Yukarıdaki fotoğrafta görülen, Elif
Alakır’ın 3 yıla yaklaşan doğal yaşam deneyiminin neredeyse tamamında kendisine
eşlik eden, Alakır’da doğup büyüyen 2,5 yaşındaki kızı Cana Işık. Elif Alakır,
Beydağları’nın eteklerinde, 2,5 yaşındaki kızı ile birlikte kendi elleriyle
yaptıkları, “Toprak” olarak adlandırdığı bir “yeryüzü evi”nde” yaşamaya devam
ediyor. Bu deneyimi anlamada bize, Elif Alakır’ın, 11 Aralık 2014 tarihli,
“Düşten Eyleme” başlıklı yazısı yardımcı oluyor.[1]
Elif ve Cana Işık’ın yaklaşık olarak son
üç yılında birlikte oldukları Tuğba Günal ve Birhan Erkutlu’nun on yılı aşan
deneyimleri ise 2010 yılında, bölgedeki HES’lerle birlikte gündeme geliyor. Alakır
[2]
ve doğal yaşam denildiğinde ilk akla gelen bu deneyime ilişkin, 2010 yılından
bugüne kendileriyle yapılan birkaç röportaja dayanan çok sayıda haber/bilgi
internet ortamında dolaşıyor. Bu haber/bilgilerin, Esra Açıkgöz’ün Cumhuriyet
Dergi (Temmuz 2010)’de yayımlanan röportajı ve Yusuf yavuz’un (Açık Gazete) 2010 ve
sonrasındaki haber ve röportajlarından beslendiği görülüyor. 2012 yılında CNN
Türk, 2014 yılında VTV ve yine 2014 yılında Bilim.Org’un görüntülü yayınları
da, diğer önemli kaynaklar olarak bunlara eklenebilir. Bu kaynakların linkleri
dipnottan takip edilebilir.[3]
Ayrıca, HES’lere karşı mücadele ile birleşen bu doğal yaşam deneyiminin (Alakır
Nehri Kardeşliği, ANK) bir de aktif internet sitesi bulunuyor.[4]
Bu yazının amacı, doğal yaşama
dönüş/kaçış tartışması yapmak veya Alakır deneyimini değerlendirmek/yorumlamak
değil. Daha çok, genel bir tartışma veya Alakır örneğinin tartışılabilmesi için
zemin teşkil edebilecek bilgilerin sunulması amaçlanıyor. Bu nedenle öncelikle
veri kaynaklarının taranması ve derlenmesi gerekiyor. Bu, bir ölçüde yukarıda
yapıldı. Peki bu deneyim, özellikle genel bir tartışma ve somut örneği
yorumlamak bakımından, bize ne söylüyor? Bu sorudan yola çıkınca, aşağıda,
hikayenin detaylı biçimde anlatılmayacağı şimdiden söylenmeli. Bu bir eleme
süreci. Elemek ise öznelliği barındırıyor ve bir anlamda yorumlama. Bu yüzden, Alakır
örneğinin buraya alınmayan/elenen detaylarını, örneğin doğal yaşam ortamını, merak
edenler, dipnotlarda verilen linklerdeki metinleri okumalı, görsel materyali
izlemelidir. Şimdi, Elif ve Tuğba-Birhan’ın hikayelerinden bize düşenlere/bizim
aldıklarımıza geçebiliriz.
ALAKIR’A
GİDİŞ
Doğaya, Alakır’a gidişin, her iki hikaye
için de bir öncesi var. Gitme fikri nasıl ortaya çıkıyor?
Elif Alakır, bu niyete ezelden beri
sahip olduğunu, Cana Işık’la birlikte, “Betonlar
arasında insanın kendisine ve yaşama yabancılaşarak yaşamak yerine, temiz içme
suyu, sağlıklı yiyecek ve barınma hakkına birinci elden ulaşılabilecek bir
yaşamı” yeğlediğini söylüyor. Hayata geçişini sağlayan/tetikleyen ise gebe
olduğunu öğrenmesi. Çocuğunu, Cana Işık’ı, Alakır’da dünyaya getirmek istiyor.
