Jean Paul Sartre’ın “terör”e nasıl baktığı,
politik şiddeti “meşru” görüp görmediği oldukça tartışmalı/tartışılan
bir konudur (Caze, 2007). H.B.Kahraman’ın “Sonunda onu da yaptı ve bütün tepkileri göze
alarak hapishanede bulunan terörist örgüt Baader-Meinhof çetesini ziyaret etti.” sözlerinde
geçen, kimi yazarlarca “Sartre'ın
kariyerinin en düşük noktası” olarak tanımlanan ve bu yazının konusunu
teşkil eden söz konusu ziyaret; “Sartre
ve Terör” başlıklı bir tartışmaya “giriş” yapmak için elverişli olabilir (Keck
ve Charter, 2013; Kahraman, 2001). Bu bağlamda, Sartre’ın
Baader-Meinhof ziyareti, düşünürün “politik şiddet”e bakışıyla
ilişkilendirilerek, -ancak bunun bir “giriş”le sınırlı olduğu unutulmadan-, okunmaya
çalışılacaktır.
Öncesi
4 Aralık 1974 günü 69 yaşındaki Sartre, Stammheim
hapishanesine gitmek üzere Stuttgart
havalimanından ayrılır. Görüşeceği/ziyaret edeceği kişi Baader-Meinhof grubunun
(Red Army Fraction, RAF; Kızıl Ordu
Fraksiyonu) liderlerinden olduğu iddiasıyla tutuklu olan Andreas Baader’dir
(Bohr ve Wiegrefe, 2013). 1972 yazında, Baader,
Ensslin ve Meinhof da dahil olmak üzere, Baader-Meinhof
grubunun liderleri tutuklanır ve Güney Almanya’daki Stammheim hapishanesine konulur. Duruşmaları
1975 yılında başlar ve 1977’de müebbet hapse mahkum olurlar (Seidler, 2013). Bu
süreçte Alman Hükümeti, sol-kanat entelektüellerin
söylediği herhangi bir şeyi Baader-Meinhof lehinde yorumlayarak “teröre karşı
savaş”ın ilk modern versiyonunu sergiler. Kendilerine savaş suçlusu muamelesi yapılmasını
isteyen ve “Isolationsfolter/isolation
torture (tecrit işkencesi)” olarak adlandırdıkları cezaevi koşullarını protesto eden mahkumlar açlık
grevine giderler (Welten, 2005).
Sartre’ı 1974 yılındaki bu ziyaret için Stuttgart havalimanına getiren
süreç, Ulrike Meinhof’un, cezaevi koşullarının düzeltilmesi için açlık grevinde
olan Baader ile görüşmesini Sartre’a teklif etmesiyle başlar. Meinhof,
Sartre’ın RAF için “devrim için ilginç bir zorlama/güç” sözlerini sarf
etmesinden cesaretle bu teklifi yapar; ziyaretin, kamuoyunun dikkatinin çekilmesini
sağlayacağını, polisin Baader’in ölümüne razı olmasını güçleştireceğini umut
eder (Bohr ve Wiegrefe, 2013). Meinhof’un
Sartre’ı davet etmesinin önemli sebepleri vardır. Herşeyden önce
Sartre, birkaç yıl önce caddelerde illegal
sol-kanat dergi La cause du peuple dağıtmakla ünlüdür ve De Gaulle ona karşı bir şey
yapmaya cesaret edememiştir. Ayrıca Sartre’ın, sol-kanat devrimci hareketlere
sempati duyduğu ve kolayca onları desteklemeye ikna edildiği bilinmektedir. Alman
yetkililerin Sartre’ı ününden dolayı reddemeyeceği düşünülmektedir (Welten,
2005).
