Perşembe, Ocak 22, 2015

ALAKIR: ON YILI AŞAN BİR DOĞAL YAŞAM DENEYİMİ





Yukarıdaki fotoğrafta görülen, Elif Alakır’ın 3 yıla yaklaşan doğal yaşam deneyiminin neredeyse tamamında kendisine eşlik eden, Alakır’da doğup büyüyen 2,5 yaşındaki kızı Cana Işık. Elif Alakır, Beydağları’nın eteklerinde, 2,5 yaşındaki kızı ile birlikte kendi elleriyle yaptıkları, “Toprak” olarak adlandırdığı bir “yeryüzü evi”nde” yaşamaya devam ediyor. Bu deneyimi anlamada bize, Elif Alakır’ın, 11 Aralık 2014 tarihli, “Düşten Eyleme” başlıklı yazısı yardımcı oluyor.[1]





Elif ve Cana Işık’ın yaklaşık olarak son üç yılında birlikte oldukları Tuğba Günal ve Birhan Erkutlu’nun on yılı aşan deneyimleri ise 2010 yılında, bölgedeki HES’lerle birlikte gündeme geliyor. Alakır [2] ve doğal yaşam denildiğinde ilk akla gelen bu deneyime ilişkin, 2010 yılından bugüne kendileriyle yapılan birkaç röportaja dayanan çok sayıda haber/bilgi internet ortamında dolaşıyor. Bu haber/bilgilerin, Esra Açıkgöz’ün Cumhuriyet Dergi (Temmuz 2010)’de yayımlanan röportajı ve  Yusuf yavuz’un (Açık Gazete) 2010 ve sonrasındaki haber ve röportajlarından beslendiği görülüyor. 2012 yılında CNN Türk, 2014 yılında VTV ve yine 2014 yılında Bilim.Org’un görüntülü yayınları da, diğer önemli kaynaklar olarak bunlara eklenebilir. Bu kaynakların linkleri dipnottan takip edilebilir.[3] Ayrıca, HES’lere karşı mücadele ile birleşen bu doğal yaşam deneyiminin (Alakır Nehri Kardeşliği, ANK) bir de aktif internet sitesi bulunuyor.[4]

Bu yazının amacı, doğal yaşama dönüş/kaçış tartışması yapmak veya Alakır deneyimini değerlendirmek/yorumlamak değil. Daha çok, genel bir tartışma veya Alakır örneğinin tartışılabilmesi için zemin teşkil edebilecek bilgilerin sunulması amaçlanıyor. Bu nedenle öncelikle veri kaynaklarının taranması ve derlenmesi gerekiyor. Bu, bir ölçüde yukarıda yapıldı. Peki bu deneyim, özellikle genel bir tartışma ve somut örneği yorumlamak bakımından, bize ne söylüyor? Bu sorudan yola çıkınca, aşağıda, hikayenin detaylı biçimde anlatılmayacağı şimdiden söylenmeli. Bu bir eleme süreci. Elemek ise öznelliği barındırıyor ve bir anlamda yorumlama. Bu yüzden, Alakır örneğinin buraya alınmayan/elenen detaylarını, örneğin doğal yaşam ortamını, merak edenler, dipnotlarda verilen linklerdeki metinleri okumalı, görsel materyali izlemelidir. Şimdi, Elif ve Tuğba-Birhan’ın hikayelerinden bize düşenlere/bizim aldıklarımıza geçebiliriz.

ALAKIR’A GİDİŞ

Doğaya, Alakır’a gidişin, her iki hikaye için de bir öncesi var. Gitme fikri nasıl ortaya çıkıyor?

