Hakikat
gazetesinin sahibi Cemal Hakkı Bey, Sabahattin Ali’den “politikaya bulaşmayan” bir aşk romanı
yazmasını ister (Hepkenar, 2017). Sabahattin Ali, romanı, ikinci kez askere alındığı dönemde İstanbul'da asker çadırında
yazmaya başlar ve yazılan bölümleri günü
gününe gazeteye
gönderir (Aydoğan, 2014). Hakikat gazetesinde 18 Aralık 1940-8 Şubat
1941 tarihleri arasında Büyük Hikâye
başlığı
altında 48 bölüm (sayı) olarak tefrika edilen Kürk Mantolu Madonna,
kitap olarak da ilk kez 1943 yılında yayımlanır (Sönmez, 2009’dan aktaran
İlhan, 2012)[1]. Sabahattin Ali’nin, en çok bu romanının
yazılışında yorulduğu ve üzüldüğü; bunda,
koşulların
zor olması yanında gazete sahibi tarafından eserin tutmadığının söylenerek bazı müdahaleler yapılmasının da etkili olduğu belirtilmektedir (Aydoğan,
2014).
İlk
yayımlanışının üzerinden 75 yıl geçmiş olmasına rağmen, 2010 başlarında “çok
satan (bestseller)” statüsünü kazanan ve bir milyon satış rakamlarına ulaşan Kürk Mantolu Madonna romanı, sonrasında Fransızca,
Almanca, Makedonca, Arapça ve İngilizce dillerine tercüme edilir (Hepkenar, 2017; Gülsoy,
2015[2]). Artık roman, yeniden
keşfedilmesi/rağbet görmesi bakımından da incelemelere konu olmakta; yapılan
bir ankette katılımcılar romanı (%69 oranıyla) 2010 yılından önce bilmediklerini
ve çok önerildiği için okumaya karar verdiklerini belirtmektedir. Bir yoruma
göre “eserin popülerliğini koruyan bir edebi roman olması; sosyal gerçekçiliği,
zengin betimlemeleri değil, acı bir aşkı anlatması”yla bağlantılıdır (Pusak,
vd., 2017). Bunun yanında, son dönemde romana artan ilginin/rağbetin, Türkiye’deki muhafazakârlaşmayla ilişkili olduğunu düşünenler de bulunmaktadır. Bu
görüşe göre roman, özellikle genç okura, muhafazakârlığın
arttığı bir dönemde, karakterlerinin geleneksel cinsiyet rollerini ve muhafazakâr
normları reddetmesi nedeniyle çekici gelmekte; eser adeta yeniden keşfedilmektedir.[3]
İşte, nihayetinde, bir Türk
genci ile Alman-Yahudi bir kadın arasında geçen aşk hikâyesini
anlattığı ifade edilen bu roman, bu yazının konusunu oluşturmaktadır
(Çataloluk, 2016). “Aşk” teması üzerinden bakılacak söz konusu romanın ana
karakteri Raif Efendi, yirmi dört yaşında resme, sanata eğilimi olan hülyalı
bir adamdır. Ama ailesi tarafından Berlin’e sanatla uğraşması için değil sabun
yapma tekniklerini öğrenmek için gönderilmiştir. Orada, 1920’lerin başında
Berlin’de, Maria Puder ile bir aşk ilişkisi yaşar (Gülsoy, 2015). İlişkinin
taraflarının, başka bir deyişle âşıkların karakter özellikleri, ilişkinin, dolayısıyla
hikâyenin
gidişatında belirleyici olduklarından veya öyle görüldüklerinden olsa gerek, roman
hakkındaki incelemeler esas olarak âşıkların, özellikle de Raif Efendi’nin “karakter analizi”ne
odaklanmaktadır.
Maria Puder
Bir iddiaya göre Sabahattin Ali, romandaki kadın karakteri çizerken, Ankara ve İstanbul'da
tanıdığı kadınlardan esinlenir
(Aydoğan, 2014). Buna karşın, söz konusu karakterin Sabahattin
Ali’nin yaşamında bir karşılığı olduğu,
yazarın aşk yaşadığı gerçek bir kadına tekabül ettiği de savunulmaktadır. Buna
göre Kürk
Mantolu Madonna’da Raif Efendi’nin sevdiği Maria Puder aslında Sabahattin
Ali’nin
Almanya’dayken tanıştığı ve âşık
olduğu Frolayn Puder’dir (Güneş, 2001).