Yaşlı
ve görme güçlüğü yaşayan Sartre, ziyaret sürecini başlatan Meinhof mektubunu Kasım
1974'te alır ve 4 Kasım’da Alman hükümetinden Andreas Baader ile görüşmek için
izin ister. Talep, Sartre’ın bir yıl önce Der
Spiegel röportajındaki Baader-Meinhof’a ilişkin pozitif söylemi nedeniyle
reddedilir. O röportajda Sartre, Baader-Meinhof için, gerçekten devrimci bir
grup olduğuna inandığını, ancak aynı zamanda biraz fazla “erken” bulduğunu
söylemiştir. Ayrıca Sartre’ın editörü olduğu Les Temps Modernes dergisi, Mart 1974 sayısını
Baader-Meinhof üyelerinin cezaevi koşullarına ayırmıştır. Sartre, grup üyesi
Holger Meins’in açlık grevi sonucu öldüğünü öğrendiğinde, artık kimse onu
amacından vazgeçiremez. Meins’in ölümünün ertesi günü Berlin’in yüksek mahkeme
yargıcı Günter von
Drenkmann, RAF komandoları tarafından öldürülür. Ardından bütün
gözler ve kameralar Stammheim hapishanesinin yedinci katına ve ünlü filozofa
odaklanır. 21 Kasım’da Sartre, Alman hükümetine hitaben, talebinin
reddedilmesini protesto eden bir açık mektubu Libération dergisinde yayımlar. Nihayetinde, RAF’ın şiddet
eylemlerini onaylamadığını deklare etmesinden sonra, kendisine, Baader ile -Aralık
başında- görüşme izni verilir. Sartre, televizyonda
düzenlenen/yayımlanan basın toplantısında RAF şiddetini kınasa da, izleyicilere
şunu da hatırlatmıştır: “1943'te Nazilere karşı düzenlenen her bomba haklı
bulundu”. Bununla birlikte Sartre, “Latin Amerika'da haklı gösterilebilecek
terörizmin, RAF bunun mümkün olduğunu düşünse de, Batı Avrupa ülkelerinde haklı
gösterilemeyeceğini” belirtir ve Von Drenkmann'ın öldürülmesini
"anlaşılabilir, ancak siyasi bir hata" olarak nitelendirir (Welten,
2005).
Süreci başlatan Meinhof mektubu olsa da Sartre’ı Baader ziyareti için
ikna eden kişinin Baader-Meinhof’un avukatı Klaus
Croissant olduğu da iddia edilmektedir.[1]
Ziyarette Sartre’a, Libération
gazetecileri Pierre Victor (Benny Lévy)
ve Jean-Marcel Bouguereau yardım eder. Victor, çevirmen olarak Daniel
Cohn-Bendit’i davet eder ancak çevirmen Cohn-Bendit hücreye alınmadığı için
görüşmeye katılamaz. Hücreye, Sartre, Victor ve Baader’in avukatı Croissant girer,
ekibe, hapishane gardiyanı Holz Bubeck eşlik eder (Welten, 2005).
Görüşme
Sartre, beklenenin aksine, Baader
tarafından soğuk karşılanır. Bunda, Sartre’ın ziyaretten iki gün önce kendisiyle
yapılan mülakatta (Spiegel), aşırı (extremist) sol-kanat eylemcilerin Berlin
Yüksek Mahkeme Başkanını (Günter von
Drenkmann) öldürmeleri olayını “cinayet” olarak nitelendirmesi etkili olur.
Sartre’ın, “kendilerine sempatiyle yaklaştığını ve takip ettikleri prensipleri
tartışmak istediğini” söylemesi üzerine Baader, bunun “zor” olduğu yanıtını
verir. Sartre, Baader-Meinhof’un politik
şiddet eylemlerinin Batı Almanya’da bir yansıması/yankısı olmadığını/karşılık
bulmadığını, bu tür eylemlerin Guatemala gibi ülkeler bakımından haklı
olabileceği, Almanya içinse meşru olmadığını söyler. Baader’in, silahlı grupların
Fransa’da toplanması/birleşmesi önerisine Sartre, terörizmin Fransa için iyi
olacağına inanmadığını söyleyerek karşılık verir (Bohr ve Wiegrefe, 2013).
