“Oklu kirpiler,
ısınmak ve donarak ölmekten kurtulmak için birbirlerine sokulurlar. Ancak, bir
süre sonra, aşırı yakınlaşma nedeniyle birbirlerinin dikenlerine temas etmeye
başlarlar. Canları acımaya meylettiği vakit, birbirlerinden de uzaklaşırlar.
Isınma ihtiyacı tekrar birbirlerine yaklaştırır yaklaştırmasına ama, dikenlerin
teması ile canları tekrar acır ve tekrar uzaklaşırlar. Oklu kirpiler, bu
acılarla baş edebilmek için sürekli olarak katlanılabilir mesafeyi bulmaya
çalışırlar.”
Çay demledi. Oturdu. Birazdan bilgisayarın başına geçecekti. Biraz
“occupy” yapmak istedi. Çünkü o biraz occupy’di. Herkes de bunu böyle bilirdi.
Bu yönünü çok gösterdi. İşgaldi. Hem de isyandı. Hatta oturduğu yerden ne isyanlar
çıkardı!
Bir gün yine böyle oturmuş, kahve içerken, “Gezi” oldu. Bilgisayar
gerek bu işler için. İlla bir de sosyal ağa üye olacaksın. Havalı şeyler işte.
Sonra “Roboski” olmuştu. Roboski olduğu gün, bilgisayarın başında bir
yandan sütlaç yemişti, hiç unutmadı, yazdı. Unutmayacak ve
unutturmayacaktı. Çok beğenildi.
Herkesin Ermeni olduğu bir gün, 140 karakterli bir şeyler
yazdı. Light kola içti, o gün o da Ermeni’ydi.
Öyle olurdu, otururken her şey olabilirdi. Süperman’di. Her şeyi çok iyi
bilirdi.
Trol oldu bir gün. Çok pis benzetti herkesi. Ne gündü ama! Öyle zamanlarda
galiba biraz da Heman’di.
Sonra, bak bu inanılmaz, ODTÜ ormanında bir eyleme gitti. Bilgisayarın
bir köşesinde word dosyası açıktı, iyi günde ve kötü günde
internete bağlıydı, eylemdeydi. O esnada çekirdek çitledi.
Elektrikli sobası vardı, ayaklarını ısıttı.
LBGT bireyi olduğu gün, aynı zamanda annesiyle telefonda
sohbet etti. Biraz arkadaşlarını çekiştirdi. Bir dostunun 140 karakterlik
karakterini beğendi.
Nükleer santrale karşı olduğu gün, araya virgül atmayı
unuttu, anlam bozuldu, cümle düştü. O gün fazla beğenilmedi.
İnce belli bardakta çayını içtiği başka bir gün,
cam işçileri için grev yaptı. Grev esnasında çok yazmıştı, boyun
fıtığı azdı. Demli çayı ince belli bardakta sevdiğini
ise hiç unutmadı. Unutmayacak ve unutturmayacaktı.
Şimdilerde, o bir ağaç. Hem zeytin,
hem de zeytinyağ. Böyle kaygan, yağlı, bulaşık. Öyle işte. Hep
yukarda, uçucu, kaçıcı, çekici. Tutamazsın.
Leonard Cohen dinlemeyi seviyor. Müzik, her türlü gidiyor.
Sözünü ettiğimiz, sensin, benim, o ve onlar… Yani, biziz. Ve elimizde
telefonlarımız, çalıştığımız mekanlarda ve evlerimizde bilgisayarlarımızla,
insanlık tarihinde hiç olunmadığı kadar dev bir hapishanenin tam ortasında çaresiziz.
PANOPTİKON
Toplum kuramcı Jeremy
Bentham’ın, 18. Yüzyılda, eksensel dairesel mimari planında geliştirdiği,
“gözün iktidarı” olarak da bilinen Panoptikon isimli hapishane planı, ortasında
yer alan avluda bir kuleyi çevreleyen hücrelerden oluşur. Hücreler
birbirlerinden duvarlarla ayrılmıştır. Hücrelerin her biri ön cephede kuleye
bakar ve önü açıktır. Hücrelerin bu cephesinin tam aksi bölümünde ise, bir
pencereden sürekli olarak gün ışığı sızar. Bu şekilde, arkadan vuran ışık
sayesinde, kulede bulunan bir gözetmen, her bir hücredeki bireyin her
hareketini gözleyebilir.
