“Haraway’e göre
Marksist yaklaşım tahhakkümün altında yatan sebepleri tespit etmekte
başarılıdır. Fakat geç kapitalizmin öznelerinin bu tahakküm koşullarının
yaratılmasındaki paylarını görmezden gelmektedir”. Kadınların kendi bakış
açılarından kaynaklanan ve baskının meşrulaştırılmasını ve sürekliliğini
sağlayan “nostaljik” yumuşak bakış açılarının tespit edilmesi gerekmektedir.
Feminist yaklaşımın teknolojik gelişmelerle paralel bir şekilde modernize
olarak varlığını sürdüren ya da yeni beliren baskı yollarının farkında olması
önemlidir. Haraway’e göre feminizm hep kısmi kalmış ve belirli konular dışında
başka gelişmelere odaklanamamıştır. Ona göre çözüm belki de ironik bir şekilde,
bizi insan yapan genel geçer insani kozmos’tan kurtulmamız ve feminist bir bilimdir.”
Donna
Haraway, “Tanrıça olmaktansa siborg olmayı yeğlerim,” diyerek primatoloji,
felsefe ve biyoloji alanlarında tartışmalar yaratan “siborg” metaforunu bilim,
teknoloji ve sosyalist-feminizm arasındaki ilişkiyi tartışmakta kullanmıştır. Haraway
metnini kendi deyimiyle feminizm, sosyalizm ve materyalizme inanan ironik bir
siyasal mit kurmak amacıyla kaleme almıştır (Haraway, 2006: 1).
Siborg
manifesto, günümüzde kutsal sayılabilecek kadar yerleşikleşmiş, ezeli ve ebedi
olduğu yanılsamasının yaşandığı toplumsal rol ve modellerin eleştirisine
dayalıdır. Bu kutsal şeylere dil uzatma tutumu, insanı neredeyse belirli
eşitsizliklerin sonsuza kadar sürdürülmesini sağlama eğiliminde olan,
“toplumsal” ve “ahlaki” çoğunluktan koruyacak ve bir kırılmanın önünü
açacaktır. Haraway’in metni ırksal, etnik veya dini kimlik üzerinden şekillenen
kimlik politikalarını geçersiz kıldığı gibi, sabit ve mutlak bir kadın kimliği
üzerinden yürüyen bir feminizmi de, radikal bir biçimde eleştirmektedir.
Haraway’e göre siborgun, özne-nesne, olgu-kurgu, organik-mekanik, doğa-kültür,
beden-zihin, özgür irade-belirlenmişlik, değişim-devamlılık,
evrensellik-biriciklik ve tabii kadın-erkek gibi türlü kategorik karşıtlıkları
hükümsüz kılan; bunu yaparken de her türden bütünsel ve yapısal tahakkümü yıkan
potansiyeli, başta kadın olmak üzere, birçok tanımlı ve dolayısıyla kontrol
edilebilir, denetim altında tutulabilir kimliği ortadan kaldırarak, yeni bir
özgürlükçü politikanın önünü açmıştır (Güney, 2007).
Yazar
“Siborg Manifesto”nda, bu dönüşümün ve tahayyül ettiği kırılmanın
gerçekleşebileceğine dair düşüncesini “siborg” imgesiyle somutlamaya
çalışmaktadır. Haraway’e göre tüm kategorik ayrımlar, toplumsal olarak inşa
edilmiş kavramsallaştırmalardan ibarettir ve açıkça ataerkil, beyaz, batı
merkezci düşüncenin, dünya üzerindeki tahakkümünü meşrulaştırmaya hizmet
etmektedir (Güney, 2007).
Bu sibernetik organizma,
kurgusal ve toplumsal gerçekliğe ait bir yaratıktır. Toplumsal pratiklerle
kurgulanan kadın ile yine üretilen, kurgulanan siborg arasında bir benzerlik
söz konusudur. Haraway, “siborg”ta bir kadın görmektedir. Çünkü kadın ve
kadınlığın da toplum tarafından kurgulanan bir yanı vardır. Lacan’a göre
içgüdülere cinsel kimliğini kazandıran şey, bizzat kültürün baskısıdır (Tura,
2006: 63). Toplumsal pratiklerin dolayımıyla, “özne” çeşitli roller üstlenir ve
doğal gerçekliğinden uzaklaşır. Kadının doğal gerçekliği giderek kendini
kültürel bir gerçekliğe bırakır. Cinsiyet, kadınlarla erkekler arasındaki
biyolojik farklılıklardır; toplumsal cinsiyet ise, toplumun bu farklılıkları
bir toplumsal sisteme oturtarak yaptığı şeydir. Dolayısıyla doğuştan gelen
kadın ve erkek cinsiyeti ile ilgili özellikler, zamanla içinde yaşanılan
toplumun kültürü tarafından yorumlanarak yapılandırılır ve toplumun kadın ve
erkekten beklentileri de buna göre şekil alır (Hill’den akt. Gürhan, 2010: 59).
