen “parmak izi okuyucular”, “avuç içi damar
okuma cihazları”, “retina tarayıcıları” ve “yüz okuma teknolojileri” gibi
aparatlardan oluşmaktadır. Yanı sıra, bedenlerin fiziki hareketliliğini
denetleyebilen, “boy turnikeler”, “X-ray cihazları”, “bariyer sistemleri”, “CCTV
kameralar”, “kızılötesi kameralar”, “giyilebilir teknolojiler” ve “sosyal medya
uygulamaları” da aynı teknolojik aparatlara dâhildirler. Tüm bu teknolojik
formlar, bedene dair biyolojik verileri geçmiş verilerle karşılaştırmada,
bedenleri fişlemede, bedenin gündelik faaliyetlerini takip altına almada, kişisel
verilerin güvenilirliğini sınamada, dijital izleri bir araya getirerek anlamlı
bir çıkarıma varmada ya da bedenin tüketim davranışlarını ön görmede kilit rol
oynamaktadırlar. Bu teknolojilerin devşirdiği ve dijitalleştirdiği kişisel
göstergeler, bedenleri artan şekilde ikame etmektedir. Artık her bedenin aynı
zamanda bir de klonu bulunmaktadır. Örneğin büyük oranda paranın yerini alan
kredi kartları, bir yandan sermayenin çevrimini hızlandırarak ona koltuk değnekliği
yapmakta, öte yandan bedenin “temsili olmayan temsili” olarak iş görmektedir.
Kredi kartı “ben” olma iddiasını taşıması dolayısıyla “ben”i bana
yabancılaştırmakta, “ben”i “ben” olmayana kul ederek, nesneleştirmektedir. Bana
ait olan “öz anlatıyı” temelden sarsmakta, “ben”i bana dışsal bir şeye yatırım
yapmaya zorlamaktadır. Bedenlerin tüketme motivasyonunu artıran kredi kartları,
“ben”i uğruna ağır borçlar ve depresif sarmallara katlanmaya sürükleyen ve bu
konuda müsterih olmaya davet eden bir dış ses olarak belirmektedir.
Erhan Özcan
Kaynakça
Canpolat, N. (2005). “Bilginin Arkeologu Michel Foucault”,
Nurdoğan Rigel vd. (Ed.), “Kadife Karanlık 21.Yüzyılın İletişim Çağını
Aydınlatan Kuramcılar içinde”, İstanbul: Su
Deleuze, G. (1992). “ Postscipt on the Control Society”,
[Elektronik sürüm]. October, Vol.59, 3-7
Foucault, M. (1977). “Nietzche, Genealogy, History”, David
Bouchard (Ed.), Language, Counter-Memory, Practice: Selected Essays and
Interviews by Michel Foucault, New York: Cornell University Press
Foucault, M. (1992). “Hapishanenin Doğuşu”, Ankara: İmge
Simon, B. (2005). “The Return of Panopticism: Supervision,
Subjection and the New Surveillance”, [Elektronik sürüm]. Surveillance &
Society, Vol.3, No.1, 1-20