Salı, Kasım 11, 2014

Kurtuluş Parkı’nda İki Yaprak - Enver Erkan



Karşılaşma

Sonbahar kışa dönerken, yapraklar sağanak misali düşerken Kurtuluş Parkı’nda gördüm onu. Üstünde, bozuk fermuarı ortadan iğneyle iliştirilmiş, yer yer yırtık ve paslı bir mont, eski bir pantolon, çamurlu botlarla ağzındaki son lokmayı çiğnerken, bir yandan elinde tabak olarak kullandığı tencereye deterjan döküyor, parkın musluğunda pratik hareketlerle hızlı hızlı yıkayıp, kuruması için serdiği gazetenin üzerine koyuyor, karıştırdığı çantasından ufak ve kirli bir havlu ile ellerini kuruluyordu.

Bir piknik tüpü, el çantası, battaniyesi, bir de pazar sepeti vardı. Uzun ak sakallarına rağmen yüzündeki çizgiler hala belirgin değildi. Yanı başından geçip giden sevgililere, ailelere, çocuklara dönüp bakmıyor, insanlarla hiç ilgilenmiyordu. Yalnız  ve göçebe yaşadığı besbelliydi. Yüzündeki kasvet, yanına gidip konuşmamı bir süre engellese de, hafif bir tebessümle “kolay gelsin” demem uzun sürmedi. Bir şey demeden, öyle derinden baktı yüzüme bir süre. Sonra hafifçe başını salladı, biraz da şaşırmıştı anlaşılan ve sepetine daldırdığı eliyle, işine devam etti.

Sohbet

İlgisiz bir şekilde dursa da konuşturmaya niyetliydim. Elimle valizini göstererek:

-Hava, gece parkta yatmak için fazla soğuk değil mi?

-Battaniyem var sıkıntı olmaz.

-Kurtuluş Parkı’nın sakini olamazsınız, her gün burada sayılırım ilk defa görüyorum da…

- Burada yerleşik değilim, her günüm farklı yerde benim.

-Aileniz falan yok mu?

Bu soru üzerine, sanki ilk defa bu konuyu düşünüyormuşçasına baktı yüzüme, derin bir nefes aldı:

-Ailem neyim yok benim, yedi yıldır gezerim.

-Nerelisiniz?

-Kastamonu ama pek kalmadım.

Yüzünde gördüğüm sıcak ifadeden cesaret alarak devam ettim:

-Sanki bir ailevi sorundan sonra böyle oldu da geriye dönüşü düşünmediniz gibi geliyor, öyle mi?


-Ne edecen boşver, uzun hikaye bizimkisi…

Merak

Bu giriş konuşması açılmasını sağlamış olmalı ki, bir vakit sonra içini dökmeye ve uzun uzun anlatmaya başladı…Baştaki çekingenliği gitmiş, rahat bir tavra bürünen yüz ifadesi ve konuşması beni de rahatlatıyordu. Toplumsal sorunlar sohbetin odağıydı fakat benim aklım hala yedi yıl öncesindeydi. Onu sokaklara iten sebep neydi? Ne içip ne yerdi? Bir yuva kurma, aile olma, sevenleriyle sohbet… Bu ilişkilerden kendisini uzaklaştıran neydi? Kafamda cevaplanmayacak sorularla sohbete devam ettik.

"İnsan çamurda yaşamasını da, meyhanede içmesini de bilmeli, çünkü ikisi de hayatın gereği.." diyor Salim Ağabey... Bugünlerde Kurtuluş Parkı'nı mesken tutmuş. ”Her an her yerdeyim” diye de ekliyor belli bir ikametinin olmadığını söylemek için. Hippiliği ziyadesiyle yaşıyor. Yaşamını idame ettirebilmesi için lüzumlu olan herşeyin var olduğunu söylüyor. Bu nedenle de para yardımını kabul etmiyor. Tam yedi yıldır sokaklarda yaşıyormuş. Geçmişe dair konuşmak istemiyor. Tinercilerin gece tehlikeli olabileceğini söylediğimde kızıyor : "15 gün onlar baktı bana, aslında hepsi iyi çocuk! Paraları olsa zarar vermezler kimseye" diyor. Yedi yıldır Türkiye'de sokaklarda yaşamayı başarabilmiş.

Bakış-Yargılama

Önce şöyle yazdım: “Benim anladığım, bu yaşayışının sırrı mağrur duruşunda gizliydi… Salim Ağabey, bireyin toplum içerisindeki serüveninin kötü örneğini teşkil ediyordu. Esasen daha kötü durumda olan binlercesi vardı. Onun durumunu vahim kılan ise farkındalığıydı. Yaşamak için fazla bir şeye ihtiyacı yoktu, toplumdan soyutlamıştı kendini. Çünkü bireyin değersizleştiği toplumda, bu kaygıyı yaşamayan, yaşamak için mutluluğa ihtiyaç duymayan bir insandı o. Bunu cümlelerinden çıkarabiliyordum.”

Sorgulama

Sonra kullandığım, “mağrur”, kötü”, “vahim”, “mutluluk” sözcüklerinin ve anlamaya çalışmak adına kurduğum cümlelerin nasıl bir “yargılama”ya işaret ettiğini; aslında düpedüz onun hayat tarzını yargıladığımı fark ettim. Ve bunun, karşılaşmanın başından itibaren “bakış”ıma sirayet ettiğini. Anlamak, “neden” sorusuyla eşdeğer olmuş, “evsiz yaşamanın” mutlaka yaşanılan çok kötü bazı olayların sonucu olacağı önyargısı ve “acıma” hissi ile yaklaşmıştım. Duymak istediklerim de belliydi, onları söylemeliydi Salim Ağabey. Olmadı. İyi ki de olmadı. Bu, bakışı kendime çevirmemi sağladı.



Yaprak

Ayrılırken ertesi gün aynı yerde olup olmayacağını sorduğumda, gülümseyerek; “bir saat sonra ne yaparım bilmiyorum hadi Allah’a ısmarladık” dedikten sonra ayrıldık Salim Ağabey ile. Bu karşılaşma, “hayatın anlamı” üzerine düşünmekten daha çok,  “bakış“ı, “bakan gözü” fark etmemi sağladı. Bakıyoruz, ama neye? Bakıyoruz, ama nasıl?

Sonbahar kışa dönerken, yapraklar sağanak misali düşerken Kurtuluş Parkı’nda gördüm, kendimi.

İki yaprak gördüm, Kurtuluş Parkı’nda.

Enver Erkan[1]




[1] Avukat, fotoğrafçı