Sabahattin
Ali, 1928 yılında Almanya’ya devlet
tarafından gönderildikten sonra orada tanıştığı ve âşık
olduğu Frolayn Puder’den, bir arkadaşına yazdığı mektupta (6 Temmuz 1933) şöyle
bahseder: “Almanya’da Frolayn Puder
isminde bir hatuna ziyadesiyle âşıktım. (…) Yolda mütemadiyen kızcağızın
yüzüne dalar, önümü görmezdim, o da hafif bir tebessümle başını
bana doğru çevirerek bu salaklığımı
mazur gördüğünü anlatmak isterdi. Âşık
olduğum kimseler arasında bana bu kadın kadar
iyi muamele edeni olmamıştır. Parmağının ucunu bile koklatmadığı hâlde beni kırmaz, aramızda genişlemeyen
ve daralmayan muayyen bir mesafe muhafaza etmesini gayet iyi bilirdi (Sönmez, 2009’dan aktaran İlhan, 2012).”
Gerçek karakter ile benzerlikleri/farklılıkları bir
yana, bir roman karakteri olarak Maria Puder, erkek iktidarının farkında ve
buna baş kaldıran bir kadın; resim yapan, yaratıcı bir “birey”dir (Gülsoy,
2015). Kendini
“dünyadan ziyade kafasının içinde yaşayan” bir insan olarak tanımlayan Maria için aslında, gerçek
dünyada gösterdiği
canlılığın, dışadönüklüğün, kurduğu ilişkilerin pek bir önemi yoktur, hatta çoğu zaman bir zorunluluktur. İnsanlardan
pek hoşlanmayan, onlara güvenmeyen, kendi
sözleriyle, “inanmak noksan”dır
diyen Maria, “yalnız”
bir insan olarak nitelendirilir aynı zamanda (Akfırat, 2012). Erkeklerin,
kadını sadece bedeni için arzuladığını ve bu bedene sahip olmak için para harcadığını
düşünmekte, bu nedenle erkeklere karşı güven ve sevgi duymadığını
belirtmektedir. Diğer kadınlar gibi olamayınca da erkekler
tarafından terk edildiğini ve yalnız kaldığını
söyler. Hayalindeki erkek, bir kadına sevmek dışında
herhangi bir amaçla yaklaşmayan ve doğallığını
yitirmeyen biridir ve sevgi ya da aşk ne menfaatle, ne parayla, ne de şehvetle
kirletilmeyecek kadar özeldir (İlhan, 2012).
“Dünyada
sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar nefret ediyorum biliyor musunuz?
Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için...
Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil...
Erkeklerin öyle bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hülasa
kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki...” (s81) (Gülsoy, 2015).
Romanda, Sabahattin Ali’nin diğer
romanlarına benzer biçimde, kadın karakter güçlü olarak resmedilirken, erkek
karakter aynı romanın diğer kahramanları tarafından fazla “kadınsı” ve
hayalperest olmakla itham edilirler/eleştirilirler. Kadını daha güçlü görmek
isteyen yazar, öykülerinde erkekleri kadınlara bakışı ile kıyasıya eleştirir
görünmektedir. Yazarın satır aralarında kadına dair çıkışlar yaparak
idealindeki kadına ulaşmak istediği ve onun için ideal kadının Maria Puder
olduğu da düşünülmektedir (Abbasbeyli, 2015).
Özetle Maria Puder, belki de
insanlardan ziyade erkeklerden, diğer bir ifadeyle “ataerkil yapı ve zihniyet”ten
hoşlanmayan, bu nedenle bu yapı ve zihniyetin taşıyıcıları erkeklerden uzak
duran, sanatla iştigal eden güçlü bir kadın karakterdir.
Raif Efendi
Maria Puder’in aksine Raif Efendi,
horlanmaya, hatta saldırganca
tutumlara ses çıkarmayan,
kendini savunma ve hakkını
arama gücünden yoksun bir zavallı izlenimi verir. Çevresinde
olup bitenlerle ilgilenmez; ülkesinin sorunlarına,
insanlıkla
ilgili
herhangi bir konuya kafa yormadığı gibi kendisi için de hiçbir şey yapmaz.