Sartre, altmış dakika süren görüşme hakkında şöyle yazar:
“Önce tokalaştık, karşıma oturdu ve
üç dakika sonra, söylediği ilk şey şu oldu:”Bir arkadaş ile karşılaşacağımı
düşünmüştüm fakat onlar bir yargıç göndermişler bana..” Bu, önceki gece bir
Alman TV kanalında sarf ettiğim sözden/ifadeden kaynaklanıyordu. Sanırım o, kendisini
ve arkadaşlarını, üstlendikleri eylemleri savunmak için geldiğimi umuyordu.
Onunla aynı fikirde olmadığımı gördü. Ben, tehlikedeki herhangi bir sol-kanat
gruba sempati duyan solcu bir kişi olarak geldim. Ayrıca, onunla aynı fikirde
olduğumu söylemek için değil, onun fikirlerini ve bir mahkum olarak
hapishanedeki durumunu öğrenmek için geldim. Neden açlık grevinde olduğunu
sordum. Cezaevi koşullarını protesto etmek için açlık grevinde olduğunu
söyledi. (Sartre, 1974)”
Sartre ve Baader arasındaki
görüşmenin içeriği yıllarca gizli kalır. Spiegel’in talebi üzerine görüşmeye
ait tutanak, -Sartre’ın tüm söyledikleri, Baader’inse söylediklerinden önemli
pasajlar olmak üzere-, resmi makamlarca açıklanır. Bu tutanaklar göstermektedir
ki, Sartre, Baader’i tekrar tekrar silahlı mücadeleden (fight) vazgeçmeye
iknaya çalışmakta ve RAF’a karşı eleştirel bir duruş sergilemektedir (Bohr ve
Wiegrefe, 2013).
“Sartre: RAF, kitlelerin/halkın kabul
etmediği eylemleri üstlendi/gerçekleştirdi.
Baader: Halkın yüzde yirmisi bize
sempatiyle bakıyor.
Sartre: Biliyorum, istatistikler
Hamburg’da hazırlandı.
Baader: Almanya’daki durum küçük
grupları gerekli kılıyor, hem legalite hem de illegalite açısından.
Sartre: Bu eylemler Brezilya için
haklı görülebilir, fakat Almanya için değil.
Baader: Neden?
Sartre: Brezilya’da bağımsız
eylemler durumu değiştirmek için zorunludur. Onlar zorunlu hazırlayıcı
çalışmadır.
Baader: Neden burda farklı olsun?
Sartre: Burada Brezilya’dakiyle aynı
tip bir proleterya yok. (Bohr ve
Wiegrefe, 2013).”
Sonrası
Görüşmeden sonra Sartre, Batı Alman hükümetine (Helmut Schmidt) ağır suçlamalar
yöneltir. RAF tutukluları/hükümlüleri, ses geçirmeyen hücrelerde sabit bir
yapay ışık altında tutulmaktadır ve Sartre bunun Nazilerin işkencesine
benzemese de, psikolojik rahatsızlığa (disturbance) yol açan farklı bir işkence
türü olduğunu söyler (Bohr ve Wiegrefe, 2013). Üç gün sonra
Sartre, Libération’da görüşmeyle ilgili bir yazı yayımlar: ‘The Slow Death of Andreas Baader’. Bu
yazıda Sartre, insan haklarına referansla, cezaevi koşullarını eleştirir
(Welten, 2005):
“Kaldıkları hücreler, diğer hücrelerden ayrı
olarak beyaza boyanmış ve akşam 11’e kadar elektrik var, bazen de günün 24
saati yok. Hücre, sesi azaltan, hücre içinde duyulmaz hale sokan biçimde dizayn
edilmiş. Biliyoruz ki ses, insan beden ve bilincinden ayrılamaz. Sessizlik ve
iletişim yokluğu insanda önemli problemlere yol açar ve yavaş yavaş deliliğe
sürükler. Bu bir işkencedir ve bu işkencenin mağduru Baader, sessizce
konuşmakta, sanki düşüncenin akışını yitirmiş gibi zaman zaman durmakta,
cümlenin ortasında başını ellerinin arasına alıp iki dakika sonra devam
etmektedir. Açlık grevi nedeniyle oldukça zayıflamış, 15 kilo kaybetmiş ve
sağlıklı bir insan gibi görünmüyor. Siyasi mahkumlara uygulanan bu muamele,
temel insan haklarına aykırıdır. Bir mahkum da, kendisine bir insan gibi
davranılmasını hak eder. Baader, zayıflamış ve hasta olsa da, bilinci yerinde
olarak direnişine devam etmekte, diğerleriyse komadadır. Beş mahkumun yakın
zamanda ölümünden endişe edilmektedir. Acilen, mahkumlara insan haklarıyla
uyumlu muamele edilmesini talep eden bir hareket başlatılmalıdır (Sartre,
1974).”