Kadınlık deneyimi kadına, sonradan empoze edilen bir özelliktir. İnsan
organizması da artık, birçok teknolojik araç-gereçle bütünleşmiştir. Organizma
bu yönüyle, bir makine-beden bileşenidir. Haraway’e göre siborg, bir toplumsal gerçeklik, canlı toplumsal
ilişkiler ve önemli bir siyasal kurgu olmasının yanı sıra, dünyayı
değiştirebilecek potansiyele sahip bir kurgudur da. Siborg imgesi her an kontrolden
çıkabilecek ve sisteme başkaldırabilecek bir potansiyele sahiptir. Haraway’e
göre “kadınlık” da, siyasal ve toplumsal
bir kurgudur. Haraway, kadınların ezilme ve değersizleştirilmesine ön ayak olan
bu kurgunun yarattığı adaletsizlikle, ancak ihtimallerin farkında olan bir
bilincin ve hayal gücü gelişmiş bir kavrayış gücünün kurulmasıyla başa
çıkılabileceğini ifade etmektedir. Bu kırılmanın önünü açacak ve bu dönüşümü sağlayacak
olan da, tıpkı siborg gibi, “baba”sının zincirlerinden kurtulacak olan
kadındır. Siborg, 20. Yüzyılın son
döneminde, kadınların üzerindeki toplumsal baskının sürekliliğini sağlayan ve
ataerkil toplumsal pratikler dolayımıyla kadına çeşitli sınırlamalar getiren
sistemi, değiştirebilecek potansiyeli olan bir metafordur.
Teknolojik gelişmeler sonucunda
organizma ile sibernetik organizmalar arsındaki fark giderek gözden
kaybolmaktadır. Organizma artık, kendine yetmediği durumlarda teknolojik araç
gereçlerle yapılan takviyelerle makineleşmeye başlamaktadır. Gözlükler, lensler,
kalp pilleri, tekerlekli sandalyeler artık organizmanın temel organları gibi
vazife görmektedirler. Haraway’e göre dünya artık organizma ile makinenin bir
bileşenidir. Ağırlıklı olarak organizmanın denetiminde olan beden, makineleşme
oranının artmasıyla herhangi bir kozmosa sahip olmayan bir “Siborg”a
dönüşecektir. Bu siborg, toplumsal dayatmanın bir ürünü olan heteroseksizmi
önleme potansiyeli olan, cinsiyeti olmayan bitki-hayvan karışımı bir yapıya
sahiptir. Haraway 20. yüzyılda artık hepimizin makine ile organizmanın teorik
bir zeminde ifade edilen ve fabrikasyon misali uydurulmuş birer melez
olduğumuzu vurgulayarak, hepimizin artık birer siborg olduğunu söylemektedir
(Haraway, 2006: 4).
Batının ataerkil ve kapitalist üretim
süreçlerine dayalı geleneği, kadına dayattığı toplumsal rol ve kadının üzerinde
kurduğu tahakküm vasıtasıyla, insan yapımı siborg ile kadın arasındaki farkı
minimum düzeye indirmiştir. Artık sınırlar birbirine karışmıştır. Haraway,
tekilleştirmelerin olmadığı, öznenin üretilmediği (dişi-erkek, hasta-sağlıklı,
iyi-kötü) ve sınırların birbirine
karıştığı bu yeni dünyayı memnuniyetle karşılamaktadır. Haraway bu argümanıyla,
sosyalist- feminist yaklaşıma, postmodernist
sisteme dair karamsarlığından arınmış, yerleşik bütün kalıplardan kurtulmuş,
cinsiyetin olmadığı ya da kategorileştirilmediği, doğum ve ölümün olmadığı
ütopik bir dünya hayaliyle katkı sağlamaya çalışmaktadır.
Haraway siborgu toplumsal cinsiyet
sonrası dünyanın bir aktörü, bir imgesi olarak görür. Siborg, patriyarkanın ve
özel mülkiyetin beraberinde getirdiği aile içi baskıdan, kapitalist üretim
ilişkilerinin pekiştirdiği kadın üzerindeki tahakkümden azat olmuş, her türlü
bağımlılıktan kurtulmuş bir imgedir. Haraway’ın bahsettiği siborg imgesi
mahremiyete, yerleşik ahlaki değerlere, bütünselliğe ve tamlığa muhaliftir. Bu yönüyle siborg geleneksel değerlere karşı
çıkar. Siborg’un hayal gücü geniştir ve ütopyacıdır, kuralları çiğnemeye
eğilimli “günahkâr” bir duruşu vardır. “Siborg kısmiliğe, ironiye, mahremiyete
ve sapkınlığa, denebilir ki kararlılıkla bağlanmıştır. Dolayısıyla, siborg
muhaliftir, ütopyacıdır ve masumiyetle hiç alakalı değildir” (Haraway, 2006: 6).
Siborg zincirlerinden kurtulmuştur, hayalinde
geleneksel ailenin temellerini oluşturduğu bir toplumun varlığından söz
edilemez. Siborgların hafızasında bütün toplumsal eşitsizliklerin
hükümranlığını kurduğu bir kozmos ya da düzen yoktur. Üretim ilişkilerinin
öznenin zihninde oluşturduğu yanlış bilince ya da tahakküm ilişkilerine de yer
yoktur. Bu anlamda, siborgun hafızası boş bir levhadır. Haraway siborgları
militarizm ve patriyarkal kapitalizmin gayrı meşru çocukları olarak niteler. Bu
gayrı meşruluk, hiyerarşik bir tahakküm ilişkisine dayalı, baskıyla idare edilen
ailenin temellerini kökten sarsacak bir dinamizm ve potansiyele sahiptir. Bu
anlamda siborglar, özellikle kendi babalarının izinden gitmek zorunda
değildirler ve bir devrimin öncüleri olabilecek imgelerdir. Burada rol model
olarak babanın alınmayacak olması patriyarkanın yıkımını beraberinde getirecektir.