Sanki, savaşa
girmiş, mütareke
anlaşmaları
imzalamış bir ülkenin insanı değildir (Güneş,
2001). Bu özelliklere sahip Raif Efendi karakteri, literatürde; “benlik saygısı”, “bağlanma”, özel
yabancılaşma” ve “lüzumsuzluk” kavramlarına başvurularak çözümlenmeye
çalışılmaktadır (Akfırat, 2012; İlhan,
2012; Göncüoğlu, 2017). Ayrıca,
çok
kitap okuması,
sanatla
ilgilenmesinin yarattığı izlenime rağmen, onun “aydın” tipinin
ölçülerine uymadığı, diğer bir ifadeyle aydın
bir kişilik sergilemediği değerlendirmesi de yapılmaktadır (Güneş, 2001).
İlk yaklaşımda Raif Efendi; “kendilik
değeri düşük” ve “kaçıngan bağlanan bir karakter” olarak değerlendirilir.
Literatürde “düşük
özsaygılı” kimseler, hayata daha kuşkucu yaklaşan, tehdit algı eşikleri düşük, benlik
sunumlarında daha tereddütlü, çekingen, suskun,
kapalı
davranan, çünkü güçlü bir reddedilme kaygısı taşıyan kişiler olarak tarif edilmektedir. Benliklerine
yönelik tehdit algıladıklarında sosyal ilişkilerden kaçınarak mevcut özsaygı
düzeylerini korumak isterler. Ayrıca, kişinin,
çocuklukta ana-babayla kurulan ilişkilerle şekillenen “bağlanma” biçimi de, sosyal ilişkilerden kaçınma davranışında etkili görülür. Annenin
mesafeli durduğu, çocuğun
kendine yaklaşma
çabalarını reddettiği durumda “kaçınan çocuk” tipi ortaya çıkar. Raif’in
çekingenliğinin
ve insanlarla ilişki
kurmakta zorlanmasının altında, küçüklükte geliştirdiği güvensiz/kaçıngan bağlanma
stratejisi ile büyük olasılıkla bu stratejiden kaynaklanan düşük
kendilik değeri yatıyor gibi görünmektedir. Reddedilme kaygısı, Raif Efendi’yi kendini savunmaktan,
iç dünyasını açmaktan ve insanlarla yakınlaşmaktan alıkoyar. Sonuç olarak, bu özellikleriyle
Raif Efendi, kendilik değerlendirmesi
olumsuz, benlik saygısı
düşük birey tipine girmekte, benlik görüşü olumsuz kimselere özgü bu
niteliklerin kaynağı da,
kaçıngan
bağlanma
stratejisiyle
açıklanmaktadır (Akfırat, 2012).
İkinci yaklaşımda Raif Efendi karakteri,
“özel yabancılaşma” kavramına başvurularak çözümlenmeye çalışılır. Amerikan
sosyoloji ekolünden Merton’a referansla özel
yabancılaşma,
kişinin
tek bir etkinliğinden hareketle kendisini ve çevresini
yeniden değerlendirmesi ve bu etkinliği
ile hesaplaşırken diğer
insanî etkinliklerini yadsıması sonucunda ortaya çıkan bir durum olarak
tanımlanır (Kızıltan, 1986’dan aktaran İlhan, 2012). Bu yabancılaşmada
kişi
fetiş,
saplantı ve tutku derecesinde bir şeye bağlanarak kendini toplumdan soyutlar ve kimi
zaman da ya komik/ironik ya da trajik bir duruma düşer.
Özel yabancılaşma, Raif Efendi’nin yaşamında, önce kitaplar, ardından resim ve
sonrasında da Maria Puder’e olan aşkıyla kendini/varlığını
gösterir (İlhan, 2012).
Üçüncü
yaklaşımda başvurulan kavram “lüzumsuzluk”tur (superfluity). Sabahattin Ali, erken Batı
Edebiyatının yabancılaşma ve 19.yy.
