Cumartesi, Kasım 15, 2014

HAPİS-HANELER v e MESAFELER - Gaye Çiftçi


“Oklu kirpiler, ısınmak ve donarak ölmekten kurtulmak için birbirlerine sokulurlar. Ancak, bir süre sonra, aşırı yakınlaşma nedeniyle birbirlerinin dikenlerine temas etmeye başlarlar. Canları acımaya meylettiği vakit, birbirlerinden de uzaklaşırlar. Isınma ihtiyacı tekrar birbirlerine yaklaştırır yaklaştırmasına ama, dikenlerin teması ile canları tekrar acır ve tekrar uzaklaşırlar. Oklu kirpiler, bu acılarla baş edebilmek için sürekli olarak katlanılabilir mesafeyi bulmaya çalışırlar.”


Çay demledi. Oturdu. Birazdan bilgisayarın başına geçecekti. Biraz “occupy” yapmak istedi. Çünkü o biraz occupy’di. Herkes de bunu böyle bilirdi. Bu yönünü çok gösterdi. İşgaldi. Hem de isyandı. Hatta oturduğu yerden ne isyanlar çıkardı!

Bir gün yine böyle oturmuş, kahve içerken, “Gezi” oldu. Bilgisayar gerek bu işler için. İlla bir de sosyal ağa üye olacaksın. Havalı şeyler işte.

Sonra “Roboski” olmuştu. Roboski olduğu gün, bilgisayarın başında bir yandan sütlaç yemişti, hiç unutmadı, yazdı. Unutmayacak ve unutturmayacaktı. Çok beğenildi.

Herkesin Ermeni olduğu bir gün, 140 karakterli bir şeyler yazdı. Light kola içti, o gün o da Ermeni’ydi.

Öyle olurdu, otururken her şey olabilirdi. Süperman’di. Her şeyi çok iyi bilirdi.

Trol oldu bir gün. Çok pis benzetti herkesi. Ne gündü ama! Öyle zamanlarda galiba biraz da Heman’di.

Sonra, bak bu inanılmaz, ODTÜ ormanında bir eyleme gitti. Bilgisayarın bir köşesinde word dosyası açıktı, iyi günde ve kötü günde internete bağlıydı, eylemdeydi. O esnada çekirdek çitledi. Elektrikli sobası vardı, ayaklarını ısıttı.

LBGT bireyi olduğu gün, aynı zamanda annesiyle telefonda sohbet etti. Biraz arkadaşlarını çekiştirdi. Bir dostunun 140 karakterlik karakterini beğendi.

Nükleer santrale karşı olduğu gün, araya virgül atmayı unuttu, anlam bozuldu, cümle düştü. O gün fazla beğenilmedi.

İnce belli bardakta çayını içtiği başka bir gün, cam işçileri için grev yaptı. Grev esnasında çok yazmıştı, boyun fıtığı azdı. Demli çayı ince belli bardakta sevdiğini ise hiç unutmadı. Unutmayacak ve unutturmayacaktı.

Şimdilerde, o bir ağaç. Hem zeytin, hem de zeytinyağ. Böyle kaygan, yağlı, bulaşık. Öyle işte. Hep yukarda, uçucu, kaçıcı, çekici. Tutamazsın.

Leonard Cohen dinlemeyi seviyor. Müzik, her türlü gidiyor.  

Sözünü ettiğimiz, sensin, benim, o ve onlar… Yani, biziz. Ve elimizde telefonlarımız, çalıştığımız mekanlarda ve evlerimizde bilgisayarlarımızla, insanlık tarihinde hiç olunmadığı kadar dev bir hapishanenin tam ortasında çaresiziz.

PANOPTİKON

Toplum kuramcı Jeremy Bentham’ın, 18. Yüzyılda, eksensel dairesel mimari planında geliştirdiği, “gözün iktidarı” olarak da bilinen Panoptikon isimli hapishane planı, ortasında yer alan avluda bir kuleyi çevreleyen hücrelerden oluşur. Hücreler birbirlerinden duvarlarla ayrılmıştır. Hücrelerin her biri ön cephede kuleye bakar ve önü açıktır. Hücrelerin bu cephesinin tam aksi bölümünde ise, bir pencereden sürekli olarak gün ışığı sızar. Bu şekilde, arkadan vuran ışık sayesinde, kulede bulunan bir gözetmen, her bir hücredeki bireyin her hareketini gözleyebilir.