Buna rağmen hem
Baader-Meinhof grubu hem de kamuoyu bu ziyaretten memnun olmaz, kamuoyunda
ziyaret gruba destek olarak algılanır, grup da ziyareti hayal kırıklığı olarak
görür (Welten, 2005). Baader-Meinhof üyeleri, Parisli ziyaretçinin kamuoyunda
bir dayanışma dalgası yaratacağını umut etse de, kamusal tepki farklı olur ve
Sartre’ın hapishaneyi görmüş olamayacağı, zira Stammheim’ın, içinde TV ve küçük
kütüphaneler olan yeni bir hapishane olduğu, Sartre’ın eşlerin bir araya
geldiği bekleme odasını Baader'in hapishane hücresi olarak karıştırdığı dile
getirilir, alay konusu yapılır. Keza basın, RAF tutuklularına/hükümlülerine sağlanan
ayrıcalıklardan söz eder (Keck ve Charter, 2013; Bohr ve Wiegrefe, 2013).
Gardiyan Bubeck emekli olduktan
sonra (2003), aslında Baader grup üyelerine çok iyi davranıldığını, Sartre’ın
görüştüğü hücrenin, diğer mahkumların kaldığı bir hücre olduğunu, grup
üyelerinin kaldığı yedinci katta fitness odası, kütüphane, radyo, tv ve teyp bulunduğunu,
Baader’in günlük olarak Stuttgart’taki bir şarküteriden yiyecek sipariş
ettiğini, gün boyunca hücre kapılarının açık olduğunu ve mahkumların bir araya
gelebildiklerini söyler/açıklar. O zaman şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır.
Alman hükümeti neden Sartre’a bu adeta cennet olan yedinci katı göstermemiştir?
Bubeck’e göre, görüşmede çevirmen olmadığından ve Sartre Almanca, Baader
Fransızca bilmediğinden doğru düzgün bir diyalog gerçekleşmemiş ve aslında Baader
cezaevi koşullarıyla ilgili bir şey de söylememiştir (Welten, 2005).
Sartre için bu ziyaretten, daha
sonra hep bir “hata” olarak bahsedilmiştir. Cohn Bendit’in tanıklığına
göre, görüşmeden çıkan Sartre’dan Baader hakkında duyduğu tek cümle şudur: ‘‘Ce
qu’il est con ce Baader,” (What a jerk this Baader
is./ Seidler, 2013; ‘What a prick Baader is!’/Welten,
2005). Bunun, yüz yüze karşılaşmada ortaya çıkan kültürel ve entelektüel
uçurumu yansıtan bir ifade olduğu savunulur (Seidler, 2013). Fransız basınıysa
Sartre’ın bunadığını yazar. Sartre biyografisini yazan Annie Cohen-Solal
ziyareti “zaman kaybı” ve “Sartre'ın itibarına, nüfuzuna ve sağlığına zarar
verici” olarak nitelendirir. Birkaç yıl sonra Sartre da, bir mülakatta, ziyaretten
“tam anlamıyla bir başarısızlık” olarak söz eder ancak yeniden istense yine
aynı şeyi yapacağını da ilave eder (Welten, 2005).
Sartre
Sartre, kendisine yöneltilen “devrim, terör olmadan mümkün değil mi?