Rus Edebiyatının lüzumsuzluk (superfluity) ve melankoli
fikirlerinden etkilenmiştir. Lüzumsuz
adam, 19.yy
Rus Edebiyatının hem kendisiyle hem çevresiyle çatışma içinde olan bir edebi tipi olarak kabul edilir. Hayatta
kendine bir yer ve varlık bulamayan bir tip görünümündeki bu edebi figürün “yalnızlığı”,
bir “yaşamdan sürgün edilmiş olma” hali olarak anlaşılır. Kendisi gibi olanlar
da dâhil olmak üzere insanlarla
ilişkisini/bağını kaybetmiştir. Pozitif veya negatif değerleri olmadığından bir
ajandası/hedefi de yoktur. Sabahattin
Ali, 19.yy. Rus Edebiyatıyla oldukça ilgilenmiş bir yazar olarak okuduğu
eserlerde baskın olan lüzumsuzluk düşüncesine
aşinadır. Belki de bu nedenle romana başlık olarak ilk önce “Lüzümsuz Adam”ı
düşünmüş fakat sonra Türkçe okunuşunun (z ve s harflerinin yan yana gelmesi)
kulağa hoş gelmediğini düşünerek vazgeçmiştir. Yine de yarattığı karakter, Raif
Efendi, kendi lüzumsuzluğunun bilincine sahip bir “yalnız hayalperest (lonely dreamer)”
olarak, 19.yy. Rus Edebiyatından bildiğimiz lüzümsuz
adama benzetilebilir. Zira Raif Efendi de, utangaç, pasif, içedönük,
mücadeleci olmayan, insanlara karşı ilgisiz, hayattan kaçan, hem düşlerini hem
de sürgünlüğünü büyüten biridir (Göncüoğlu,
2017).
Özetle Raif Efendi, pasif, ilgisiz, içedönük,
yalnız, güvensiz ve hayattan kaçıp düşler alemine sığınan bir karakter olarak
ortaya çıkar. Bu özellikler, onun çocukluğunda yaşadıklarından kaynaklanan reddedilme kaygısıyla ilişki kurularak
izah edilmekte, karakterin düşük kendilik değerine sahip olduğu
belirtilmektedir. Ayrıca karakter, bir şeye tutku derecesinde bağlanarak kendine
toplumdan soyutlayarak, özel yabancılaşmanın
belirtilerini de göstermektedir.
İlişki
Raif ile
Maria’nın yakınlaşması yalnızlıklarının itirafı ile başlar. “Tamamen yalnızım,
bütün dünyada yalnızım, küçükten beri” diyen Raif’e Maria “boğulacak kadar
yalnızım, hasta bir köpek kadar yalnızım” der (Gülsoy, 2015). Zıt
özelliklere sahip, fakat “insanlara inanmama/güvenmeme” ve “yalnız” olma
bakımından benzeşen bu iki karakter arasında yaşanan aşk ilişkisi, “benlik
saygısı” ve “bağlanma” kavramlarını kullanan yaklaşıma göre; bireylerin kendilerini
doğrulamak için kendi benzerlerini aradıkları, yine kaçıngan bireylerin kaçıngan kişileri daha çekici buldukları ve aşkın benliği yüceltici bir rol oynadığı
yönündeki araştırma bulgularını
desteklemektedir (Akfırat, 2012).
“Benzerlik” bakımından önemli olan gerçek benzerlik
değil, “benzerini bulduğuna” ilişkin
algıdır. Ayrıca, karşıdakinin
bağlanma biçimini kendi bağlanma biçimine benzer algılayan kişiler, onları
daha çekici bulmaktadır. Yapılan bir
çalışma, kaçıngan
bağlanma biçimine sahip bireylerin, en çok
kaçıngan algıladıkları kişiyi çekici bulduklarını göstermiştir. Diğer bir husus da, aşkın, benliği yücelttiği, özsaygı
ve yeterlilik duygularını yükselttiğine ilişkin araştırma
bulgularıdır ve araştırmacılar, bunun, kişinin bir başkası tarafından sevilmeye
layık olduğunu anlamasından kaynaklandığını söylemektedir. Sonuç olarak Raif de hem
kendisini kendi gibi değerlendiren
hem de bağlanma
biçimi bakımından kendisine benzer algıladığı birine, Maria’ya âşık olmuş ve kısa süreliğine de olsa,
aşkın dönüştürücü gücü, Raif’e kendini değerli hissettirmiştir. Ancak ilişki bitince Raif’in kendine verdiği değer de bitmiş, onu adeta bir yaşayan ölüye çevirmiştir (Akfırat, 2012).