Haraway
manifestoda tüm gruplamalara, tekilleştirmelere, özellikle de biyolojik
farklılıkların baz alındığı kimlik tanımlamalarına karşı çıkmaktadır. Haraway’e
göre günümüzde, ABD’nin bilimsel kültüründe dilin kullanılması, toplumsal
davranışlar ya da zihinsel olaylardaki değişikliklerle ile birlikte, artık
insan ile hayvanı birbirinden ayıran sınırlar bile iyice belirsizleşmiştir.
İnsanların diğer canlılarla kurdukları ilişkiler geleneksel davranış biçimlerini
değiştirmiştir. İnsanlar ve hayvanlar arasındaki dostluklar ya da insanların
makinelerle geçirdikleri zaman düşünüldüğünde, hayvanlar ve makinelerin sosyal
yaşamda insana olan ihtiyacı azaldığından söz edilebilir. Bu dönüşüm, bazı
feminist gruplarca olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. Haraway
birçok feminizm kolunun, insan ile diğer canlı yaratıklar arasında kurulan
ilişkilerin verdiği hazza, olumlu bir gözle baktıklarını belirtmektedir
(Haraway, 2006: 7). Haraway’e göre, son yüzyıllarda gelişen biyoloji ve evrim
teorisi aynı zamanda bilgi nesneleri olarak modern organizmaları da üretmiş,
insanlar ile hayvanlar arasındaki çizgiyi silik bir iz derecesine düşürmüştür.
Biyolojik determinist ideoloji, bilimsel kültürde insan ile hayvan arasında
fark olup olmadığını tartışmaya açan yaklaşımlardan biridir.
Marksist
ve Sosyalist Feministler, post-yapısalcı ve post-modernist teorileri, her şeyi
metinleştirdikleri ve okumanın kişiye/mekâna göre değişebileceği savlarından ötürü,
çok anlamlılıkla beraber gelen anlamsızlığın serbestleştirilmesini ve buna
bağlı olarak da, tahakküm ilişkilerini ve buna yol açan sebepleri göz ardı
ettikleri gerekçesiyle eleştirmektedirler. Haraway’in siborg miti de, bu
post-modernist stratejileri yıkıma uğratmaktadır (Haraway, 2006: 10). Siborg
manifestoya göre, post-modernist yaklaşımda olduğu gibi birçok sınırın ortadan
kalktığı ya da belirsizleştiği, her şeyin birbirine karıştığı gerçek ile
simülasyonun, fiziksel olan ile olmayanın, uzak ile yakının ve bir çok
disiplinin birbirine karıştığı bir çağda yaşamaktayız. Fakat bu dönüşüm siborg
manifestoda post-modernist teorideki gibi her şeyin son bulduğu ve artık sadece
hiper gerçekliğin yeniden üretildiği bir çağda yaşadığımız anlamına gelmez.
Siborg metaforu manifestoda bir “big bang” tir. Her şey, tüm sınırlar gerçekten
yok olmuştur ama bu aynı zamanda bir başlangıçtır da.
Haraway’ın
siborg dünyası kadınlar üzerindeki sistematik tahakküme karşı topyekun bir
savaşın başlatıldığı alandır. Bu dünya; insan, hayvan ve makineler arasındaki
sınırların kalktığı, kimliksel, ırksal ya da biyolojik faklılıkların hiçbir
türün aleyhine argümanlar olarak kullanılmadığı bir bilincin oluştuğu dünyadır.
Siborg manifestoya göre kimlikler, pozitivist bir tutumla açıklanamayacak ve
sınıflandırılamayacak kadar kompleks yaratılardır. Nasıl şekillendirildikleri
ve toplumsal pratikte oynadıkları rolleri nasıl üstlendikleri hala bir muamma
olan toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf gibi olgular, tahayyüldeki ideal nihai
uzlaşının temellerini oluşturamazlar. Biyolojik benzerliklerin ve hatta
aynılıkların, herhangi bir türün tanımlanıp toplumsalda konumlandırılmasında
referans kaynağı olarak belirlenmesi ayakları yere basmayan bir yaklaşımdır.
Haraway’e göre, zaten aynı diye bir şey de yoktur. Bu anlamda, kadınların
homojenleştirilerek toplumsalda konumlandırılmasındaki bağlayıcılığı hükümsüz
kalır. Haraway’e göre “dişi”yi, kadınları doğal olarak birbirine bağlayan bir
terim olarak öne çıkarmanın hiçbir anlamı yoktur” (Haraway, 2006: 16).
Post-yapısalcı
Feminist düşünür Judith Butler “Cinsiyet Belası” adlı kitabında, kadınların
aynı karakteristik özelliklere sahip bir grup olarak değerlendirilmesine karşı
çıkmaktadır. Butler, cinsiyetin siyah ve beyaz gibi, griye veya farklı tonlara
yer vermeyecek şekilde kategorilendirilmesinin yanlış olduğuna dikkat
çekmektedir (Gauntlett, 1998). Çünkü bu gruplama eğilimi, insanın cinsiyetini
özgürce seçmesi konusunda bir sınırlama getirmektedir. Kimlik veya cinsiyet
modelleri, iktidarlar tarafından dayatıldıklarından ve onların sundukları
seçenekler olduklarından, özgür bir seçim söz konusu değildir. Bu seçimin
sonucunda ya kadın ya da erkek olunabilir. Başka bir sınıfa dahil olma
alternatifi ile kendi cinsiyetini seçme özgürlüğü, sunulan iki seçenek
nedeniyle “özne”lerin ellerinden alınmaktadır. Erkekler erkek grubuna, kadınlar
kadın grubuna dahil olmak zorundadırlar. Bu biyolojik farklılıklara dayalı bir
gruplamadır. Haraway’ın siborg metaforu cinsiyet sonrasıdır. Ne erkektir ne de
kadın, hiçbir gruba dahil olamaz. Haraway siborg metaforuyla bu gruplamalara
savaş açar.
