Perşembe, Aralık 11, 2014

Ay Karanlık !..



Lokman’da kurutulmuş yaban mersinleri ve poşetlenmiş kış çayları tezgahlara çıkmışken girdiğin yollardan sapa düşemezsin. Zaman yok ki! Güneş var, doğar; ay var o da karanlığa doğar; dünya var bir de, döner. Bazan yüzünü, bazan sırtını güneşe döner. Gece var, ay karanlık; gündüz ışıldayan ve ışıklı, iyi bakarsan o da karanlık. Bunlara zaman diyemezsin.

Zamanı biz yarattık. Doğa’nın ve doğan’ın zamandan haberi yok. Bir yerde okumuştum. Nerde şimdi unuttum. “Saat zamanı dilimlere bölerken” bu çemberden başka bir çembere geçemezsin. Saatin dilimlere ayırdığı zamanı doğa’ya ve doğan’a biz öğrettik. Sümerler’e sövsen, Foucault sarkacını kırıp yok edemezsin.

İncirin kabuğunu soyup, içini açsan, o küçük çekirdeklerden birinin özündeki boşluğa baksan, koca bir incir ağacını göremezsin. Ama ağaç ordadır.

Şimdide takılı kalmış, geçmiş ve geleceğin izlerinden bir bütün, duran ve durağan varlıklarız. Hareket edenlerden değiliz. Hareket ettiğini sananlardanız. Gün ağarınca kalkar, her gün güneş batana kadar aynı işleri, zamanı dilimlere ayıran saatin aynı dakikaları ve aynı saniyelerinde yaparız. Bugünümüzün geçmiş haftanın bugününden ya da on yıl öncenin bugününden bir farkı yoktur. Aynıyız. On yıl sonraki bugünden de farkı olmayacak bugünler yaşarız. Aynı durağanlıkta olsak da hareket halinde olduğumuz yanılgısındayız. Sürekli aynı zamanı yaşarız. Yine de bitmesine yakın şaşarız. Daha yapacak çok işimiz vardır. Şimdiye kadar yapılmamış ama yapılacak olan. Zamanımız olmalıdır. Bir kelebeğin ömrü ile farkı olmasa da ömrümüzün, kelebeğin zamanı ile zamanımız arasındaki göreceli akış, ona yavaş bize hızlıdır. Oysa görece kısa olansa, onun yaşamıdır.

Turgut Uyar, “göğe bakalım” derken, Haruki Murakami “aya bakalım” der, 1Q84’te. Halbuki, Aldous Huxley, “göklerin krallığı kalplerdedir, kalbe bakalım” demiş, Kadim Felsefe’de. Nereye bakacağımızı bilmeyiz. Nere bakarsak bakalım, gökte de yerde de aranılan yoktur; çünkü aslolan aramamaktır.

Sevgi dolu bir alınla dünyaya geliriz. O sevgi dolu boş alında derin çizgiler vardır. Çizgilerle verilen hüküm, doğumla ilan edilir. Yargımız aynı zamanda yazgımızdır. Biz, seçtik sanırız. “Bilinmeyeni bileni, duyulmayanı duyanı, işitilmeyeni işiteni” ararız. Ararken önyargılara sarılırız. Önyargılardan oluşmuş fikirlerimiz, o fikirlerle darağaçlarına astıklarımız, astıktan sonra kesilen ağaçlarımız vardır. Çokluk astıklarımız kadındır. Cellatlığı severiz, cellatlara alkış tutmayı sevdiğimiz gibi.

Anlam ararmış gibi yapar, aslında huzuru ararız. Çünkü kalbin huzursuz, telaşlı, rahatsız atımını yediden sonra yavaşlatamayız. Huzura adanmış varlıkla, alnımızın secdeye değdiği de olur, ellerimizin göğüslerde kavuştuğu da, bağdaş da kurulur elbet, mum da yakılır belki. Bütün kuttörenlerin totemcilikten geldiği bilgisine sahip değiliz. Çağdaşlık kisvesi altında yatan ilkel kuttörenlerimiz vardır. Sünnet ederiz, kurban ederiz. Oysa, varlığın belki de tek bir anlamı vardır, o da genlere işlenmiş kodların bir sonraya aktarımıdır. Acaba, o aktarımın bir anlamı var mıdır?
İyiliğin ve kötülüğün bilgisini taşıyan o ağacın meyvesi neden yasaklanmıştır. Haydi yasaklanmıştır da, o memnu meyveyi yiyen adam ve kadın yemişten bilgiyi neden alamamıştır. Almıştır da bir tek kötüyü mü algılamıştır? Genlerin aktarımından payımıza bir tek kötüler mi kalmıştır?

Toprağı ekeriz, hayvanı güderiz, ipliği eğeriz; toprağı ekeni, hayvanı güdeni, ipliği eğeni güderiz. Böyle geldik, böyle gideriz.