Tutku ve fetiş derecesinde
bir şeye
bağlanarak
insanın dış dünyadan kendisini soyutlaması manasına
gelen özel yabancılaşma
kavramını
temel alan yaklaşımda; Raif
Efendi’nin yaşamında önce kitaplar, ardından resim ve
sonrasında da Maria Puder’e olan aşkıyla varlığını
gösteren bir özel yabancılaşma söz
konusudur. Dolayısıyla Raif Efendi, bütün varlığını tek
bir insana hasrederek, dış dünyayla olan bağını
koparır. Tek bir insana adanan ve hayal kırıklığıyla
sonuçlanan aşk ilişkisi, onun hem aile hem de iş yaşamını
son derece etkiler. Maria Puder’le hayata tutunan ancak onu kaybedince de tüm
yaşama
sevincini ve umudunu kaybeden Raif Efendi, bundan sonra sadece yaşamak
için yaşayacaktır
(İlhan, 2012).
Lüzumsuzluk kavramı üzerinden bakıldığında, Almanya macerasından sonra evlenip
çocukları olmasına rağmen, Almanya’ya gitmeden önce hissettiklerini hissetmeye
devam eden bir anti-kahraman olarak Raif Efendi’nin arayışı, bir aşk ihtiyacı fikrinin ötesindedir. Zira bir yalnız hayalperest (lonely dreamer)
olarak onun aradığı kişi/kadın, yalnızca kendi düşlerindedir. Onun için kadınlar,
kendi esaretinden/kendine esaretten (self-enslavement) bir kurtuluş imkânıdır
ve onlara karşı hissettikleri sadece bir yol arkadaşlığıdır (camaraderie). Bu
bakımdan yalnızlığı, dış dünyanın cezalandırmasına bağlı bir yalnızlık değil,
iç dünyalarından kurtuluş arayışının içsel mücadele ile olacağını keşfetmesiyle
bağlantılı, “mecburi” bir yalnızlıktır (Göncüoğlu,
2017).
Sonuç olarak zıt özelliklere sahip olsalar da, erkeklerden
kaçan Maria ile hayattan/kendinden kaçan Raif arasında arkadaşlıkla başlayan
bir aşk ilişkisi yaşanır. Reddedilme kaygısının sonucu düşük kendilik değerine
sahip ve kaçıngan bir birey olan Raif, kendisine benzer algıladığı Maria’da
kendini bulur ve tutkulu biçimde bağlanır. Aşk veya yol arkadaşlığı olarak
nitelendirilen bu ilişki onun güven kazanmasını ve hayata tutunmasını sağlar.
Fakat Raif odaklı bu değerlendirmede eksik olan Maria’nın aşka bakışıdır.
Aralarında geçen bir diyalogda Raif “bütün sevgileri, sempatileri bir nevi aşk”
olarak nitelendirirken, Maria buna karşı çıkar. Ona göre aşk, büsbütün başka,
nereden bilmediğimiz gibi günün birinde nereye kaçıp gittiğini bilemeyeceğimiz,
tahlil edemediğimiz bir histir. Aşk, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her
şeyiyle istemektir. Dolayısıyla aşk ve tutkuyu yan yana getiren/iç içe geçiren,
Raif’ten ziyade Maria’dır.
Birliktelik
Aşk anlayışı nedeniyle Maria, Raif ile aralarındaki ilişkiyi
arkadaşlık olarak nitelendirir ve Raif’i, ilişkinin en başında, kendisinden
hiçbir şey istememesi/ısrar etmemesi konusunda uyarır. Arkadaşlıkları boyunca
da Raif’e, onu sevmediğini sık sık söyler: “Ne kadar başka olursanız olun, gene
erkeksiniz… Ve bütün tanıştığım erkekler bunu, yani kendilerini sevmediğimi,
sevemediğimi anlayınca, büyük bir teessür, hatta hiddetle beni terk ettiler.”