Butler
da bu şekilde bir gruplama yapan feministlerin, biyolojinin bir kader olarak
değerlendirilmesi sonucunu doğurduğunu savunmakta, bu düşüncenin farklı
seçimlerin önünü tıkadığını ve direnmeye imkân tanımadığını söylemektedir
(Kirby, 2006: 22). Haraway, bu tür doğa- kültür, fiziksel-fiziksel olmayan,
özne-nesne, insan-hayvan, makine-insan arasındaki sınırların iyice
belirsizleştiğini ve bunlara ait mecraların birbirine karıştığını söylerken,
kişileri tanımlanmış kimliklere ve bunların toplumsal pratiklerine hapseden, bu
dayatmacı yaklaşımın, insan ve diğer türlerin doğasını açıklamakta yetersiz
kaldığından bahsetmektedir.
Heteroseksüelliği zorunlu kılan bu yaklaşım, kişilerin hür iradeleriyle
seçim yapmalarını ve bu yönde gelişebilecek herhangi bir eğilimin önünü
kapatmaktadır.
Haraway’ın
eleştirdiği dünyada, sunulan seçenekler arasından bir seçim yapmak esastır. Bu
seçimi yapmayan ya da bu seçenekler dışında, iktidarı elinde bulunduran baskıcı
çoğunlukça kabul edilmeyen alternatif bir seçeneğe yönelmek suçtur ve bu suçun
cezai yaptırımları vardır. Dışlanma, izole edilme, hastanelere kapatılma,
horlanma bunlardan bazılarıdır. Bu bir özne yaratma eğilimidir. Fouault da
iktidarın özne yaratma pratiklerinden bahseder ve ona göre öznenin üretimi öznenin
nesneleştirilmesidir. Öznenin nesneleştirilmesinin bir yolu da ayırma
(dividing) pratikleridir (Rabinow’dan aktaran Sancar). Deli-akıllı,
hasta-sağlıklı, serseri-efendi,
yoksul-zengin, tembel-çalışkan ayrımı, birincileri tecrit edip kapatmak
ve böylece normal-anormal ayrımı yapmaktır (Sancar, 146: 147). Bu yönüyle
siborg manifesto, feminizmin klasik kadın erkek mücadelesine dayanan ve
biyolojik farklılıklar üstüne temellenen sabit bir kadın kimliği yaratma
yaklaşımını da “siborg” metaforuyla eleştirir. Siborgun cinsiyetsizliğiyle
cinsiyetin sınırlarının ötesine geçilir.
Haraway’e
göre toplumsal cinsiyet, ırk ya da sınıf bilinci; üretim ilişkileri, özel
mülkiyet ve patriyarkadan kaynaklanan ve bir kişi, sınıf veya zümrenin,
toplumun diğer üyelerini egemenlik altına alma içgüdüsü sonucunda ortaya çıkmış
şeylerdir. Bir diğer deyişle, bunlar doğal gerçeklikleri olmayan kültürel
gerçekliklerdir. “Toplumsal cinsiyet, ırk ya da sınıf bilinci, patriyarkanın,
sömürgeciliğin ve kapitalizmin çelişkili toplumsal gerçekliklerinin bize
yaşattığı korkunç tarihsel deneyimlerin kazanımlarıdır”(Haraway, 2006: 16).
Feminist
yaklaşımlar, toplumsal cinsiyet
sorununun sebep ve kökenlerine dair düşüncelerinde ve alternatif çözüm
arayışlarında birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Radikaller sorunun sınıfsal
reform ya da özel mülkiyet reformu gibi bireysel eylem ya da toplumsal değişme
yoluyla ortadan kaldırılamayacak denli köklü olduğu konusunda oydaşma
içindedirler (Jaggar’dan aktaran Küçük, 2005: 127). Radikallerin önde gelenleri,
erkeklerin ve kadınların farklı doğalarla doğduklarını varsayarak “patriarka”
terimini, erkeklerin kadınlar üzerinde doğuştan ve evrensel olarak tahakküm
kurmalarının tüm yollarını kapsayacak şekilde ele alırlar ( Millet’ten aktaran
Küçük, 2005: 127). Radikal yaklaşım, kadınların maruz kaldığı baskıyı
açıklarken sadece “patriarka”ya odaklanarak, sınıfsal baskı ve emek kavramını
göz ardı eder. Haraway, bir kadın
kimliği yaratarak kadınları totalleştirme eğiliminde olan radikal feminizmin,
kadın kimliği teorisini eleştirmektedir. Aynı şekilde Marksist yaklaşımın da,
kadınların radikal farklılıklarını görmezden gelerek, sorunun kaynağı olarak
sadece özel mülkiyet ve sınıfsal baskıya odaklanmalarını eleştirir.
Küçük’e
göre liberal feministlerin çoğu, çabalarını kadınların entellektüel gelişim ve
başarı fırsatlarını geliştirecek yasaları yaratmaya ve değiştirmeye hasreder.
Erken dönem liberalleri kadınların eşit oy ve mülkiyet hakkı için çalıştılar.