Elif Alakır, bu niyete ezelden beri sahip olduğunu, Cana Işık’la birlikte, “Betonlar arasında insanın kendisine ve yaşama yabancılaşarak yaşamak yerine, temiz içme suyu, sağlıklı yiyecek ve barınma hakkına birinci elden ulaşılabilecek bir yaşamı” yeğlediğini söylüyor. Hayata geçişini sağlayan/tetikleyen ise gebe olduğunu öğrenmesi. Çocuğunu, Cana Işık’ı, Alakır’da dünyaya getirmek istiyor. Bu tam da, “doğa ana hakkına sahip çıkmak için 40 günlük (Antalya’dan Ankara’ya) Büyük Anadolu Yürüyüşü’nden sonra ODTÜ Vişnelik Tesisleri’nde bir yeryüzü evi yapmak üzere bulundukları sırada” oluyor. Niyetin gerçekleştirilmesi, dayanışma ile yuvanın yapımı, doğum öncesi ve doğum sonrası devam eden bir süreç. Bu süreçte, “Gezi Parkı Direnişi nedeniyle İstanbul’a gidilerek halka ait bir parkta “başka bir dünya mümkün” fikrini birçok kişi için somutlaştıracak yeryüzüevi yapma niyetiyle bir kış İstanbul’da mahalle forumları, bostanlar, dayanışma ve işgal evlerinde” geçiriliyor. Baharla birlikte Alakır Vadisi’nde yaklaşık bir ay boyunca yüründükten sonra, Esma Teyze’nin “Gidin orada yaşayın, evinizi barkınızı orada yapın” diyerek izin verdiği arazide ev yapımına başlanıyor.[5]


Tuğba Günal (1975) ve Birhan Erkutlu (1974)’nun gidiş hikayeleri yaklaşık on yıl öncesine, 2004 yılına dek uzanıyor.[6] “Ortadirek” ailelerin çocukları olduklarını söyleyen Tuğba ve Birhan’ın yıllar öncesine dayanan bir arkadaşlıkları bulunuyor. Ailelerinden tek başlarına tatile çıkma izni kopardıkları 20’li yaşlarından beri, hep dağlara gidiyorlar. Köylülerle tanışıyor, her dağ evinde kendilerini hayal ediyorlar. 23-24 yaşlarındayken Hindistan’a yaptıkları yolculuk, yaşamak için çok fazla şeye ihtiyaçları olmadığını anlamalarını sağlıyor.[7]

Birhan: “İstanbul’a sıkışmış bir grup insandık. Tek şey dayatılıyor; Doktor ol, mühendis ol, askere git, evlen, çocuğun olsun, bir “şey” ol... Ruhumuzda bu yok. Ancak örnek alabileceğimiz, yol gösterecek bir atabilgimiz de yoktu. Dünyanın gidişatı hakkında ciddi sorumluluk hissediyor, böyle gelmiş böyle gider deyip oturmak istemiyorduk. Bozulmamış, feyz alıp, yaşamlarımızı entegre edip uygulayabileceğimiz bir kültür dokusu arıyorduk. “Başka bir dünya mümkün”ü ortaya koyabilmek için bir yerden başladık.[8]

2003 yılında ABD’nin Irak’a müdahalesinin gündemde olduğu günlerde, barış eylemlerine katılıyorlar. Ancak eylem bitip evlerine döndüklerinde duydukları rahatsızlığı, kopuşu tetikleyen en önemli neden olarak gösteriyorlar.

Birhan: “2003, Irak savaşı başlamak üzere, barış eylemlerine gidiyoruz. Bağırıp, eğlenip, evlerimize dönüyor, tüketime devam ediyoruz. Bu bizi çok rahatsız etmeye başladı. Ahlaksız hissettim. O çarkın, sistemin içinde her yaptığımız Bush gibileri yaratıyor.”[9]