Fakat ilerleyen zamanda, ilk öpücüğü konduran da Maria olur. İki dost olarak “varoluşsal
meseleler” üzerine uzun uzun konuşan Maria ve Raif, bir yılbaşı günü cinsel
ilişkiye girerler/birlikte olurlar. Ancak sabah uyandıkları zaman Maria Puder,
içindeki boşluğun birlikte olmakla da doldurulamayacağını
söyleyip ilişkilerine bir ara vermek gerektiğini
söyler (Gülsoy, 2015; İlhan, 2012).
“Demek ki
insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan
sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor.
Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar
isterdim. Beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor... Bundan sonra kendimizi
aldatmaya lüzum yok... Artık apaçık konuşamayız... Bunları ne diye, neyin
uğruna feda ettik? Hiç!... Mevcut olmayan bir şeye malik olalım derken mevcut
olanları kaybettik...”
Bir yoruma göre Maria’nın bu sözleri,
varoluşsal bir mesele olarak “yalnızlığın” aşılamayacağına işaret eder (Gülsoy,
2015). Diğer bir yorumda durum, Bauman’a referansla değerlendirilir. Buna göre,
“aşkın
popüler yorumunda, aşk ilişkisinin, yalnızca “samimi” olması ve
“hakiki duygular”la duyulması durumunda etkin olabileceği
varsayıldığı için, pratikteki bütün ilişkiler,
eşin
samimi olması gereken duyguları “rol icabı” yaşayarak karşısındakini
aldatabileceği doğrultusundaki kahredici bir kuşkuyla
lekelenmeye mahkûmdur” (Bauman, 2003’ten aktaran İlhan 2012). Dolayısıyla “güvenme
ve inanma” bakımından tedirgin/mütereddit olan Maria, “gerçek aşkı bulma”
konusunda aldandığı/aldatıldığı endişesi yaşamakta ve sınama yöntemine başvurmaktadır
(İlhan, 2012).
Cinsel deneyim sonrası yalnız Maria değil Raif
de içinde bir boşluk ve sıkıntı hisseder. Maria’nın sözlerinden sonra ve ayrılık
sürecinde bu duygu, kendisinin lüzumsuz ve faydasız olduğu inancıyla yer
değiştirir. Fakat cinsel ilişki sonrası verilen tepkiye rağmen, nasıl
nitelendirilirse nitelendirilsin bu ilişkiyi ve hikâyeyi bitiren, yaşanan bu
cinsel deneyim olmaz. Cinsel deneyimle kesintiye uğrayan ilişki, Maria’nın
hastalanmasıyla yeniden canlanır. Raif hastalık süresince hem hastanede hem de
taburcu edildikten sonra evde Maria ile yakından ilgilenir. İşte bu süreç Maria
ve Raif’in gerçekten yakınlaştıkları ve aralarındaki ilişkinin aşka doğru evrildiği
bir dönem olur. Zira artık Maria da Raif’i sevdiğini söylemektedir: “Deli gibi
değil, gayet aklı başında olarak seviyorum… Seni istiyorum…”
Sonuç olarak Maria’nın tepkisi, daha ilişkiye
başlarken Raif’ten, aralarında cinsellik olmayacağına dair aldığı sözden
kaynaklanıyor olabilir. Zira cinsel eylem, daha fazla yakınlaşmaya ve aradaki
boşluğu gidermeye yeterli olmasa da, aynı zamanda ilişkinin farklı
sorumluluklar getirebilecek bir evreye geçmesine yol açma potansiyeline sahip
bir “aksiyon”dur. Maria’nın cinsellikten kaçışı, erkeklere olan güvensizliğiyle
ilişkilidir ve bu endişesinde, yaşadığı bu ilişki bakımından da ne kadar haklı olduğu
zamanla anlaşılacaktır.
Lüzumsuz Çocuk
Babasının
ölüm
haberi üzerine Türkiye'ye dönen Raif, işlerini yoluna
koyunca Maria'yı
çağırmayı düşünmektedir. Fakat işler ters
gittiği
için
çağırmakta
gecikir.