Gözetleme ve izleme amacıyla kullanılan kulenin pencereleri yoktur ama panjuru vardır. Hücredeki kişi kuleden, panjurların aralıklarından her an gözetlenebileceğini bilir, ancak o anda gözetlenip gözetlenmediğini, panjurun yapısı gereği bilemez. Komşu hücrelerde kalanlar ise birbirleriyle, aradaki duvar nedeniyle tam ve kesintisiz iletişime giremez.

‘Tam ışık altında olma ve bir gözetmenin bakışı, aslında koruyucu olan karanlıktan daha fazla yakalayıcıdır. Görünürlük bir tuzaktır.’ der, Michel Foucault, Hapishanelerin Doğuşu isimli kitabında. Bu hapishane modeli daha sonraki yüzyıllarda, kolejler, okullar, hastaneler gibi bir çok yapıda mimari olarak kullanılmıştır. Nerede hizaya sokulması gereken, çok sesli insan kakafonisi varsa, orada panoptikon da mutlaka yer almıştır.

“- Bentham, iktidarın görünür ve bu varlığının kanıtlanamaz olması, ilkesini koymuştur.

Görünür: Tutuklu, gözünün önünde sürekli olarak, gözlendiği merkez kulesinin siluetini bulacaktır.

Varlığının kanıtlanamaz olması: Tutuklu o anda, kendine bakılıp bakılmadığını asla bilmemeli, ama bunun her an olabileceğinden hiçbir kuşkusu olmamalıdır.” [1]

Panoptikon’u yaratırken, Bentham ucunun nereye varacağını tahmin edebilmiş miydi bilinmez ama, bu sözü geçen hapishanenin mantığı, tam da sosyal medya ağlarında, farkında olunmadan esasen kullanılmaktadır.  

YAŞASIN SOSYAL MEDYA KARDEŞLİĞİ

Artık, insanlar, üyesi oldukları sosyal medya ağlarında, kulenin varlığını, o kuleden sürekli olarak izlenip gözetlenebileceklerini bile isteye, ancak kimlerin veya nelerin gözetlediğini veya izlediğini bilmemeyi de göze alarak, gönüllü yer alıyorlar. Belki de, Bentham’ın hapishane modelinden tek farkı bu gönüllülük pratiği.

Üyesi olduğumuz sosyal medya ağlarında, sürekli olarak izlenebileceğimizi, her bir takipçimizin kendi kulelerinden, yarı karanlık panjur gölgeleri altında, bizleri görebileceğini bilerek ve bunu da isteyerek yer almıyor muyuz? Ve kendi yarı karanlık kulelerimizden, panjur aralıklarına parmak uçlarımızı dokundurup, belki de tükürük saçarak etrafa, kendi mahpuslarımızı, garip bir iştihayla izlemiyor muyuz?  Bu noktada, siyasi muktedirler tarafından da kolaylıkla izlenebildiğimizi, yani fişlendiğimizi söylemeye gerek var mı?

Bu mahpusluk bilinçsizliği altında, insanlığın başka bir yaratığa doğru dönüşmesinden korkmak gerek belki de. Çünkü, aslında hiç de öyle yansıtılmaya çalışıldığı gibi olmayan insan profillerinin arkasında yatan, saklanılan, gösterilmemeye özellikle çaba harcanılan başka bir ‘ben’ler, ‘sen’ler ve ‘o’nlar var, görünmeyen. İsimler ve soyisimler gerçek belki ama, kişilikler mahlas olduktan sonra, gerçekten birbirimizi görebiliyor muyuz? Gözlediklerimiz gerçek mi? Gözleyenler, her birimizin gerçeğini görebildiler mi? Şiir sokakta belki ama, biz gerçekten sokakta mıyız? Samimi miyiz? Gerçek miyiz? Kimiz? Değilsek, hakikaten ne kadar şizofrenik bir haldeyiz!