George Bush Irak’a gireceği dönemde tüm dünyada küresel bir eylem olmuştu. Biz de Tuğba ile İstanbul’daki eyleme gitmiştik. Oldukça kalabalık bir eylemci grubu vardı. Herkes savaşa karşıydı. Ancak buna rağmen ertesi günü Bush Irak’a girdi! Biz o eylemde Tuğba ile göz göze geldik. Çok rahatsız olmuştuk. Çünkü herkes çok eğleniyordu. Gitarlar çalınıyor, bütün partiler pankartlarını, bayraklarını açıyordu. En solundan en sağına herkes oradaydı ve herkes barış istiyordu. Ama bağırıp çağırıp evlerine döndüler. Biz de döndük. Döndüğümüz mekân, karşı olduğumuz şeyleri devamlı besleyen bir mekândı. Evimiz... Döndüğüm anda elektrik düğmesine bastığımda bu savaşlar sürecekti. Çünkü bu sonuçta bir enerji savaşıydı. Eve dönerken bindiğim minibüsün yakıtı yüzünden Bush Irak’a girmişti. Bu öyle bir ironi ki. İşte dürüstlük kavramı burada devreye giriyor. Ben kendimi sorgulayınca cidden bu işin içinde olamayacağıma karar verdim ve ‘ben bu oyunda yokum’ dedim. Becerip beceremeyeceğimizi bilmiyorduk ama en azından denerken ölmenin daha iyi bir seçenek olduğuna karar verdik. İnsanlar televizyonlarda savaşta ölen çocukları, kadınları görünce üzülüyorlar ama onları öldüren bombaları tükettiklerimiz sayesinde biz yapıyoruz. Biz bu savaşın içindeyiz, dışında değil. Biz de dürüstçe bunun dışına çıkmak istedik. Bir kaçış değil, bilakis sorunun tam göbeğine gelmek. Ama en temel ihtiyaçlarının sağlıklı biçimde giderebileceğin bir yaşam kurmaya… Bir nevi kendinle yüzleşmek. Kentte evini kapatır kaçarsın ama burada kaçış yok artık. Çünkü ekmeğini topraktan kendin çıkarmak zorundasın.(…)Daha çok ürün elde etmenin, daha çok kazanmanın sonu yok. İçinde yaşadığımız sistem bu yüzden besleniyor.”[10]

Özetle, her iki hikayede de, “doğaya uygun ve doğa ile barışık bir yaşam” isteği, “temiz içme suyu, sağlıklı yiyecek ve barınma” ya ilk elden erişim ve makro ölçekli sorunlardan birer “tüketici” olarak kendilerini sorumlu hissetmenin, gidişte önemli rol oynadığı söylenebilir.


Yerleşme ve Doğal Yaşam

Elif Alakır, Esma Teyze’nin arazisinde, evin yapımına başlıyor. Evin yapımında, “en doğru malzeme en yakındaki malzemedir” düsturundan hareketle etraftan toplanan ağaç, çalı, taş, toprak ve atık olan kapı, pencere, bez, branda, hasır kullanılıyor. Evin adı “Toprak”. Elif, “ev” yerine “yuva” ve “yeryüzü evi” sözcüklerini tercih ediyor. Tüm canlılarla kardeş olma niyetinin, ev yapım sürecinde iken yaban domuzları ile karşılaşmaları anında adeta sınandığını söyleyen Elif, sakince çadırına çekiliyor ve domuzlar da uzaklaşıyor. Böylece bu karşılaşma, bir çatışmaya yol açmadan atlatılıyor. Bugün, yirmi metrekarelik evi yaparken bile kaç karınca yuvası bozduklarının, el emeğinin kıymetinin ve düşüncesizce atılan her adımın maliyetinin öncekine göre daha çok bilincinde olduklarını belirtiyor.[11]

Tuğba ve Birhan, Anadolu’da epey yer dolaştıktan sonra Alakır’a geliyorlar. Kırk yıl önce terk edilmiş bir arsayı ailelerinin yardımıyla alıp, tek odalı bir ev inşa ediyorlar. Bu süreçte, özellikle doğal yaşam konusunda onlara bilgi ve deneyimleriyle yardımcı olan yöre insanları, Durmuş Amca ve Hamide Teyze oluyor. Evin yapımında, Elif’in söylediği şekilde, “en doğru malzeme en yakındaki malzemedir” düsturundan hareket ediyor ve etraftan toplananlar ve atık malzeme kullanılıyor.[12] Yuva yapımının detayları, “Alakır’ın Sesi” web sayfasında, Türkçe, İngilizce ve Almanca olmak üzere üç farklı dilde, detaylı olarak anlatılıyor.[13]