Bu arada
Maria'nın mektupları kesilir. Bütün çabasına
karşın bir
daha Maria'ya ulaşamaz (Güneş, 2001). Raif Efendi, Maria Puder’den uzun süre
mektup alamayınca onun tarafından aldatıldığını ve unutulduğunu
düşünür
(İlhan, 2012). Bu durum,
Maria'yla birlikteyken kazandığı güven duygusunu yeniden
yitirmesine yol açar. On yıl sonra rastlantı sonucu karşılaştığı bir Fransız tanıdığından, Maria'nın, haberlerin kesildiği
günlerde Raif'ten bir kız
çocuğu doğurduktan sonra
öldüğünü öğrenir. O tanıdığın yanında çocuğu gördüğü
halde, hiçbir şey yapamadan, karışık
duygular içinde kalakalır.
Raif kendi kızı
olduğunu anladığı halde
çocuğa
ilgi göstermez (Güneş,
2001).
Sonunda
kırılmasına,
güveninin
zedelenmesine yol açan durumun bildiğinden farklı olduğunu
öğrense de
artık
hiçbir
şeyi
değiştirmek için çaba göstermeye gerek duymaz. Ama
Maria'nın bir parçası
olan çocuğu hep düşünecektir. Anılarını
yazdığı defteri,
yaşamında
pek
değişiklik
yapmadan,
her şeyi saklayarak
ve bu kez
de kızı için
yazarak yaşayacağını
bildiren
şu sözlerle
biter: "Bizim kıza yarın başka bir
defter almalı ve bunu kaldırıp
saklamalı. Her şeyi, her şeyi,
bilhassa
ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalı ..."
Ancak
Raif, bu düşüncesini gerçekleştiremez, çünkü yakalandığı
hastalıktan kurtulamayıp ölür (Güneş, 2001).
“Çocuk”,
Raif Efendi’yi çözümleyen yaklaşımlarda
pek değinilmeyen, dikkatten kaçan bir ayrıntıdır adeta. Lüzumsuzluk temelli yaklaşıma göre Raif Efendi, Maria Puder’den bir
çocuğu olduğunu öğrendiğinde yapabileceği tek ve en iyi şeyi yapar; onu esaret
altına alan düşlerini muhafaza eder (Göncüoğlu,
2017). Oysa, romandaki Raif Efendi’nin hem gerçeği (aldatılmadığını) hem de bir
çocuğu olduğunu öğrendikten sonraki ilgisizliğini/umursamazlığını, yalnızca “düşlerin
esareti” veya “reddedilme kaygısı” temelli “düşük kendilik değeri”yle izah
etmek güçtür.
Erkek
Raif
Efendi, yurda dönerken, kendisine “Nereye çağırırsan gelirim!” diyen Maria’yı, bir
türlü işlerini halledip çağıramaz. Öte yandan, hem
aldatıldığını düşündüğü dönemde bunun gerçek olup olmadığını öğrenmeye yönelik
ciddi bir adım atmamış hem de aldatılmadığı gerçeğini öğrendikten sonra
herhangi bir şey yapmamış ve bunu, gerçeği geç öğrenmeye bağlamıştır. On yıl
sonra gelen gerçek, onun bu süre zarfında bir savunma mekanizması olarak geliştirdiği
içe kapanma/hayattan kaçma halinden çıkmasını sağlamaya yetmez. Dolayısıyla “aldatılma”
düşüncesi onun güven duygusunu ve hayata tutunduğu bağı yeniden yitirmesine
neden olmuş, gerçeği öğrenmekle bu durum değişmemiş; aksine, onun gerçeği
öğrendikten sonraki “zavallı” nitelendirmesinin uygun görüldüğü yaşamı/durumu,
sanki “aldatılmış ve yıkılmış” ve gerçeği hiç öğrenmemiş bir kişiye ait izlenimi
vermiştir. Raif Efendi kendini suçlayan ifadelerde bulunarak ve geç gelen
gerçek argümanına sığınarak mevcut durumunu muhafaza eder ve yeni bir adım atma
ihtiyacı duymaz. Bunu da, kendine, bir kefaret, kendini cezalandıran bir
hayattan çekilme/yalnızlığa gömülme olarak izah eder. Fakat ortada “babası”
olduğu bir çocuk bulunmakta ve Raif ona sanki başkasının bir çocuğuymuş gibi
davranmakta, onu hayalinde takip etmekten bahsetmektedir. Oysa Maria o çocuğu, doktorların
doğumun onun hayatına mal olabileceğini söylemelerine rağmen, ölümü göze alarak
dünyaya getirmiştir. Bir erkek karakter olarak Raif ise, belki de hayattan
ziyade, sorumluluk almaktan kaçmaya devam etmektedir.