Böyle bir devrimi destekliyor musunuz?” sorusuna şöyle cevap verir: “Terörsüz
bir devrimin mümkün olmadığına inanıyorum, çünkü devrimi önlemek isteyenler
teröre başvuracaktır. Bu yüzden devrim de, bunu durdurmak için terörü
kullanmalıdır. Dolayısıyla devrimin başarılı olması için de yolun sonuna kadar
gidilmeli, ortada durulmamalıdır.” Sartre
burada, daha fazla şiddeti önlemek için şiddet kullanımını haklı gösterir/bulur.
Baader-Meinhof grubuyla ilgili olarak da şunları söyler: " Baader-Meinhof
mükemmel bir şekilde davrandı. Masum birini hiç öldürmediler. Toplumlarının
kısır domuzlarının (Alman sanayiciler) peşindeydiler. Ancak, popüler düşünce/kamuoyu
onlara karşıydı ... Baader-Meinhof grubu burjuva çocuklardı." Dolayısıyla
Sartre için, ahlaki ve devrimci bakış açısından, grubun Alman sanayicilerine gösterdiği
acımasızlık ve cinayetler meşrudur. Bununla birlikte Sartre, "ahlaki ve
devrimci bakış açısı"nı açıklığa kavuşturmaksızın, “tüm etiğin/ahlakın
koşullara bağımlı" olduğunu söylemekle yetinir (Walsh, 2010).
Bir
yoruma göre, Sartre’ın Baader-Meinhof’a bakışı, onun düşüncesindeki “terörizm”e
ideolojik yakınlıkla ilişkilidir. Varoluşçuluk doğası gereği bireyci ve
apolitik olsa da, Sartre’ın versiyonunda sosyo-politik bir karakter kazanır. Sartre
yaklaşımında bireyin gerçekleştirdiği tikel bir eylem, doğasında kamusaldır.
Sartre için tarafsızlık (neutrality) söz konusu değildir. Öyle ki, Sartre’ın, politik
şiddete sınır koymaya çalışan Albert
Camus’dan da, hatta masumları öldürmemeye özen gösteren Baader’den de daha
radikal ve toptancı olduğu öne sürülür. Ancak aynı zamanda, yıllar
sonra Sartre’ın ziyaretin hem bir hata olduğunu kabul edip hem de aynı hatayı
yeniden yapacağını söylemesinden hareketle; bu ifadenin Sartre’ın kişiliğine
olduğu kadar, onun toplumsal/ politik felesefesinin kesin bir taahhütte
bulunmayan/bağlılık sergilemeyen (non-committal)
niteliğine ışık tuttuğu da savunulmaktadır. Ayrıca, Sartre daha sonra da,
çeşitli zamanlarda Baader-Meinhof üyelerini destekleyen ifadelerde bulunmuştur.
Bu destek ifadelerinde çekince ve ihtilaflara/tartışmalara yer verilse de, yine
de, çoğunlukla sadece taktik konuların tartışmalı olduğu belirtilmekte;
dolayısıyla Sartre’ın çekincelerinin ilkesel bir karşı duruştan ziyade taktik
meselelerle ilgili olduğu iddia edilmektedir (Seidler, 2013).
Ziyaretten önce Sartre, La Cause du
peuple dergisindeki
yazısında, 1972
Münih Olimpiyatlarında İsrailli sporcuları kaçıran ve ölümlerinden sorumlu
tutulan Filistinli ‘Black September’ grubunu desteklemiştir. Bu makalede Sartre
terörizmin prensibinin öldürmek olduğunu ve grubun başka bir seçeneği olmadığını
yazar. Bununla birlikte şunu da belirtir: "Bir patlama sonrasında parçalanmış
bedenlerin veya bir çocuğun kopmuş kafasının görülebilmesi, bağışlanamaz olarak
kalır.” Sartre'ın tutumu, onaylamaktan ziyade terörizmin mantığını ifade etmek,
“anlamaya” dönük bir çaba olarak da görülebilir. Zira Münih Olimpiyatları
konusundaki tartışmalarında Sartre, İsrail hükümetinin eylemlerini de “anlaşılabilir
ve kabul edilebilir” bulur (Caze, 2007).