Toparlamak gerekirse, ev yapımı, ya izin alınarak başkasının maliki olduğu bir arazide (Elif Alakır), ya da satın alınan bir arazide (Tuğba ve Birhan) hayata geçiriliyor. Ev inşasında, etraftan toplanan ve atık malzeme kullanılıyor. Tüketim ve para ile ilişkiyi en aza indirecek biçimde yaşanıyor. İhtiyaçları kadar üretiyorlar. Geçimlik tarımı, müdahalesiz yani doğaya uygun biçimde yürütmeye çalışıyorlar ve bu tarımın detaylarını “Alakır’ın Sesi”nde paylaşıyorlar.[14] Radyo ve HES direnişi sırasında ilişkilendikleri bilgisayar dışında ev içi teknolojik alet kullanmıyorlar. İhtiyaçları olan elektriği, güneş paneli ile sağlamaya çalışıyorlar. Yani yaşam tarzları, gidişte etkili olan tüketim kültürü/kapitalizmine tepkiye koşut biçimde, daha az tüketmeye dayanıyor.

HES Direnişi ve Gezi

Tuğba ve Birhan, 2010 yılında, bölgede sayısı artırılmaya çalışılan HES’lere karşı yürütülen mücadele ile birlikte medyanın gündemine giriyorlar. Bir sabah uyandıklarında bahçelerinin aşağısında homurtularla çalışan dev iş makinelerini görüyorlar.[15] Bu seslerin nedeni kurulmuş olan 4 adet HES’e ilaveten, ADO Enerji’nin tasarladığı 3, Dereköy Enerji’ninse 1 yeni projesiyle planlanan 8 tane HES. 2009'da başlayan HES'ler 60 kilometrelik nehri borulara hapsederek biyoçeşitliliği tehdit ediyor. Erkutlu ve Günal şehirden kaçıp geldikleri Alakır'da 5 yıl boyunca doğanın talanına karşı mücadele veriyorlar[16] : “O gün Tuğba ve Birhan için kâbus gibi geçti. İlerleyen günler de öyle… Ancak evlerini, Alakır’ı korumak istiyorlardı. Bunun için mücadele etmeye karar verdiler. 49 yıllığına kullanım hakkı özel şirketlere satılan suları korumak için 49 yıllık bir mücadele planı yaptılar. Planın ilk maddesi, “Alakır Özgür Akacak” başlığını taşıyordu ve diğer maddelerinde şarkılarla, neyle, santurla ve defle başlayan uzun mücadele maratonu için koşmaya başladılar.[17]

Kepçelerle halk karşı karşıya gelince Jandarma çağrılıyor. Jandarma, burada bir yanlış var ise demokratik bir devlette yaşadığımız için dava açarak çözüm bulabileceklerini söylüyor. Bunun üzerine mücadele, hukuk yoluyla yürütülmeye çalışılıyor : ”Biz de gönüllü avukatlar bulduk, HES sürecini çalışmaya başladık, hukuksal envanteri biriktirdik. Fakat bizden 10-15.000 lira gibi bir para talep ettiler, bilirkişi raporu için. Bu parayı bulmamız çok zordu. İlginçtir, çevreye ve etrafına duyarlı olan insanlar genelde züğürttür. Sokak müziği yaparak, gönüllü sanatçıların desteğiyle bir şeyler yapmaya başladık. Hem kuru kuru bağış isteyemeyen insanlarız, sanatsal bir şekilde sunarak, HES'in ne olduğunu anlatacağımız bir ortam yaratmış olduk. Aslında sürece çok bilgili girmemiştik ama sokakta CD'yi satarken amacımızdan hep bahsettik ve başlattığımız hukuki süreçten. Sonra davalar açıldı. Ondan sonraki hikaye sadece Anadolu'da değil, dünyanın pek çok yerinde de gerçekleşen ayak oyunları, tehditler, rüşvet teklifleri, kanun hükmünde kararnamelerle değişen yasalar, bizim hakkımızda yöneltilen suçlamalar, yıldırma politikaları.. En başta jandarmanın 'hakkını ara, hukuki yollara başvur, devlet bunu çözer' demesinin ne kadar yalan olduğunu gördük. Biz duvara tosladık.”[18]