Hekim değilsek de, bundan 50 yıl sonrasının hastalıklarını üstün körü tahmin edebilmek mümkün. Misal, çok oturmaktan kaynaklanan aşırı kaba et büyümesi. Bu durumda kaba etler tümör muamelesi görebilir. Ya da, hızlı klavye kullanımından oluşmuş parmak uçları eklem kireçlenmesi. Yoğun bilgisayar ışığına maruz kalmış, göz bebeği felci. Unutulmuş konuşma psikozu. Sosyal ağ bağımlılığı sendromu. Örnekler çoğaltılmaya müsait.

PEKİ YA OKLU KİRPİLER!

Schopenhauer’ın Oklu Kirpi Topluluklarını bilir misiniz? Oklu kirpiler, ısınmak ve donarak ölmekten kurtulmak için birbirlerine sokulurlar. Ancak, bir süre sonra, aşırı yakınlaşma nedeniyle birbirlerinin dikenlerine temas etmeye başlarlar. Canları acımaya meylettiği vakit, birbirlerinden de uzaklaşırlar. Isınma ihtiyacı tekrar birbirlerine yaklaştırır yaklaştırmasına ama, dikenlerin teması ile canları tekrar acır ve tekrar uzaklaşırlar. Oklu kirpiler, bu acılarla baş edebilmek için sürekli olarak katlanılabilir mesafeyi bulmaya çalışırlar.

İnsanların içindeki boşluk ve monotoni duygusundan doğan toplumsallaşma ihtiyacını, Schopenhaur oklu kirpilere benzetir. İnsanlar, toplumsallaşma ve anlaşılma ihtiyacı ile birbirlerine yaklaşırlar. Ancak, çok sayıda kötü özellikleri ve dayanılmaz hataları onları tekrar birbirlerinden uzaklaştırır. Sonunda buldukları, birarada kalmayı mümkün kılan mesafe ise, nezaket, letafet ve kibarlıktır.[2] En azından eskiden böyleydi.

NEREDESİN NEZAKET?

Şimdi, sosyal medya iletişimi ile bu ortalama nezaket, letafet ve kibarlık mesafesinin de sonuna gelmiş bulunuyoruz. Artık, oklu kirpiler birbirlerini görmüyor bile. Yarı karanlık kulelerimizde, güvenli ve sıcak hanelerimizde, belagat yeteneğinden yoksun nezaketsiz ve mekanik beğeniler peşindeyiz. Sokakla, ve toplumsallaşmayla işimiz kalmadı. Böyle iyiyiz. Sesi, sözü, kağıdı ve kalemi kaybettik. Yüzlerine güldüklerimizi, sosyal ağlarda bozma zamanı şimdi. Yansıttığımız kadar da duyarlı değiliz.

Bazan, kapatıp, ama tamamen, sokağa çıksak, komşuyla sohbet etsek, parkta oynayasak, çiçek koklasak. Gerçekten isyan etsek, hatta inkar etsek. Yapamayız. Korkarız. Takat bulamayız. Herkes boynunu eğmiş telefonuna bakıyor olduğu için, zaten kimseyi de bulamayız. Anlatamayız ve anlayamamaktan korkarız. Gözlenmeye ve gözetlemeye muhtacız. Anlamakla ilgili bir derdimiz ve niyetimiz de yok aslında, ama anlaşılmakla ilgili ciddi dert sahipleri olarak anlaşılmaya muhtacız. Anlamaya namzet kimse olmadığına göre, anlaşılmayacağımız da kesin halbuki. Kapatır da gidersek, yalnız kalmaktan korkarız. Bilgisayar ve bilgisayarlardan hallice telefonlarımızın başındaki, sosyal yalnızlığa kalın zincirleri ile bağlı olsa da özgürlüğe alesta, birer forsayız. Cesaretimiz yok, kırgınız.

Sağlam bir hapishanedeyiz. Bilerek, isteyerek, uyuşturulmuş bir keyif hali içinde, sağlam tutukluyuz. Cidden, hepimiz mahpusuz. Ve galiba, bu hapishaneden bir çıkış yolu, artık yok.

Nitekim; “Biri iftira atmış olacaktı Josef K.’ya, çünkü bir sabah durup dururken tutuklandı...”[3]







[1] Michel Foucault – Hapishanelerin Doğuşu
[2] Arthur Schopenhaur – Parerga ve Paralipomena
[3] F. Kafka - Dava