Günümüzün liberalleri eşit ücret ve istihdam gibi konular için savaşmaktalar
(Küçük, 2005: 133). Hem Marksist hem de sosyalist feministler, kapitalizm
koşulları altında sınıfsal baskının kadınlar üzerindeki baskıda temel bir etken
olduğuna inanırlar. Ortodoks Marksistler, sınıfsal baskıyı sorunun başlıca
kaynağı olarak görürken, sosyalist feministler patriyarkanın sınıfsal baskıyl
aynı oranda önem taşıyan bir etken olduğuna inanırlar (Küçük, 2005: 143). Haraway’e
göre feministler arasındaki bu bölünmeler, sorunun çözümü için gerekli olan
dikkatin dağılmasına neden olmuş ve kadınların birbirleriyle mücadele ettikleri
bir mecranın oluşmasına sebep olmuştur. Feministler arasındaki (kadınlar
arasındaki demeye hiç gerek yok) acı verici parçalanma, 'kadın' kavramını ele
avuca sığmaz bir niteliğe büründürmüş, kadınların birbirleri üzerinde
kurdukları tahakküm matrisinin bir bahanesine dönüşmüştür” (Haraway, 2006: 16).
Haraway
Siborg Manifesto’da gruplamaları, tekilleştirmeleri, sabit tanımları eleştirir
ve siborg metaforunun da tüm bunları yıkıma uğrattığını ifade eder. Siborg
bunlara karşı topyekun bir savaşı başlatacak kıvılcımdır ve kadınlar üzerindeki
toplumsal baskıyı kıracak muhalif bir bilincin sembolüdür. Haraway, “beyaz
ırktan olmayan kadınların” oluşturduğu siyasal sesi bu muhalif bilince örnek
olarak verir. Chela Sandoval’ın teorisine göre bu ses umut verici, muhalif bir
siyasi kimliğin sesidir. Bu kadınların yarattığı post-modern kimlik, Haraway’in
de eleştirdiği grup bilincini yadsımanın bir ürünüdür. Bu kadınların kurduğu
birliktelik dişilik temelli değildir. Bu muhaliflik, ezilmişliğin, herhangi bir
ırk, sınıf ya da cinsiyete dahil olmaları engellenmiş bireylerin iktidarı
yorumlama ve sorgulama pratiklerinden doğmuş bir kimliktir. Bu kimlik ötekilik,
farklılık ve özgüllükten doğan bir kimliktir. Burada önemli olan, bu kadın
gruplamaların dişilik temelli olmayışı ve bir tekilliğe indirgenmemiş
olmasıdır. Post- yapısalcı ve post-modernist teorilerle örtüşen bu fikir, kadın
olmanın dişi olmakla eşit olmadığı anlamına gelir ve bir meta anlatının
yıkımıdır. Haraway manifestosunda, siborg’un bu farklılıkları ortadan
kaldıracak birleştirici niteliğine atıfta bulunur. Haraway’de de, biyolojik farklılıkların
gruplama için yeterli, belirli temeller teşkil edemeyeceği fikri egemendir. Bunun
yanında siborg manifestoda önemli olan, tahakkümün, patriyarkanın ve kadınların
lehine işleyen kapitalist üretim süreçlerinin, bir siniklik yaratma potansiyeli
olmasına rağmen bunun gerçekleşmeyişi ve aksine giderek bir başkaldırı
mecrasının oluşmasıdır.
Sloterdijk,
burjuva manipülasyonundan, cehaletten ve içinde bulunulan koşulların farkında
olunmamasından kaynaklandığı öne sürülen Marksist ‘yanlış bilinç’ kavramını
tersine çevirerek, aslında çağdaş bireylerin olan biten her şeyin, her türlü
tahakküm ve eşitsizliğin farkında olduğu halde, buna karşı koymaktan kaçınan
bir tür ‘aydınlanmış yanlış bilinçle’ hareket ettiklerini dile getirmektedir (Güney,
2007). Haraway, eşitsizliklerin alabildiğine yürüdüğü ve neredeyse
Sloterdijk’in aydınlanmış bilinçlerinin bile var olan eşitsizliklere katkıda
bulunup yeniden ürettiği içinde bulunduğumuz dönemde, siyasal birliğe her
zamandan daha fazla gereksinimimizin olduğunu söylemektedir. Haraway,“Ben
tarihte, 'ırk', 'toplumsal cinsiyet', 'cinsellik' ve 'sınıf üzerinden kurulan
tahakkümlerle etkili bir şekilde baş etmeye çalışmak üzere siyasal birliğe daha
fazla ihtiyaç duyulduğu başka bir zaman dilimi bilmiyorum” (Haraway, 2006: 21)
demiştir.
Haraway’ın
kadın olarak düşlediği “siborg” metaforu bütün bağımlıklardan, tahakküm
ilişkilerinden, içselleştirimiş meta anlatılardan arınmış olduğu için, içinde
bu ideale ulaşmayı sağlayacak bir özü barındırır. Haraway’e göre Marksist ve sosyalist
Feminist yaklaşımların esas başarısı, emek kategorisini, kadınların gördükleri
işleri de kapsayacak şekilde genişletmek olmuştur. Marksist ve sosyalist
feminist yaklaşımların, özellikle kadınların evde yaptıkları işleri de bu
kategoride değerlendirmeleri, kadınların yeni kazanımlar elde etmelerinin önünü
açacak niteliktedir. Marksist ve sosyalist yaklaşımın emek ve patriyarka
kavramlarını kullanıp, kadınlar üzerindeki toplumsal baskının ardında yatan
temel sebepler olarak sunmaları, kadınları doğallaştırmaktansa, birlikler
oluşturma eğilimi yaratması açısından önemlidir.