Gözetleme ve izleme
amacıyla kullanılan kulenin pencereleri yoktur ama panjuru vardır. Hücredeki
kişi kuleden, panjurların aralıklarından her an gözetlenebileceğini bilir,
ancak o anda gözetlenip gözetlenmediğini, panjurun yapısı gereği bilemez. Komşu
hücrelerde kalanlar ise birbirleriyle, aradaki duvar nedeniyle tam ve
kesintisiz iletişime giremez.
‘Tam ışık altında olma ve
bir gözetmenin bakışı, aslında koruyucu olan karanlıktan daha fazla
yakalayıcıdır. Görünürlük bir tuzaktır.’ der, Michel Foucault, Hapishanelerin
Doğuşu isimli kitabında. Bu hapishane modeli daha sonraki yüzyıllarda,
kolejler, okullar, hastaneler gibi bir çok yapıda mimari olarak kullanılmıştır.
Nerede hizaya sokulması gereken, çok sesli insan kakafonisi varsa, orada
panoptikon da mutlaka yer almıştır.
“-
Bentham, iktidarın görünür ve bu varlığının kanıtlanamaz olması, ilkesini
koymuştur.
Görünür:
Tutuklu, gözünün önünde sürekli olarak, gözlendiği merkez kulesinin siluetini
bulacaktır.
Varlığının
kanıtlanamaz olması: Tutuklu o anda, kendine bakılıp bakılmadığını asla
bilmemeli, ama bunun her an olabileceğinden hiçbir kuşkusu olmamalıdır.” [1]
Panoptikon’u
yaratırken, Bentham ucunun nereye varacağını tahmin edebilmiş miydi bilinmez
ama, bu sözü geçen hapishanenin mantığı, tam da sosyal medya ağlarında,
farkında olunmadan esasen kullanılmaktadır.
YAŞASIN SOSYAL MEDYA KARDEŞLİĞİ
Artık,
insanlar, üyesi oldukları sosyal medya ağlarında, kulenin varlığını, o kuleden
sürekli olarak izlenip gözetlenebileceklerini bile isteye, ancak kimlerin veya
nelerin gözetlediğini veya izlediğini bilmemeyi de göze alarak, gönüllü yer
alıyorlar. Belki de, Bentham’ın hapishane modelinden tek farkı bu gönüllülük
pratiği.
Üyesi
olduğumuz sosyal medya ağlarında, sürekli olarak izlenebileceğimizi, her bir
takipçimizin kendi kulelerinden, yarı karanlık panjur gölgeleri altında,
bizleri görebileceğini bilerek ve bunu da isteyerek yer almıyor muyuz? Ve kendi
yarı karanlık kulelerimizden, panjur aralıklarına parmak uçlarımızı dokundurup,
belki de tükürük saçarak etrafa, kendi mahpuslarımızı, garip bir iştihayla
izlemiyor muyuz? Bu noktada, siyasi
muktedirler tarafından da kolaylıkla izlenebildiğimizi, yani fişlendiğimizi
söylemeye gerek var mı?
Bu mahpusluk bilinçsizliği
altında, insanlığın başka bir yaratığa doğru dönüşmesinden korkmak gerek belki
de. Çünkü, aslında hiç de öyle yansıtılmaya çalışıldığı gibi olmayan insan
profillerinin arkasında yatan, saklanılan, gösterilmemeye özellikle çaba
harcanılan başka bir ‘ben’ler, ‘sen’ler ve ‘o’nlar var, görünmeyen. İsimler ve
soyisimler gerçek belki ama, kişilikler mahlas olduktan sonra, gerçekten
birbirimizi görebiliyor muyuz? Gözlediklerimiz gerçek mi? Gözleyenler, her
birimizin gerçeğini görebildiler mi? Şiir sokakta belki ama, biz gerçekten
sokakta mıyız? Samimi miyiz? Gerçek miyiz? Kimiz? Değilsek, hakikaten ne kadar
şizofrenik bir haldeyiz!