Alakır’da geçirilen yıllardan sonra, Gezi Parkı direnişi sırasında İstanbul’a geliyor Birhan ve Tuğba çifti. Gezi Parkı'nın, “doğaya ve yaşama sahip çıkan tüm canlıların buluşma noktası, varolma yeri, belleği olduğunu” belirten Erkutlu, şunları söylüyor o günlerde: “Buradaki uyanış, şu anda sadece Anadolu'nun değil tüm dünya halklarının ortak bilincine ve uyanışına dönüşmüştür. Tarihi bir değişim ve dönüşümü geri dönülemez bir şekilde tetiklemiştir. Artık farklı bir dünyada nefes alıp veriyoruz. Bir halk, doğası gereği, doğasıyla birlikte kardeşliğe, barışa ve dirilişinin direnişine uyandı.”[19]

Mesaj

Öncelikle karşı çıkılanın teknoloji değil, teknolojinin doğa ile uyumlu olmaması olduğu söylenmeli. Büyümeye dayalı ekonomi tüketimi körüklüyor, tüketim ise hem doğayı hem de insan yaşamını mahvediyor. Kapitalizmden kaçış değil doğal yaşam, bir inzivaya çekilme hiç değil. Çünkü kapitalizmden kaçılamıyor. Doğal ortamda yaşarken birden HES yapımı ile karşı karşıya kalınınca, bunun mümkün olmadığı bir kez daha anlaşılıyor. Bir kaçıştan söz edilecekse, bu, tüketimden kaçış olarak adlandırılabilir belki. Ayrıca, şehir yaşamına karşı çıkmaktan çok, doğa ile şehirin bölünmesine eleştiri getirildiği de belirtilmeli : “Doğa-şehir ayrımı da hep ötekileştirme yarattı. Doğa hep gidilen bir yerdi. Şehir ile doğanın ayrılması aslında ters bir mantık. Şehirde de rüzgar esiyor sonuçta, oraya da güneş doğuyor, o da toprağın üstünde. O niyetle yaklaşılırsa, şehirler de çok güzel organize edilebilir. Oysa sadece tüketime odaklı politikalara yön verirseniz, o zaman neden insanlar daha az tüketsin ki? Çünkü her yıl %5-6 devamlı büyümemiz gerekiyor ama bunun sonu yok. Senelik %5 büyüme demek, her tükettiğimiz şey için doğadaki rezervlerden her sene %5 kaynak hammadde almak demek ama bu mümkün değil; çünkü kaynaklarımız sınırlı.[20]

Ekoloji ve geri dönüşüm söylemine temkinli yaklaşılıyor ve tüketime hizmet etme riskine dikkat çekiliyor: “Poşet kullanımının azaldığı günlerde birden bu geri dönüşüm amblemi çıktı ortaya. Şimdi bakıyorsunuz her şey geri dönüşüyor. Ama bu amblemin ortaya çıkmasının ardından tüketim ikiye üçe katlandı. Çünkü ‘nasıl olsa geri dönüşüyor’ mantığıyla insanların daha çok tüketmeleri sağlandı. Şimdi de ‘nasıl olsa ekolojik’ mantığıyla aynı şey yaşanıyor. 100 bin dönümlük bir arazide ekolojik tarım yapılabilir mi? Tek tip bir üretim. Bu nedenle ekolojik yaşam, dikkat edilmesi gereken çok tehlikeli bir kavram. Sistemi kendi içinde çözelim, derleyip toparlayalım dönemini geçeli bayağı oldu. ‘Biraz makyaj yapalım, biraz toparlanalım, biraz ekolojik olursak; biraz yeşil enerji kullanırsa düzelir’ demek boşuna. Bu mantıkla devam ettiğimiz sürece, en ekolojik ürünü de yetiştirseniz, en yeşil enerjiyi de yetiştirseniz bu sistem çözülmez. Bu mantıkla bir yere varılamayacağını dünya da gördü. Çünkü doğa ana,  ‘ben bu sistemle devam edemem. İsterseniz siz inat edin ben iki silkelenirim, olan yine size olur’ diyor.[21]

Sonuç

Alakır’da, köylülerin şehirlere göç ettiği, bu nedenle köylerin boşaldığı bir coğrafyada, on yılı aşkın bir süredir yaşayanlar, özellikle kendileriyle yapılan röportajlar dikkate alındığında, herkesi kendileri gibi yaşamaya çağırmıyor, esas olarak, daha çok tüketme üzerine kurulu üretime dikkat çekiyorlar ve başka türlü yaşamanın da mümkün olduğu mesajını veriyorlar.