Haraway’a
göre, çağımızda tanrı ve tanrıça da dâhil herkes ölmüştür. Ve bunlar
mikro-elektronik ve biyo-teknolojik siyasetle yüklü dünyalarda tekrar hayata
dönmüşlerdir (Haraway, 2006: 30). Artık hemen her şeyin bir simülasyonu
mevcuttur. Teknoloji öncesi yeniden üretim mekanizmaları post-modern çağda bir
evrim sürecine girmiştir. Örneğin organizma biyotik bileşene, yeniden üretim
çoğaltmaya, ev fabrikaya ve zihin yapay zekâya doğru evrilmektedir. Artık
cinsel üreme bile insanların doğal üreme yöntemlerinden biri olmaktan çıkmaya
başlamıştır. Teknoloji, zaman ve mekân farklılıklarından ileri gelen sınırları
da yok etmektedir. Gruplar arasındaki sınırların karıştığı ve “kutsal” sayılan
sınırların çiğnendiği bu tahayyül edilen dünyada, artık kendi başına hiç bir
nesne mekân ya da beden kutsal değildir (Haraway, 2006: 33).
Haraway,
iletişim alanındaki teknolojik gelişmelerin kadınlar üzerindeki toplumsal
baskıyı arttıran bir yanının da olduğunu ve var olan eşitsizliğin
sürdürülmesinde etkin bir rol oynadığı üzerinde de durur. Kadınlar
toplumsallaşma ve yenidünya düzeninde bir yer edinme adına teknolojik
gelişmelere ve kapitalist sisteme entegre olmak zorunda kalırlar. Baudrillard’a
göre, günümüzde toplumsallaşma iletişim araçlarıyla kurulan ilişkiyle
ölçülmektedir (Baudrillard, 2013: 119). Kadınlar da, toplumsallaşabilmek
adına görevi sistemin devamını sağlamak olan iletişim araçlarının, kendi aleyhlerine
doğurduğu sonuçları yadsıyarak, sistemin bir parçası haline gelirler ve onu
yeniden üretirler. Tahakküm ilişkileri bu mecrada da yeniden kurulur ve
kadınların aleyhine işlemeye devam eder. Kadınların fiili durumu, tahakkümün
enformatigi denen, dünya çapındaki bir üretim/yeniden üretim ve iletişim
sistemiyle bütünleşme ve o sistem tarafından sömürülme durumudur. Ev, işyeri,
piyasa, kamusal sahne, beden; bunların hepsi, kadınlar ve başkaları nezdinde doğurduğu
kapsamlı sonuçlarla birlikte neredeyse sonsuz, çok şekilli biçimlerde
dağıtılabilir ve birbirlerine bağlanabilirler (Haraway, 2006: 34). Zihin ile
beden, hayvan ile insan, organizma ile makine, kamusal ile özel, doğa ile
kültür, ilkel ile uygar arasındaki ikiliklerin hepsi ideolojik bakımdan
sorunludur (Haraway, 2006: 33,34). Feministlerin, tahakkümün enformatiğinden
kaynaklanan yeni tahakküm ve baskı yöntemlerine odaklanmaları, kadınların
aleyhine işleyebilecek yenidünya düzenini iyi analiz etmeleri gerekmektedir. Haraway’e
göre sosyalist feminist politikayı yeniden inşa etmenin önemli yollarından
birisi, bilimin ve teknolojinin toplumsal ilişkilerine eğilen teorik ve pratik
aracılığıyla ortaya çıkacaktır (Haraway, 2006: 34).
Althusser’e
göre, kapitalist düzende emek gücünün yeniden üretimi, bir başka deyişle,
sistemin devamını emeğiyle sağlayacak olan sistemle uyumlu bireylerin
yetiştirilmesi, aile ve okul gibi devletin ideolojik aygıtları dolayımı ile
sağlanır. Emek sahibi, okullarda bir yandan üretimin devamında kullanılacak
teknik bilgi ile donatılmakta iken, diğer yandan yurttaş olma bilinci, mesleki
vicdan, ahlak kuralları, bir diğer deyişle, toplumsal-teknik işbölümüne saygılı
olma kuralları ile sınıf egemenliğinin yerleştirdiği düzenin kurallarını
çiğnememeyi öğrenir (Althusser, 2008: 158). Bu sayede, kapitalist düzenin
olmazsa olmaz koşullarından olan toplumsal işbölümü yüceltilir. İşbölümünün her
görevlisinin tayin edildiği yere göre uyması gereken terbiye kuralları, görgü
kuralları vardır. Bu kurallar toplumsal pratikler dolayımıyla nesilden nesile
aktarılır. Sosyalist feminizme göre, kadınların üzerindeki toplumsal baskı ve
tahakküm, patriyarka’yla beraber kapitalist düzen, sınıf ve özel mülkiyetle de
ilintilidir. Bunların üzerine temellenmiş toplumsal pratikler bir kozmos
yaratır. Haraway siborgu, bu kozmosun tersyüz edilmesini sağlayacak bir metafor
olarak görmektedir. Siborg, bir yıkım ve tekrar dirilmedir. Biyolojik
farklılıklardan ya da kozmoslardan ileri gelen bir ortaklık bilinci yoktur.