Bu tam da, “doğa ana hakkına sahip çıkmak
için 40 günlük (Antalya’dan Ankara’ya) Büyük Anadolu Yürüyüşü’nden sonra ODTÜ
Vişnelik Tesisleri’nde bir yeryüzü evi yapmak üzere bulundukları sırada”
oluyor. Niyetin gerçekleştirilmesi, dayanışma ile yuvanın yapımı, doğum öncesi
ve doğum sonrası devam eden bir süreç. Bu süreçte, “Gezi Parkı Direnişi nedeniyle İstanbul’a gidilerek halka ait bir parkta
“başka bir dünya mümkün” fikrini birçok kişi için somutlaştıracak yeryüzüevi
yapma niyetiyle bir kış İstanbul’da mahalle forumları, bostanlar, dayanışma ve
işgal evlerinde” geçiriliyor. Baharla birlikte Alakır Vadisi’nde yaklaşık
bir ay boyunca yüründükten sonra, Esma Teyze’nin “Gidin orada yaşayın, evinizi barkınızı orada yapın” diyerek izin
verdiği arazide ev yapımına başlanıyor.[5]
Tuğba Günal (1975) ve Birhan Erkutlu
(1974)’nun gidiş hikayeleri yaklaşık on yıl öncesine, 2004 yılına dek uzanıyor.[6]
“Ortadirek” ailelerin çocukları olduklarını söyleyen Tuğba ve Birhan’ın yıllar
öncesine dayanan bir arkadaşlıkları bulunuyor. Ailelerinden tek başlarına
tatile çıkma izni kopardıkları 20’li yaşlarından beri, hep dağlara gidiyorlar.
Köylülerle tanışıyor, her dağ evinde kendilerini hayal ediyorlar. 23-24
yaşlarındayken Hindistan’a yaptıkları yolculuk, yaşamak için çok fazla şeye
ihtiyaçları olmadığını anlamalarını sağlıyor.[7]
Birhan: “İstanbul’a sıkışmış bir grup insandık. Tek şey dayatılıyor; Doktor ol,
mühendis ol, askere git, evlen, çocuğun olsun, bir “şey” ol... Ruhumuzda bu
yok. Ancak örnek alabileceğimiz, yol gösterecek bir atabilgimiz de yoktu.
Dünyanın gidişatı hakkında ciddi sorumluluk hissediyor, böyle gelmiş böyle
gider deyip oturmak istemiyorduk. Bozulmamış, feyz alıp, yaşamlarımızı entegre
edip uygulayabileceğimiz bir kültür dokusu arıyorduk. “Başka bir dünya mümkün”ü
ortaya koyabilmek için bir yerden başladık.”[8]
2003 yılında ABD’nin Irak’a
müdahalesinin gündemde olduğu günlerde, barış eylemlerine katılıyorlar. Ancak
eylem bitip evlerine döndüklerinde duydukları rahatsızlığı, kopuşu tetikleyen
en önemli neden olarak gösteriyorlar.
Birhan: “2003, Irak savaşı başlamak üzere, barış eylemlerine gidiyoruz.
Bağırıp, eğlenip, evlerimize dönüyor, tüketime devam ediyoruz. Bu bizi çok
rahatsız etmeye başladı. Ahlaksız hissettim. O çarkın, sistemin içinde her
yaptığımız Bush gibileri yaratıyor.”[9]
”George Bush Irak’a gireceği dönemde tüm
dünyada küresel bir eylem olmuştu. Biz de Tuğba ile İstanbul’daki eyleme
gitmiştik. Oldukça kalabalık bir eylemci grubu vardı. Herkes savaşa karşıydı.
Ancak buna rağmen ertesi günü Bush Irak’a girdi! Biz o eylemde Tuğba ile göz
göze geldik. Çok rahatsız olmuştuk. Çünkü herkes çok eğleniyordu. Gitarlar
çalınıyor, bütün partiler pankartlarını, bayraklarını açıyordu. En solundan en
sağına herkes oradaydı ve herkes barış istiyordu. Ama bağırıp çağırıp evlerine
döndüler. Biz de döndük. Döndüğümüz mekân, karşı olduğumuz şeyleri devamlı
besleyen bir mekândı. Evimiz... Döndüğüm anda elektrik düğmesine bastığımda bu
savaşlar sürecekti. Çünkü bu sonuçta bir enerji savaşıydı. Eve dönerken
bindiğim minibüsün yakıtı yüzünden Bush Irak’a girmişti. Bu öyle bir ironi ki.