“İsrail ile savaşta
Filistinlilerin tek silahı terörizmdir. Bu dehşet bir silahtır ama ezilen
yoksulların başka silahı yoktur. FLN’nin terörizmini kabul eden Fransız,
Filistinlilerin terörist eylemini de kabul etmek zorundadır (Sartre, 1972).”
Genellikle,
Sartre’ın Fanon’un kitabına yazdığı önsözde, şiddeti savunduğu ve övdüğü iddia
edilir. Buna karşın, Sartre’ın zulme şiddetle tepki vermeyi açıkça kabul etmese
de, en azından “anlaşılabilir” olduğunu ima ettiği de öne sürülmektedir. Zira şiddeti
anlamak onun kabulü anlamına gelmez. Sartre'ın sözleri, egemen ve bağımsız
olmak isteyen ve şiddet eylemlerinin belirli hedefleri olan sömürülenlerin/ezilenlerin
spesifik şiddetlerinin bir yorumudur. Sartre'ın önerdiği anlayış, Cezayir'de
olduğu gibi nesiller boyu zulme uğramış ve işkenceye maruz kalmış bir ülkeye
ait olan terörist gruplarla sınırlıdır. Aslında Sartre’ın tek bir eseri
üzerinden gidilmeyip bütün eserleri göz önünde bulundurulursa, düşüncesinin bir
“evrim” geçirdiği de görülebilir. Sartre'ın görüşleri, kendi etiğinde hiç yeri
olmayan biçimde terörü kınamayla başlar ve sonra şiddeti, ezilenlerin
kaçınılmaz bir cevabı olarak kabul etmeye doğru evrilir. O dönemde de şiddet,
etik olarak değerlendirilmez. Sonunda, şiddeti meşrulaştırma veya mazeret için
kriterler sağlayarak etik ve politikasını bütünleştirmeye çalışır. Sartre,
çalışmalarının bu evriminde mutlakiyetçiliği, aşırılığı ve fanatizmi olduğu
kadar ırkçılığı, zulüm ve sömürüyü de mahkûm
eder. Aynı zamanda duruşunu, teröre karşı, şiddetin kendisinin ötesine geçmeyen
pek çok tipik cevabın bir eleştirisi oluşturur (Caze, 2007).
Bu bakımdan ziyaret
başarısız görülse de çok önemlidir. Sartre, her tekil insan eyleminin bütün
insanlığı bağladığını söyler ve seçim, hepimiz için bir seçimdir. Dolayısıyla
insanlar kendi seçimlerinden tam anlamıyla sorumludur ve insanın ötesinde
seçimin sorumluluğu bakımından başka bir kriter yoktur. Seçim bireysel olsa da sonuçları
evrenseldir. Dolayısıyla, Sartre için terörizm, gizlenen kötülüğün bir tezahürü
değil, insanları sömürgeleştirmeye ya da kapitalizmin her şeyi tüketen
bencilliklerine maruz bırakan bir “ilk terör”e karşı son çaredir. Kavgada
şiddet hiç bir zaman amaçlanan değildir. Dolayısıyla, terörizmi anlamak
diyalektik bir bakış açısı gerektirir. Bu akıl yürütmeye göre, 2. Dünya Savaşı
direnişinin köprüleri havaya uçurması ve Alman askerlerini ortadan kaldırması
meşruysa, her zalime karşı yürütülen savaş da meşru olur. Böylece, 1960'lı
yıllarda, Fransa ve Almanya’nın, kapitalist, sömürgeci hükümetler tarafından
işgal edilmesine dayanılarak, Baader-Meinhof grubu haklılaştırılır. Sartre’ın diyalektik
bakış açısına göre, Baader'e tartışmalı ziyareti bir hata olarak kabul edilemez.