Post-modern kolektif ile kişisel benliktir (Haraway, 2006: 34). Feminizmin
kendini yeniden inşası için, koda çevirmesi gereken benlik de bu benliktir.
Atiğe
göre Marx'ın büyük sanayi üretiminde makineleşme ile birlikte, sermayenin, ek
emek gücü olan kadın ve çocuk emeğine de el koyduğu tespitini, Haraway de
izlemektedir. Gelişmiş ülkelerin kadınlarının gözünde, sömürge ülkelerindeki
kadınların, bir düşman gibi sunulduğunu ve kadın emeğinin dünya üzerinde bir
ırk ayrımı rejimiyle dengede tutulduğunu da Haraway gözlemlerine ekler. Kadın
emekçiler arasındaki bu beyaz ve beyaz olmayan ayrımına karşılık olarak,
Haraway siborgluğun birleştirici ontolojisini tüm kimliksel ayrıştırmaların
önüne koyar (Atik, 2008: 67). Yeni sanayi devrimi ve teknolojik gelişmelerle
yeni bir işçi sınıfı, yeni ilişkiler ve
farklı etnisiteler ortaya çıkmaktadır. Kadınların da iş gücüne katılmaları, bu
güne kadar ev işlerinde ücretsiz olarak çalışan kadınlara nispeten bir rahatlık
sağlasa da, bu onların ev içindeki işlerden uzaklaştıkları ya da patriyarkal
tahakkümden kurtuldukları anlamına gelmemektedir. Çünkü özellikle üçüncü dünya
ülkelerinin iş gücüne katılan emekçi kadınları evlerinin dışında da “kadınsı” işlerde
istihdam edilmektedirler. Haraway’a göre “Kadınsılaşmış” demek son derece kırılganlaşmış
bir nitelik taşımak anlamına gelir. Bu da bu nitelikteki bir emek
dağıtılabilir, toplanabilir, yedek iş gücü olarak sömürülebilir, kadınlara
işçilerden ziyade hizmetçi gözüyle bakılabilir anlamlarını taşımaktadır
(Haraway, 2006: 40). Bu şekilde kadınlar için fabrika ile ev arasında hiç bir
fark kalmamaktadır. İşgücüne katılan kadınlar giderek ailelerinin tek gelir
kaynağı haline gelmeye başlamaktadırlar. Robotlar ve onunla ilintili
teknolojiler gelişmiş ülkelerde erkekleri devre dışı bıraktığı ve üçüncü
dünyanın kalkınmasında yeni erkek işleri yaratılamadığı için, yine bu süreçte,
otomatik bir düzene sahip olan ofis işleri emek fazlası ülkelerde bile kural
haline geldiği için çalışmanın kadınsılaşmasında yoğunlaşma olduğu kuşkusuzdur
(Haraway,2006: 43).
Aynı
şekilde Amerika’da da siyah erkeklerin kadınsılaşmasıyla ücretli işlerde
çalışan kadınların sayısı giderek azalmaktadır. Haraway’e göre, kadınların ve
ezilen kesimlerin aleyhine işleyen bu süreç, cinsiyetler ve ırklar arası
dayanışma ve birliklerin önünü açacaktır ve bu dayanışma bir zorunluluk haline
gelecektir. Bunu sağlayacak olan da “siborg kadın”dır. Yeni teknolojiler,
kamusal hayatın yok olmasına, militarizasyonun, özelleştirme ve özel mülkiyet
sahasının genişlemesine sebep olmaktadır. Bu şekilde, kadınların kültürel ve
ekonomik açıdan zarar görmesini sağlayan ve gelişmesi özel mülkiyet kavramına
da bağlı olan geleneksel sağcı aile modeli yaygınlaşmaktadır. Yeni iletişim
teknolojileri, 'kamusal hayat'ın herkes için silinmesinde temel bir öneme
sahiptir. Bu da kalıcı ve ileri teknolojili askeri düzenin -çoğu insanın, fakat
özellikle kadınların kültürel ve ekonomik bakımdan zararlarına olacak şekilde-
mantar gibi yayılmasını kolaylaştırmaktadır (Haraway, 2005: 45).
Haraway
manifestosunda video oyunlarının etkisinden bahseder. Haraway’e göre, bu tür
oyunlar bireysel rekabet kavramını öne çıkarır ve bunun propagandasını yapar.
Video oyunları toplumsal cinsiyete dayalı oyunlardır. Bu oyunlarda bütün felaketlerden
bilim kurgu ile kurtulabilineceği mesajı egemendir. Aynı şekilde, yeni
teknolojiler cinsellik ve üreme pratiklerini de yıkıma uğratırlar. Bedenler
üzerinde görsellik uğruna yapılan değişiklikler, özel bir tatmin sağlayarak
bedenin araçsallaşmasına hizmet etmektedirler. Yeni teknolojiler bu anlamda
bütün etnisitelerde, kadın ve erkek ikiliğine dayanan bir toplumsal yapının
oluşmasına sebep olurlar. Bu sebepten dolayı sosyalist feminist politika,
bilimsel-teknik söylemleri, süreçleri ve nesneleri kurup inşa eden bilim ve
teknoloji üretimindeki kadınlara hitap etmelidir (Haraway, 2006: 47). Bu femninist bir bilimin
kurulmasını sağlayabilecek bir yol bulma girişimi ve bu potansiyele sahip bilim
kadınlarının ilerici toplumsal gruplarla ittifak kurmaları gerektiğinin
ifadesidir. Haraway’e göre sosyalist feministler, bilim ve teknoloji alanlarına
da odaklanmalı ve bu alanlarda da etkili bir politika geliştirmek
zorundadırlar. Bu adım, teknoloji ve iletişim alanındaki gelişmelerle
küreselleşen yenidünya’da, kadınların bu yenidünya’yla entegre olarak
değersizleştirilmesinin önünü alacaktır.