İşte dürüstlük kavramı burada devreye giriyor. Ben kendimi sorgulayınca cidden
bu işin içinde olamayacağıma karar verdim ve ‘ben bu oyunda yokum’ dedim.
Becerip beceremeyeceğimizi bilmiyorduk ama en azından denerken ölmenin daha iyi
bir seçenek olduğuna karar verdik. İnsanlar televizyonlarda savaşta ölen
çocukları, kadınları görünce üzülüyorlar ama onları öldüren bombaları tükettiklerimiz
sayesinde biz yapıyoruz. Biz bu savaşın içindeyiz, dışında değil. Biz de
dürüstçe bunun dışına çıkmak istedik. Bir kaçış değil, bilakis sorunun tam
göbeğine gelmek. Ama en temel ihtiyaçlarının sağlıklı biçimde giderebileceğin
bir yaşam kurmaya… Bir nevi kendinle yüzleşmek. Kentte evini kapatır kaçarsın
ama burada kaçış yok artık. Çünkü ekmeğini topraktan kendin çıkarmak
zorundasın.(…)Daha çok ürün elde etmenin, daha çok kazanmanın sonu yok. İçinde
yaşadığımız sistem bu yüzden besleniyor.”[10]
Özetle, her iki hikayede de, “doğaya
uygun ve doğa ile barışık bir yaşam” isteği, “temiz içme suyu, sağlıklı yiyecek
ve barınma” ya ilk elden erişim ve makro ölçekli sorunlardan birer “tüketici”
olarak kendilerini sorumlu hissetmenin, gidişte önemli rol oynadığı söylenebilir.
Yerleşme
ve Doğal Yaşam
Elif Alakır, Esma Teyze’nin arazisinde, evin
yapımına başlıyor. Evin yapımında, “en doğru malzeme en yakındaki malzemedir”
düsturundan hareketle etraftan toplanan ağaç, çalı, taş, toprak ve atık olan
kapı, pencere, bez, branda, hasır kullanılıyor. Evin adı “Toprak”. Elif, “ev”
yerine “yuva” ve “yeryüzü evi” sözcüklerini tercih ediyor. Tüm canlılarla
kardeş olma niyetinin, ev yapım sürecinde iken yaban domuzları ile
karşılaşmaları anında adeta sınandığını söyleyen Elif, sakince çadırına
çekiliyor ve domuzlar da uzaklaşıyor. Böylece bu karşılaşma, bir çatışmaya yol
açmadan atlatılıyor. Bugün, yirmi metrekarelik evi yaparken bile kaç karınca
yuvası bozduklarının, el emeğinin kıymetinin ve düşüncesizce atılan her adımın
maliyetinin öncekine göre daha çok bilincinde olduklarını belirtiyor.[11]
Tuğba ve Birhan, Anadolu’da epey yer
dolaştıktan sonra Alakır’a geliyorlar. Kırk yıl önce terk edilmiş bir arsayı
ailelerinin yardımıyla alıp, tek odalı bir ev inşa ediyorlar. Bu süreçte,
özellikle doğal yaşam konusunda onlara bilgi ve deneyimleriyle yardımcı olan
yöre insanları, Durmuş Amca ve Hamide Teyze oluyor. Evin yapımında, Elif’in
söylediği şekilde, “en doğru malzeme en yakındaki malzemedir” düsturundan
hareket ediyor ve etraftan toplananlar ve atık malzeme kullanılıyor.[12]
Yuva yapımının detayları, “Alakır’ın Sesi” web sayfasında, Türkçe, İngilizce ve
Almanca olmak üzere üç farklı dilde, detaylı olarak anlatılıyor.[13]
Toparlamak gerekirse, ev yapımı, ya izin
alınarak başkasının maliki olduğu bir arazide (Elif Alakır), ya da satın alınan
bir arazide (Tuğba ve Birhan) hayata geçiriliyor. Ev inşasında, etraftan
toplanan ve atık malzeme kullanılıyor. Tüketim ve para ile ilişkiyi en aza
indirecek biçimde yaşanıyor. İhtiyaçları kadar üretiyorlar. Geçimlik tarımı, müdahalesiz
yani doğaya uygun biçimde yürütmeye çalışıyorlar ve bu tarımın detaylarını
“Alakır’ın Sesi”nde paylaşıyorlar.[14] Radyo ve HES direnişi sırasında ilişkilendikleri bilgisayar dışında ev içi teknolojik
alet kullanmıyorlar. İhtiyaçları olan elektriği, güneş paneli ile sağlamaya
çalışıyorlar. Yani yaşam tarzları, gidişte etkili olan tüketim
kültürü/kapitalizmine tepkiye koşut biçimde, daha az tüketmeye dayanıyor.