Baştan beri Sartre gerçekten de neye girdiğini çok iyi bilmektedir. Onun
verdiği gerçek 'mesaj', eylemin kendisidir: Ziyaret, filozof ile terörist
arasındaki 'sahte' tartışmaya ve gerçek tutukluluk koşullarına bakılmaksızın,
aslında Batı Almanya devletine yönelik tam bir saldırıdır. Ayrıca sonra
yaşananların, Sartre’ın cezaevi koşullarının dayanılmaz depresyona yol açtığı
iddiasını kanıtladığı da ileri sürülmektedir. 1976'da Stammheim cezaevinde
Ulrike Meinhof kendini asmış halde bulunur. Birkaç ay sonra Baader ve Ensslin, hücrelerinde
ölürler. Oysa Ensslin birkaç kez intihar etmekle tehdit etmiştir ve bugün bile birçok
kişi için bu ölümler gerçekten şüphelidir. Ensslin'in hücresinde Bertold
Brecht'in, grup üyelerinin sık sık alıntı yaptığı Die Massnahme adlı kitabının (The
Measure) bir kopyası bulunur: “Öldürmek çok kötü/Ama eğer gerekiyorsa, kendimizi
ve diğerlerini öldüreceğiz/Tüm yaşayanların bildiği gibi, bu katil dünyayı
sadece şiddet değiştirebilir” (Welten, 2005).
Etik ve Taktik
“Varoluşçuluk’ta doğru
hayat, doğru eylem fikri, kişinin zaten nasılsa öyle davranması gerektiği
anlayışına indirgenmektedir. Dolayısıyla kişinin kendi ethos’una, mizacına göre
davranması gerektiği söylenerek, salt varoluşu, yapısının şöyle değil de böyle
oluşu davranışın kıstası haline getirilir (Adorno, 2012)”
Sartre’ın, devrimi önlemek
isteyenlerin terörü kullanmasının, devrimin başarılı olması için terörün kullanılmasını
haklı/meşru, hatta zorunlu kıldığı görüşüyle, Batı Avrupa’yı bu mücadele
biçiminin dışında tutması birlikte değerlendirildiğinde, politik şiddete, Gramsci’nin
“mevzi/manevra savaşı” ayrımını hatırlatır biçimde, “stratejik/taktik”
yönelimli baktığı söylenebilir. Dolayısıyla burada politik şiddete, iyi/kötü yerine,
“başarı/fayda” temelinde yaklaşılmakta, başka bir deyişle “etik” bir konu
muamelesi yapılmamaktadır. Zira, Sartre’ın sözünü ettiği “koşullara bağımlı
etik”, etiği konu dışı bir konuma atmakla eşdeğerdir. “Karşı-taraf”ın
kullandığı şiddet ve/veya terör, “karşı-taraf”a uygulanan şiddet ve/veya
terörün haklı gerekçesi olabiliyorsa Sartre’ın, tıpkı İsrail’in savaşını “anlaşılabilir”
bulduğu gibi, Alman hükümetinin Baader-Meinhof üyelerine uyguladığı şiddet
ve/veya terörü de “anlaşılabilir/kabul edilebilir” bulması gerekir. Burada ilk
ve son terör ayrımı meseleyi çözmez zira “son”, kendinden sonraki için “ilk” olur.
Ayrıca devlet şiddeti/terörü yalnızca şiddet/terör uygulamak anlamında kullanmamakta,
şiddete/teröre itmek/sürüklemek, diğer bir ifadeyle “terörize” etmek suretiyle
de kullanabilmektedir. Keza Sartre politik şiddetten “çıkmaz sokak (dead end)”
olarak da söz eder. Ancak bu niteleme de etik bir hassasiyete değil, “taktik”
bir bakış açısına işaret eder.