Haraway’in
bahsettiği “Beyaz ırktan olmayan kadınlar” bilim tabanlı endüstrilerde istihdam
edilebilecek özelliklere sahiptirler. İngilizce bilmek, buralarda istihdam
edilecek ucuz iş gücü için önemli bir kıstas ve tercih sebebidir. Okur-yazarlık
(özellikle İngilizce olarak okuyup yazabilmek) ucuz kadın emeğini çok uluslu
şirketlerin gözünde son derece cazip kılmaktadır (Haraway, 2006: 59).
Haraway’e
göre Marksist yaklaşım tahhakkümün altında yatan sebepleri tespit etmekte
başarılıdır. Fakat geç kapitalizmin öznelerinin bu tahakküm koşullarının
yaratılmasındaki paylarını görmezden gelmektedir”. Kadınların kendi bakış
açılarından kaynaklanan ve baskının meşrulaştırılmasını ve sürekliliğini
sağlayan “nostaljik” yumuşak bakış açılarının tespit edilmesi gerekmektedir.
Feminist yaklaşımın teknolojik gelişmelerle paralel bir şekilde modernize
olarak varlığını sürdüren ya da yeni beliren baskı yollarının farkında olması
önemlidir. Haraway’e göre feminizm hep kısmi kalmış ve belirli konular dışında
başka gelişmelere odaklanamamıştır. Ona göre çözüm belki de ironik bir şekilde,
bizi insan yapan genel geçer insani kozmos’tan kurtulmamız ve feminist bir
bilimdir.
Haraway’e
göre kimliğinden soyunmuş olan piç ırk, kenarda köşede kalmışların gücünü ve
Malinche gibi bir annenin önemini öğretebilir bize (Haraway, 2006: 63). Haraway
toplumsal pratiklerin sonucunda, sınırlı seçenekler arasından edinilen kimliklerden
kurtulmanın bakış açımızı değiştireceğini ifade eder. Buradaki kimlik dilsel
pratikler aracılığıyla söylemler sonucunda oluşmuş olan kimliktir. Bu
eşitsizliklerden ve ikiliklerden beslenen iktidarın, bizlere dayattığı
kimliktir. Kabul edilmediğinde cezai yaptırımı olan kimliktir. Bu kimlikten
arınıldığı zaman siborg olunacaktır ve nihai çözüm gayrı-meşru siborg olmaktan
geçer. Haraway çözümün, ikiliklerden kurtulmuş ve seçimlerini sunulan “ahlaki”
olanlar arasından değil, hâlihazırdaki ahlaki değerlerden uzak olsa bile özgür
bir seçim yapabilen siborglardan geçtiğini ifade eder. Haraway, kadınların geçirgen
olmayan tamlığı sağlayacak organik bütüncülüğe (holism), total kadına ve onun
feminist çeşitlemelerine ihtiyacının olmadığını söyler (Haraway, 2006: 67). Haraway’e
göre, feminist bilim kurguda yer alan siborglar, belirli bir ırkın üyesi olmaya
aday değillerdir. Kadın veya erkek olmaya zorlanamaz ve bir seçim yapmak
durumunda bırakılamazlar. Bu kadın-adam ya da adam-kadın ya da her neyse sınırlamalara,
evrimini tamamlamış bir bütünlüğe bir başkaldırı niteliğindedir. Siborg
tasavvuru, makineleri, kimlikleri, kategorileri, ilişkileri ve uzay hikâyelerini
hem kurmak hem de yok etmek demektir. Haraway ikisi sarmal dansla birbirlerine
sarılmışlarsa, ben tanrıça olmaktan ziyade siborg olmayı tercih ederim demektedir
(Haraway, 2006: 74).
Althusser,
L. (2008). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. (çev. Alp Tümertekin).İstanbul:
İthaki Yayınları
Atik,
Alperen (2008). Marx'da Makine Metaforu.
T.C Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ve Siyaset
Bilimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi.
Baudrillard,
Jean (2013). Simülakrlar ve Simülasyon.
Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Güney,
K. Murat(2007). http://davetsizmisafir.org/2007/02/18/sinik-aklin-elestirisinden-..siborg-manifestosuna-21-yuzyil-icin-siyaset-arayislari/
Erişim tarihi 15/11/2014. 10.30.
Gürhan,
N. (2010). e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN:
1308-9633 Sayı: IV, Kasım 2010.
Haraway,
Donna. (2006). Siborg Manifestosu. Geç Yirminci Yüzyılda Bilim, Teknoloji ve
Sosyalist-Feminizm. Agora Kitaplığı, Feminist Kitaplık Dizisi
Kirby,
Vicki (2006). Judith Butler: Live Theory.
London: Continuum International Publishing Group.
Küçük,
M. (der. Çev.), (2005).Medya, İktidar,
İdeoloji. Ankara: Bilim ve Sanat.
Sancar,
Serpil (2008). İdeolojinin Serüveni, Ankara:
İmge Kitabevi
Tura,
S. M.,(2005). Freud’dan Lacan’a
Psikanaliz. İstanbul: Kanat Kitap.