Alakır’ın Sesi web sayfasındaki paylaşımlara bakıldığında, doğal yaşam deneyiminin beslendiği  fikri/inanca dayalı arka plana dair izler görülebiliyor. Örneğin yuva yapımının tarif edildiği yazıda, yapım sürecinde başvurulan uzakdoğu kökenli inançlardaki ritüellere değiniliyor ve şöyle deniliyor: “94 günlük bu sürecin 74 günü, günde 8 saat, 2 kişi çalışarak tamamladığımız yuva’nın kurulumu sırasında, bedenimizin farklı yerlerini dönüşümlü olarak çalıştırmaya özen gösterdik. (yoga..) Nefesimize (prana..) ve yaptığımız işin farkındalığına odaklı (vipasana..) olarak, ay’ın (biodinamik..) ve doğa’nın (hava koşulları..) ritmine uygun çalışarak, herhangi bir sağlık sorunu yaşamadan, yorgun ve bitkin düşmeden, aksine sağlık, güç ve huzur kazanarak tamamladık yuva’nın kurulumunu.” Bir başka yazıda, Birhan Erkutlu’yu, Hindistan’a geziye giden arkadaşlarından istediği Ganj nehri suyunu Alakır nehrine dökerken gösteren fotoğrafa yer veriliyor. Rabia Tamer’in “Din, Ekoloji ve Kadın” başlıklı yazısı ise, günümüzde yaşanan ekolojik krizi, Aydınlanmadan önce başlayan fakat Aydınlanmayla büyük bir ivme kazanan insanın doğaya hükmetme düşüncesinin bir sonucu olarak görüyor ve bu krizi din ve toplumsal cinsiyet bağlamında inceliyor. Yazıda, din ve din öğretilerinin insanı merkeze alan yaklaşımlarının insanın doğaya hükmetmesini meşrulaştırma görevi gördüğü, oysa iyice irdelendiğinde dinlerin doğayla sağlıklı ilişki kurabilen insanı merkeze aldıkları ve iyi insan olabilmenin yollarından biri olarak gösterdikleri, dolayısıyla dinlerin farklı ve yanlış yorumlanmasının doğaya yansıyan olumsuz boyutunun dinin kendisine yöneltilmemesi gerektiği savunuluyor. Bütün bunlar, doğal yaşam ile inanç arasında bağlantı kurulmaya, doğanın dengesinin gözetilmesinin dinsel inancın da gereği olduğunun gösterilmeye çalışıldığına işaret ediyor.

Ed Blewitt’e göre “Kişisel olan politik olabilir, fakat politik olan kişisel değildir.”[22] Alakır doğal yaşam deneyimi, eğer politik olan bir kişisel deneyim olarak kabul edilirse, mahrem yönleriyle değil fakat politik olarak tartışılmayı hak ediyor.






[2] “Antalya'nın Kumluca ilçesine bağlı Kuzca (Söğütcuması) köyü sınırları içinde bulunan Alakır Vadisi pek çok sucul canlıya, kızılçam ormanlarına, endemik (bölgeye özgü) pek çok türe ev sahipliği yapıyor ve tehdit altındaki kuşların da konaklama alanı. Doğal ve biyolojik (habitat, tür ve genetik çeşitliliği) zenginliği yönüyle sit alanı özellikleri taşıyor.” http://www.bilim.org/kus-seslerinden-kepce-seslerine-alakirda-hidroelektrik-santraller.html

Dünyadan ve Türkiye’den farklı doğal yaşam deneyimlerine yer veren bir kaynak: https://baskamumkunler.wordpress.com/

[8] Age.

[9] Age.

[22] Blewitt, E., Freud and Marxism, Socialist Standard, 1989, No.1023