Hekim değilsek de, bundan 50 yıl
sonrasının hastalıklarını üstün körü tahmin edebilmek mümkün. Misal, çok
oturmaktan kaynaklanan aşırı kaba et büyümesi. Bu durumda kaba etler tümör
muamelesi görebilir. Ya da, hızlı klavye kullanımından oluşmuş parmak uçları
eklem kireçlenmesi. Yoğun bilgisayar ışığına maruz kalmış, göz bebeği felci.
Unutulmuş konuşma psikozu. Sosyal ağ bağımlılığı sendromu. Örnekler
çoğaltılmaya müsait.
PEKİ YA OKLU KİRPİLER!
Schopenhauer’ın Oklu Kirpi
Topluluklarını bilir misiniz? Oklu kirpiler, ısınmak ve donarak ölmekten
kurtulmak için birbirlerine sokulurlar. Ancak, bir süre sonra, aşırı yakınlaşma
nedeniyle birbirlerinin dikenlerine temas etmeye başlarlar. Canları acımaya meylettiği
vakit, birbirlerinden de uzaklaşırlar. Isınma ihtiyacı tekrar birbirlerine
yaklaştırır yaklaştırmasına ama, dikenlerin teması ile canları tekrar acır ve
tekrar uzaklaşırlar. Oklu kirpiler, bu acılarla baş edebilmek için sürekli
olarak katlanılabilir mesafeyi bulmaya çalışırlar.
İnsanların içindeki boşluk ve
monotoni duygusundan doğan toplumsallaşma ihtiyacını, Schopenhaur oklu
kirpilere benzetir. İnsanlar, toplumsallaşma ve anlaşılma ihtiyacı ile
birbirlerine yaklaşırlar. Ancak, çok sayıda kötü özellikleri ve dayanılmaz
hataları onları tekrar birbirlerinden uzaklaştırır. Sonunda buldukları,
birarada kalmayı mümkün kılan mesafe ise, nezaket, letafet ve kibarlıktır.[2] En
azından eskiden böyleydi.
NEREDESİN NEZAKET?
Şimdi, sosyal medya iletişimi ile
bu ortalama nezaket, letafet ve kibarlık mesafesinin de sonuna gelmiş
bulunuyoruz. Artık, oklu kirpiler birbirlerini görmüyor bile. Yarı karanlık
kulelerimizde, güvenli ve sıcak hanelerimizde, belagat yeteneğinden yoksun
nezaketsiz ve mekanik beğeniler peşindeyiz. Sokakla, ve toplumsallaşmayla
işimiz kalmadı. Böyle iyiyiz. Sesi, sözü, kağıdı ve kalemi kaybettik. Yüzlerine
güldüklerimizi, sosyal ağlarda bozma zamanı şimdi. Yansıttığımız kadar da
duyarlı değiliz.
Bazan, kapatıp, ama tamamen,
sokağa çıksak, komşuyla sohbet etsek, parkta oynayasak, çiçek koklasak.
Gerçekten isyan etsek, hatta inkar etsek. Yapamayız. Korkarız. Takat bulamayız.
Herkes boynunu eğmiş telefonuna bakıyor olduğu için, zaten kimseyi de bulamayız.
Anlatamayız ve anlayamamaktan korkarız. Gözlenmeye ve gözetlemeye muhtacız.
Anlamakla ilgili bir derdimiz ve niyetimiz de yok aslında, ama anlaşılmakla
ilgili ciddi dert sahipleri olarak anlaşılmaya muhtacız. Anlamaya namzet kimse
olmadığına göre, anlaşılmayacağımız da kesin halbuki. Kapatır da gidersek,
yalnız kalmaktan korkarız. Bilgisayar ve bilgisayarlardan hallice
telefonlarımızın başındaki, sosyal yalnızlığa kalın zincirleri ile bağlı olsa
da özgürlüğe alesta, birer forsayız. Cesaretimiz yok, kırgınız.
Sağlam bir hapishanedeyiz.
Bilerek, isteyerek, uyuşturulmuş bir keyif hali içinde, sağlam tutukluyuz.
Cidden, hepimiz mahpusuz. Ve galiba, bu hapishaneden bir çıkış yolu, artık yok.
Nitekim; “Biri iftira atmış
olacaktı Josef K.’ya, çünkü bir sabah durup dururken tutuklandı...”[3]