Sartre’ın Andreas Baader
ziyaretiyse, kendi başına, politik şiddeti onaylamak/desteklemek olarak
okunamaz. Çünkü Sartre hem görüşme sırasında hem görüşmeden sonra böyle bir
tutum takınmamış, esas olarak cezaevi koşulları ve insan hakları bağlamında
kalmıştır. Ayrıca, politik şiddete taraf olan ve/veya uygulayanların da temel
insan haklarından yararlanması, araçsal değil etik bir konudur. Bunu, insan
haklarına “araç” muamelesi yapılması da değiştiremez. Zira amaç, aracı
meşrulaştıramaz. Bu “amaç”; “devrim” de olsa, “kapitalizmin devamı” veya “İslam”
da olsa, hatta “iyi/iyilik” de olsa sonuç değişmez. Amaçtan başka
ölçüye/ölçülere ihtiyaç vardır ki, bu da etiğin alanına girer. Etik olmayınca
da, hem insanın canavarlaşması hem de dünyanın cehenneme çevrilmesi önünde
hiçbir engel kalmaz. Amaç diyen insan, “araç”ının boyunduruğu altına girer, “araç”ına
dönüşür; ne “strateji/taktik” ne de “başarı/fayda” kriteri bunu engelleyemez.
“Cizvitlerle
ilişkilendirilen amacın aracı meşrulaştırdığı ilkesi, halihazırdaki bir iyi ile
talep edilen iyi, bütüncül iyilik arasındaki ayrışmayı fark eder, ama sorunu
tikel ve bireysel olan karşısında bütünlüğe, nihai amaca öncelik vererek
çözebileceğini zanneder. Fikir ilk bakışta makul görülse de bizler bu fikrin
çağımızda sınandığını ve son derece feci sonuçlar yarattığını gördük. Nihai
amacın veya toplumsal bütünlüğün önceliği uğruna suç işlemenin ne demek
olduğunu artık biliyoruz. İyi kavramını her türden elle tutulur tözden
arındırmanın neye yol açtığını ve kimler daha güçlüyse onların soyut
tahakkümünden öte bir anlama gelmediğini artık biliyoruz. Bu tür yöneticiler
nesnel olarak daha büyük iyi fikrinin arkasına sığınıp salt öznel çıkar ve
hakların kendi ellerinde emniyette olduğunu iddia ederler. Ahlak felsefesi bağlamında
bakıldığında bu tür bütün iddialara karcı çıkmak önemlidir (Adorno, 2012).”
PDF
KAYNAKÇA
Meir
Seidler (2013) The Beauty and the Beast: Jean-Paul Sartre and the Baader-Meinhof
Gang, Terrorism and Political Violence, 25:4, 597-605
Theodor W.Adorno, Ahlak Felsefesinin Sorunları,
Çev.Tuncay Birkan, Metis, 2012
Marguerite La Caze, Sartre integrating ethicsand politics: the case of terrorism, PARRHESIA NUMBER 3 • 2007 •43 – 54
Ruud Welten, Why Sartre visited Andreas
Baader? The philosopher and
the terrorist,
2005
Jean-Paul Sartre, “About Munich”, Translated by Elizabeth Bowman, La Cause
du peuple—J’accuse, No. 29, du 15 oct. 1972. (Republished in Les Nouvelles littéraires,
11-17 nov., 1982, under the
title “A New Sartre Scandal”)
Joseph L. Walsh, Sartre:
Conversations with a “Bourgeois Revolutionary”, Monthly Review, Volume 62, Issue 02 (June) (John Gerassi, Talking with Sartre: Conversations and Debates, edited and
translated by John Gerassi (New Haven, CT: Yale University Press, 2009), 336
pages.)
Reinhard Keck, David Charter,
Sympathy for the devil? How Jean-Paul Sartre confronted German terrorist
Andreas Baader, Last
updated at 9:00PM, February 7 2013, http://www.thetimes.co.uk/tto/news/world/europe/article3681648.ece
H.B.Kahraman, Sartre'ın
çıkmazı, 19/09/2001
J.P.Sartre, The Slow Death of Andreas Baader, Libération, December 7, 1974 https://www.marxists.org/reference/archive/sartre/1974/baader.htm
Felix Bohr and
Klaus Wiegrefe, The Philosopher and the
Terrorist: When Sartre Met RAF Leader Andreas Baader, 6 Şubat 2013 http://www.spiegel.de/international/germany/transcript-released-of-sartre-visit-to-raf-leader-andreas-baader-a-881395.html