Sabahattin
Ali, belki de, kendisinden politikaya bulaşmayan bir aşk romanı yazması istense
de, alttan alta/inceden inceye bir “politik aşk” romanı yazmıştır. Bir roman
karakteri olarak Raif Efendi’ye, anti-kahraman olarak yaklaşmayıp “sıradan
insanın ruh zenginliği” üzerinden bakılırsa veya “toplumla uyuşmayan/çatışan
bir insan” muamelesi edilirse ya da muhafazakârlaşma gibi temalar öne
çıkarılırsa; romanın yine de politik bir aşk hikâyesi anlattığı gerçeği
değişmez. Ancak bu sefer Raif Efendi’nin, artık anti-kahraman değil, ”kahraman”
statüsüne eriştiği bir hikâyedir söz konusu olan. Sonuç olarak Kürk Mantolu Madonna’nın, daha fazla toplumsal cinsiyet temelli okumalara ihtiyacı
olduğu ve ancak o zaman daha iyi anlaşılabileceği söylenebilir.
Halil ÇELİK
PDF
Halil ÇELİK
KAYNAKÇA
M.
Önder GÖNCÜOĞLU, LONELY DREAMERS IN DOSTOEVSKY'S WHITE
NIGHTS AND SABAHATTIN ALİ'S MADONNA IN A FUR
COAT: A COMPARATIVE ANALYSIS, DTCF Dergisi 57.1 (2017): 202-225
Gökçe
Çataloluk, The Harmonies and Conflicts of Law, Reason and Emotion: A
Literary-Legal Approach, ISLL Papers, Vol. 9, 2016
Kristin Dickinson: Translating Surfaces:
A Dual Critique of Modernity in Sabahattin Ali’s Kürk
Mantolu Madonna, TRANSIT, 9(1), 2013
İlker
Hepkaner, The Political behind the Fur Coat: Sabahattin Ali’s
The Madonna in
the Fur Coat and Leopold Sacher-Masoch’s Venus in Furs in an Intertextual
Context, The Transcultural Critic: Sabahattin Ali and Beyond,
Türkisch-deutsche Studien. Jahrbuch 2016,
2017
Nilüfer İLHAN, YABANCILAŞMA OLGUSU VE KÜRK MANTOLU MADONNA ROMANI, Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi,
Cilt: 5 Sayı: 20 Kış 2012
Zeliha Güneş, Sabahattin Ali'nin Romanlarında Aydınlar, Sosyal Bilimler Dergisi 2000-2001
Serap Arslan
Akfırat, Benlik kavramı bağlamında ‘Kürk
Mantolu Madonna’ karakterlerinin çözümlenmesi, Uluslararası İnsan Bilimleri
Dergisi, Cilt:9 Sayı:1 Yıl:2012
Bedri
Aydoğan, Sabahattin Ali'nin Yaşamı ve Yapıtlarına Genel Bir
Bakış,
Prof.Dr.Mehmet Özmen Armağanı,
Çukurova Üniversitesi, 2014
Rahime SARIÇELİK ABBASBEYLİ, SABAHATTİN ALİ ROMAN
KARAKTERLERİNDEKİ KADINSILIK-ERKEKSİLİK VE CİNSEL YÖNELİMLER, Uluslararası Hakemli İletişim ve Edebiyat Araştırmaları
Dergisi Ekim / Kasım / Aralık - Güz Dönemi Sayı: 9 Yıl:2015
Ekin
PUSAK, Hacer MODUK ve Adana Bilim ve Sanat Merkezi,
Popüler ve Edebi Roman
Ayrımında “Kürk Mantolu Madonna” ve “Kocan Kadar Konuş” Örneği, 2017, http://kbmsobiy.com/wp-content/uploads/2017/03/dil-ve-edebiyat-birincilik.pdf
[1] Tekin Sönmez, Sınıflı Toplumlarda Analık Hukuku; Ayran ve
Kağnı, Yansıma. S. 15, Mart 1973, s.166
[2] Murat Gülsoy 14 Nisan 2015, http://t24.com.tr/k24/yazi/yalnizliklarin-itirafi-kurk-mantolu-madonna,148