Kendimizi kutlamayı ve kutsamayı severiz. Başkalarına adanmış hayatlarımızın aslında kendimizin kendimize adanmışlığı olduğunu bilmeyiz. Bu kendine rağmen kendine adanmışlığı kutlamayı seçeriz. Herkes de kutlasın isteriz. Farklı, fedakar, iyi ve sevecenizdir. Aynı özden gelen aynılar olduğumuz bilgisi hoşumuza gitmez.

Oysa ki; “...tüm yaşamını kendini başkalarına adadığın, hiç bencil olmadığın inancıyla geçirdin. Başka hiçbir şey, kendini beğenmişliği, kişinin benliğine duyduğu sevgiden pekala bağımsız olduğu ve kendini daima cömertçe komşularına adamış olduğu yönündeki böylesi içsel tanıklık kadar yoğun besleyemez. Ne var ki; başkalarınaymış gibi gözüken tüm bu adanmışlık, gerçekte senin kendine olan adanmışlığın. Kendine olan sevgin, daimi bir kendini kutlama noktasına ulaşıyor ki bu sevgiden bağımsızmış gibi hissediyorsun; tüm vicdani çekingenliklerinin kökünde bu var. Seni bu kadar istekli ve duyarlı yapan şey, ‘BEN’...” demiş, Fenelon. Orda, tüm o yoğunluğu ile duran ‘BEN’ i fark etmeyiz. Menfaatin yapamayacağı fedakarlık da, ‘BEN’ den azade menfaat de  olmaz oysa, ama bunu dillendirmeyiz. 

Lokman’da kurutulmuş yaban mersinleri ve poşetlenmiş kış çayları tezgahlara çıkmışken girdiğin yollardan sapa düşemezsin. Doğumla ilan edilmiş alın çizgilerini inkar edemezsin. Bir noktadan geçen doğrular kadar yol varsa da, senin hükmün bir yoladır, yandaki yola hükmünü geçiremezsin. İncir çekirdeğinin içi boş özündeki kadim ağacı göremezsin. Ağaç, ordadır. Hastalık var, savaş var, kan ve ölüm var. Gece var, ay karanlık...
ey yedi yaş
ey yola çıkmanın mucizevi an'ı
senden sonra ne varsa yok olup gitti, cehalet ve çılgınlık içinde

senden sonra
kuşlarla
rüzgârla
aramızda
güçlü bir aydınlık ve zindelik bağı olan o pencere
kırıldı
kırıldı
kırıldı senden sonra o
su, su, sudan başka tek kelime etmeyen
topraktan bebek
suda boğuldu

senden sonra ağustosböceklerinin sesini öldürdük
ve alfabenin harflerinden yükselen zil sesine
ve silah fabrikalarından yükselen düdük seslerine bel bağladık

senden sonra oyun yerimiz olan
masaların altından
masaların ardına
masaların ardından
masaların üstüne vardık
ve masaların üstünde oynadık
ve yitirdik, senin rengini, ey yedi yaş

senden sonra biz ihanet ettik birbirimize
senden sonra biz bütün yadigârları
kurşunlarla ve saçılmış kan damlalarıyla sildik
sokak duvarlarının alçılanmış şakaklarından
senden sonra meydanlara yürüdük, bağırdık:
"yaşasın!"
"kahrolsun!"
ve meydanların hay huyunda, uyanıklık edip şehre gelen
şarkıcıya, üç-beş kuruş kazandırmak için, el çırptık
senden sonra birbirimizin katili olan bizler
aşkı yargıladık
ve öyle ki kalplerimiz
ceplerimizde endişeliyken
aşkın payını sorguladık

senden sonra biz, mezarlıklara yüz sürdük
ve ölüm, büyükannenin çarşafının altında nefes alıp veriyordu
ve ölüm, öyle güçlü bir ağaçtı ki
başlangıcın bu tarafındaki diriler
kederli dallarına adak çaputu bağlıyorlardı onun
ve sonun öbür tarafındaki ölüler fosforlu köklerini kemiriyorlardı onun
ve ölüm o türbede oturmuştu ki
dört yanında ansızın dört mavi lale
beliriverdi

rüzgâr sesi geliyor
rüzgâr sesi geliyor ey yedi yaş

kalktım ve su içtim
ve ansızın hatırladım
körpe ekinlerin
çekirgelerin hücumundan nasıl korktuklarını
daha ne kadar ödenmeli
ne kadar ödenmeli daha
bu beton küpün tamamlanması için?

biz yitirmiş olmamız gereken ne varsa
yitirmişiz
ışıksız, yola düşmüşüz biz
ve ay, ay, o şefkatli kadın, oradaydı hep
ve çekirgelerin hücumundan korkan körpe ekinlerin üzerinde
kâgir bir damın ardında kalan çocukluk hatıralarında

ne kadar ödenmeli daha?
Furûğ Ferruhzâd”

        Gaye Çiftçi