Karşılaşma
Sonbahar kışa dönerken, yapraklar sağanak misali düşerken
Kurtuluş Parkı’nda gördüm onu. Üstünde, bozuk fermuarı ortadan iğneyle
iliştirilmiş, yer yer yırtık ve paslı bir mont, eski bir pantolon, çamurlu
botlarla ağzındaki son lokmayı çiğnerken, bir yandan elinde tabak olarak
kullandığı tencereye deterjan döküyor, parkın musluğunda pratik hareketlerle
hızlı hızlı yıkayıp, kuruması için serdiği gazetenin üzerine koyuyor,
karıştırdığı çantasından ufak ve kirli bir havlu ile ellerini kuruluyordu.
Bir piknik tüpü, el çantası, battaniyesi, bir de pazar
sepeti vardı. Uzun ak sakallarına rağmen yüzündeki çizgiler hala belirgin
değildi. Yanı başından geçip giden sevgililere, ailelere, çocuklara dönüp
bakmıyor, insanlarla hiç ilgilenmiyordu. Yalnız
ve göçebe yaşadığı besbelliydi. Yüzündeki kasvet, yanına gidip konuşmamı
bir süre engellese de, hafif bir tebessümle “kolay gelsin” demem uzun sürmedi. Bir
şey demeden, öyle derinden baktı yüzüme bir süre. Sonra hafifçe başını salladı,
biraz da şaşırmıştı anlaşılan ve sepetine daldırdığı eliyle, işine devam etti.
Sohbet
İlgisiz bir şekilde dursa da konuşturmaya niyetliydim.
Elimle valizini göstererek:
-Hava, gece parkta yatmak için fazla soğuk değil mi?
-Battaniyem var sıkıntı olmaz.
-Kurtuluş Parkı’nın sakini olamazsınız, her gün burada
sayılırım ilk defa görüyorum da…
- Burada yerleşik değilim, her günüm farklı yerde
benim.
-Aileniz falan yok mu?
Bu soru üzerine, sanki ilk defa bu konuyu
düşünüyormuşçasına baktı yüzüme, derin bir nefes aldı:
-Ailem neyim yok benim, yedi yıldır gezerim.
-Nerelisiniz?
-Kastamonu ama pek kalmadım.
Yüzünde gördüğüm sıcak ifadeden cesaret alarak devam
ettim:
-Sanki bir ailevi sorundan sonra böyle oldu da geriye
dönüşü düşünmediniz gibi geliyor, öyle mi?
-Ne edecen boşver, uzun hikaye bizimkisi…
Merak
Bu giriş konuşması açılmasını sağlamış olmalı ki, bir
vakit sonra içini dökmeye ve uzun uzun anlatmaya başladı…Baştaki çekingenliği
gitmiş, rahat bir tavra bürünen yüz ifadesi ve konuşması beni de
rahatlatıyordu. Toplumsal sorunlar sohbetin odağıydı fakat benim aklım hala
yedi yıl öncesindeydi. Onu sokaklara iten sebep neydi? Ne içip ne yerdi? Bir
yuva kurma, aile olma, sevenleriyle sohbet… Bu ilişkilerden kendisini
uzaklaştıran neydi? Kafamda cevaplanmayacak sorularla sohbete devam ettik.
"İnsan çamurda yaşamasını da, meyhanede içmesini
de bilmeli, çünkü ikisi de hayatın gereği.." diyor Salim Ağabey... Bugünlerde
Kurtuluş Parkı'nı mesken tutmuş. ”Her an her yerdeyim” diye de ekliyor belli
bir ikametinin olmadığını söylemek için. Hippiliği ziyadesiyle yaşıyor. Yaşamını
idame ettirebilmesi için lüzumlu olan herşeyin var olduğunu söylüyor. Bu
nedenle de para yardımını kabul etmiyor. Tam yedi yıldır sokaklarda yaşıyormuş.
Geçmişe dair konuşmak istemiyor. Tinercilerin gece tehlikeli olabileceğini
söylediğimde kızıyor : "15 gün onlar baktı bana, aslında hepsi iyi çocuk!
Paraları olsa zarar vermezler kimseye" diyor. Yedi yıldır Türkiye'de
sokaklarda yaşamayı başarabilmiş.
Bakış-Yargılama
Önce şöyle yazdım: “Benim anladığım, bu yaşayışının
sırrı mağrur duruşunda gizliydi…
Salim Ağabey, bireyin toplum içerisindeki serüveninin kötü örneğini teşkil ediyordu. Esasen daha kötü durumda olan
binlercesi vardı. Onun durumunu vahim
kılan ise farkındalığıydı. Yaşamak için fazla bir şeye ihtiyacı yoktu,
toplumdan soyutlamıştı kendini. Çünkü bireyin değersizleştiği toplumda, bu
kaygıyı yaşamayan, yaşamak için mutluluğa
ihtiyaç duymayan bir insandı o. Bunu cümlelerinden çıkarabiliyordum.”
Sorgulama
Sonra kullandığım, “mağrur”, kötü”, “vahim”,
“mutluluk” sözcüklerinin ve anlamaya çalışmak adına kurduğum cümlelerin nasıl
bir “yargılama”ya işaret ettiğini; aslında düpedüz onun hayat tarzını
yargıladığımı fark ettim. Ve bunun, karşılaşmanın başından itibaren “bakış”ıma
sirayet ettiğini. Anlamak, “neden” sorusuyla eşdeğer olmuş, “evsiz yaşamanın”
mutlaka yaşanılan çok kötü bazı olayların sonucu olacağı önyargısı ve “acıma”
hissi ile yaklaşmıştım. Duymak istediklerim de belliydi, onları söylemeliydi
Salim Ağabey. Olmadı. İyi ki de olmadı. Bu, bakışı kendime çevirmemi sağladı.
Yaprak
Ayrılırken ertesi gün aynı yerde olup olmayacağını
sorduğumda, gülümseyerek; “bir saat sonra ne yaparım bilmiyorum hadi Allah’a
ısmarladık” dedikten sonra ayrıldık Salim Ağabey ile. Bu karşılaşma, “hayatın
anlamı” üzerine düşünmekten daha çok, “bakış“ı,
“bakan gözü” fark etmemi sağladı. Bakıyoruz, ama neye? Bakıyoruz, ama nasıl?
Sonbahar kışa dönerken, yapraklar sağanak misali düşerken
Kurtuluş Parkı’nda gördüm, kendimi.
İki yaprak gördüm, Kurtuluş Parkı’nda.
Enver
Erkan[1]