HES
Direnişi ve Gezi
Tuğba ve Birhan, 2010 yılında, bölgede sayısı
artırılmaya çalışılan HES’lere karşı yürütülen mücadele ile birlikte medyanın gündemine
giriyorlar. Bir sabah uyandıklarında bahçelerinin aşağısında homurtularla
çalışan dev iş makinelerini görüyorlar.[15]
Bu seslerin nedeni kurulmuş olan 4 adet HES’e ilaveten, ADO Enerji’nin
tasarladığı 3, Dereköy Enerji’ninse 1 yeni projesiyle planlanan 8 tane HES.
2009'da başlayan HES'ler 60 kilometrelik nehri borulara hapsederek
biyoçeşitliliği tehdit ediyor. Erkutlu ve Günal şehirden kaçıp geldikleri
Alakır'da 5 yıl boyunca doğanın talanına karşı mücadele veriyorlar[16]
: “O gün Tuğba ve Birhan için kâbus gibi
geçti. İlerleyen günler de öyle… Ancak evlerini, Alakır’ı korumak istiyorlardı.
Bunun için mücadele etmeye karar verdiler. 49 yıllığına kullanım hakkı özel
şirketlere satılan suları korumak için 49 yıllık bir mücadele planı yaptılar.
Planın ilk maddesi, “Alakır Özgür Akacak” başlığını taşıyordu
ve diğer maddelerinde şarkılarla, neyle, santurla ve defle başlayan uzun
mücadele maratonu için koşmaya başladılar.”[17]
Kepçelerle halk karşı
karşıya gelince Jandarma çağrılıyor. Jandarma, burada bir yanlış var ise
demokratik bir devlette yaşadığımız için dava açarak çözüm bulabileceklerini
söylüyor. Bunun üzerine mücadele, hukuk yoluyla yürütülmeye çalışılıyor : ”Biz de gönüllü avukatlar bulduk, HES
sürecini çalışmaya başladık, hukuksal envanteri biriktirdik. Fakat bizden
10-15.000 lira gibi bir para talep ettiler, bilirkişi raporu için. Bu parayı
bulmamız çok zordu. İlginçtir, çevreye ve etrafına duyarlı olan insanlar
genelde züğürttür. Sokak müziği yaparak, gönüllü sanatçıların desteğiyle bir
şeyler yapmaya başladık. Hem kuru kuru bağış isteyemeyen insanlarız, sanatsal
bir şekilde sunarak, HES'in ne olduğunu anlatacağımız bir ortam yaratmış olduk.
Aslında sürece çok bilgili girmemiştik ama sokakta CD'yi satarken amacımızdan
hep bahsettik ve başlattığımız hukuki süreçten. Sonra davalar açıldı. Ondan
sonraki hikaye sadece Anadolu'da değil, dünyanın pek çok yerinde de gerçekleşen
ayak oyunları, tehditler, rüşvet teklifleri, kanun hükmünde kararnamelerle
değişen yasalar, bizim hakkımızda yöneltilen suçlamalar, yıldırma
politikaları.. En başta jandarmanın 'hakkını ara, hukuki yollara başvur, devlet
bunu çözer' demesinin ne kadar yalan olduğunu gördük. Biz duvara tosladık.”[18]
Alakır’da geçirilen yıllardan sonra,
Gezi Parkı direnişi sırasında İstanbul’a geliyor Birhan ve Tuğba çifti. Gezi
Parkı'nın, “doğaya ve yaşama sahip çıkan
tüm canlıların buluşma noktası, varolma yeri, belleği olduğunu” belirten
Erkutlu, şunları söylüyor o günlerde: “Buradaki
uyanış, şu anda sadece Anadolu'nun değil tüm dünya halklarının ortak bilincine
ve uyanışına dönüşmüştür. Tarihi bir değişim ve dönüşümü geri dönülemez bir
şekilde tetiklemiştir. Artık farklı bir dünyada nefes alıp veriyoruz. Bir halk,
doğası gereği, doğasıyla birlikte kardeşliğe, barışa ve dirilişinin direnişine
uyandı.”[19]
Mesaj
Öncelikle karşı çıkılanın teknoloji
değil, teknolojinin doğa ile uyumlu olmaması olduğu söylenmeli. Büyümeye dayalı
ekonomi tüketimi körüklüyor, tüketim ise hem doğayı hem de insan yaşamını
mahvediyor. Kapitalizmden kaçış değil doğal yaşam, bir inzivaya çekilme hiç
değil. Çünkü kapitalizmden kaçılamıyor. Doğal ortamda yaşarken birden HES
yapımı ile karşı karşıya kalınınca, bunun mümkün olmadığı bir kez daha anlaşılıyor.
Bir kaçıştan söz edilecekse, bu, tüketimden kaçış olarak adlandırılabilir belki.
Ayrıca, şehir yaşamına karşı çıkmaktan çok, doğa ile şehirin bölünmesine
eleştiri getirildiği de belirtilmeli : “Doğa-şehir
ayrımı da hep ötekileştirme yarattı. Doğa hep gidilen bir yerdi. Şehir ile
doğanın ayrılması aslında ters bir mantık. Şehirde de rüzgar esiyor sonuçta,
oraya da güneş doğuyor, o da toprağın üstünde. O niyetle yaklaşılırsa, şehirler
de çok güzel organize edilebilir. Oysa sadece tüketime odaklı politikalara yön
verirseniz, o zaman neden insanlar daha az tüketsin ki? Çünkü her yıl %5-6
devamlı büyümemiz gerekiyor ama bunun sonu yok. Senelik %5 büyüme demek, her
tükettiğimiz şey için doğadaki rezervlerden her sene %5 kaynak hammadde almak
demek ama bu mümkün değil; çünkü kaynaklarımız sınırlı.”[20]
Ekoloji ve
geri dönüşüm söylemine temkinli yaklaşılıyor ve tüketime hizmet etme riskine
dikkat çekiliyor: “Poşet kullanımının
azaldığı günlerde birden bu geri dönüşüm amblemi çıktı ortaya. Şimdi
bakıyorsunuz her şey geri dönüşüyor. Ama bu amblemin ortaya çıkmasının ardından
tüketim ikiye üçe katlandı. Çünkü ‘nasıl olsa geri dönüşüyor’ mantığıyla
insanların daha çok tüketmeleri sağlandı. Şimdi de ‘nasıl olsa ekolojik’
mantığıyla aynı şey yaşanıyor. 100 bin dönümlük bir arazide ekolojik tarım
yapılabilir mi? Tek tip bir üretim. Bu nedenle ekolojik yaşam, dikkat edilmesi
gereken çok tehlikeli bir kavram. Sistemi kendi içinde çözelim, derleyip
toparlayalım dönemini geçeli bayağı oldu. ‘Biraz makyaj yapalım, biraz
toparlanalım, biraz ekolojik olursak; biraz yeşil enerji kullanırsa düzelir’
demek boşuna. Bu mantıkla devam ettiğimiz sürece, en ekolojik ürünü de
yetiştirseniz, en yeşil enerjiyi de yetiştirseniz bu sistem çözülmez. Bu
mantıkla bir yere varılamayacağını dünya da gördü. Çünkü doğa ana, ‘ben
bu sistemle devam edemem. İsterseniz siz inat edin ben iki silkelenirim, olan
yine size olur’ diyor.”[21]
Sonuç
Alakır’da, köylülerin şehirlere göç
ettiği, bu nedenle köylerin boşaldığı bir coğrafyada, on yılı aşkın bir süredir
yaşayanlar, özellikle kendileriyle yapılan röportajlar dikkate alındığında, herkesi
kendileri gibi yaşamaya çağırmıyor, esas olarak, daha çok tüketme üzerine
kurulu üretime dikkat çekiyorlar ve başka türlü yaşamanın da mümkün olduğu
mesajını veriyorlar.
Alakır’ın Sesi web sayfasındaki
paylaşımlara bakıldığında, doğal yaşam deneyiminin beslendiği fikri/inanca dayalı arka plana dair izler
görülebiliyor. Örneğin yuva yapımının tarif edildiği yazıda, yapım sürecinde
başvurulan uzakdoğu kökenli inançlardaki ritüellere değiniliyor ve şöyle
deniliyor: “94
günlük bu sürecin 74 günü, günde 8 saat, 2 kişi çalışarak
tamamladığımız yuva’nın kurulumu sırasında, bedenimizin farklı yerlerini
dönüşümlü olarak çalıştırmaya özen gösterdik. (yoga..) Nefesimize
(prana..) ve yaptığımız işin farkındalığına odaklı (vipasana..) olarak,
ay’ın (biodinamik..) ve doğa’nın (hava koşulları..) ritmine uygun
çalışarak, herhangi bir sağlık sorunu yaşamadan, yorgun ve bitkin
düşmeden, aksine sağlık, güç ve huzur kazanarak tamamladık
yuva’nın kurulumunu.” Bir başka yazıda, Birhan Erkutlu’yu,
Hindistan’a geziye giden arkadaşlarından istediği Ganj nehri suyunu Alakır
nehrine dökerken gösteren fotoğrafa yer veriliyor. Rabia Tamer’in “Din, Ekoloji
ve Kadın” başlıklı yazısı ise, günümüzde yaşanan ekolojik krizi, Aydınlanmadan önce başlayan fakat Aydınlanmayla büyük
bir ivme kazanan insanın doğaya hükmetme düşüncesinin bir sonucu olarak görüyor ve
bu krizi din ve toplumsal cinsiyet bağlamında inceliyor. Yazıda, din ve din
öğretilerinin insanı merkeze alan yaklaşımlarının insanın doğaya hükmetmesini
meşrulaştırma görevi gördüğü, oysa iyice irdelendiğinde dinlerin doğayla
sağlıklı ilişki kurabilen insanı merkeze aldıkları ve iyi insan olabilmenin
yollarından biri olarak gösterdikleri, dolayısıyla dinlerin farklı ve yanlış
yorumlanmasının doğaya yansıyan olumsuz boyutunun dinin kendisine yöneltilmemesi
gerektiği savunuluyor. Bütün bunlar, doğal yaşam ile inanç arasında bağlantı
kurulmaya, doğanın dengesinin gözetilmesinin dinsel inancın da gereği olduğunun
gösterilmeye çalışıldığına işaret ediyor.
Ed Blewitt’e göre “Kişisel olan politik olabilir, fakat politik olan kişisel değildir.”[22] Alakır doğal yaşam deneyimi, eğer politik olan bir kişisel deneyim olarak kabul edilirse, mahrem yönleriyle değil fakat politik olarak tartışılmayı hak ediyor.
[2] “Antalya'nın Kumluca ilçesine bağlı Kuzca
(Söğütcuması) köyü sınırları içinde bulunan Alakır Vadisi pek çok sucul
canlıya, kızılçam ormanlarına, endemik (bölgeye özgü) pek çok türe ev sahipliği
yapıyor ve tehdit altındaki kuşların da konaklama alanı. Doğal ve biyolojik
(habitat, tür ve genetik çeşitliliği) zenginliği yönüyle sit alanı özellikleri
taşıyor.” http://www.bilim.org/kus-seslerinden-kepce-seslerine-alakirda-hidroelektrik-santraller.html
[3] Cumhuriyet Dergi (2010):
Yusuf Yavuz (2010)
Yusuf Yavuz (2012)
Bilim.Org.
(Metin) http://www.bilim.org/kus-seslerinden-kepce-seslerine-alakirda-hidroelektrik-santraller.html
Bilim.Org (Video): http://www.youtube.com/watch?v=KnBhxrKwVno
CNN Türk (2012): http://www.youtube.com/watch?v=-48B3pbVWbg
VTV (2014): http://www.youtube.com/watch?v=TefaGK-U47w
Dünyadan ve Türkiye’den farklı doğal yaşam
deneyimlerine yer veren bir kaynak: https://baskamumkunler.wordpress.com/
[8] Age.
[9] Age.
[10]
http://www.acikgazete.com/yazarlar/yusuf-yavuz/2012/08/13/dinle-anadolu-anlatilan-senin-hik-yendir.htm?aid=47947
[21] http://www.acikgazete.com/yazarlar/yusuf-yavuz/2012/08/13/dinle-anadolu-anlatilan-senin-hik-yendir.htm?aid=47947