Lokman’da
kurutulmuş yaban mersinleri ve poşetlenmiş kış çayları tezgahlara çıkmışken
girdiğin yollardan sapa düşemezsin. Zaman yok ki! Güneş var, doğar; ay var o da
karanlığa doğar; dünya var bir de, döner. Bazan yüzünü, bazan sırtını güneşe
döner. Gece var, ay karanlık; gündüz ışıldayan ve ışıklı, iyi bakarsan o da
karanlık. Bunlara zaman diyemezsin.
Zamanı biz
yarattık. Doğa’nın ve doğan’ın zamandan haberi yok. Bir yerde okumuştum. Nerde
şimdi unuttum. “Saat zamanı dilimlere bölerken” bu çemberden başka bir çembere
geçemezsin. Saatin dilimlere ayırdığı zamanı doğa’ya ve doğan’a biz öğrettik.
Sümerler’e sövsen, Foucault sarkacını kırıp yok edemezsin.
İncirin
kabuğunu soyup, içini açsan, o küçük çekirdeklerden birinin özündeki boşluğa
baksan, koca bir incir ağacını göremezsin. Ama ağaç ordadır.
Şimdide
takılı kalmış, geçmiş ve geleceğin izlerinden bir bütün, duran ve durağan
varlıklarız. Hareket edenlerden değiliz. Hareket ettiğini sananlardanız. Gün
ağarınca kalkar, her gün güneş batana kadar aynı işleri, zamanı dilimlere
ayıran saatin aynı dakikaları ve aynı saniyelerinde yaparız. Bugünümüzün geçmiş
haftanın bugününden ya da on yıl öncenin bugününden bir farkı yoktur. Aynıyız.
On yıl sonraki bugünden de farkı olmayacak bugünler yaşarız. Aynı durağanlıkta olsak
da hareket halinde olduğumuz yanılgısındayız. Sürekli aynı zamanı yaşarız. Yine
de bitmesine yakın şaşarız. Daha yapacak çok işimiz vardır. Şimdiye kadar
yapılmamış ama yapılacak olan. Zamanımız olmalıdır. Bir kelebeğin ömrü ile
farkı olmasa da ömrümüzün, kelebeğin zamanı ile zamanımız arasındaki göreceli
akış, ona yavaş bize hızlıdır. Oysa görece kısa olansa, onun yaşamıdır.
Turgut
Uyar, “göğe bakalım” derken, Haruki Murakami “aya bakalım” der, 1Q84’te.
Halbuki, Aldous Huxley, “göklerin krallığı kalplerdedir, kalbe bakalım” demiş,
Kadim Felsefe’de. Nereye bakacağımızı bilmeyiz. Nere bakarsak bakalım, gökte de
yerde de aranılan yoktur; çünkü aslolan aramamaktır.
Sevgi dolu
bir alınla dünyaya geliriz. O sevgi dolu boş alında derin çizgiler vardır.
Çizgilerle verilen hüküm, doğumla ilan edilir. Yargımız aynı zamanda
yazgımızdır. Biz, seçtik sanırız. “Bilinmeyeni bileni, duyulmayanı duyanı,
işitilmeyeni işiteni” ararız. Ararken önyargılara sarılırız. Önyargılardan oluşmuş
fikirlerimiz, o fikirlerle darağaçlarına astıklarımız, astıktan sonra kesilen
ağaçlarımız vardır. Çokluk astıklarımız kadındır. Cellatlığı severiz,
cellatlara alkış tutmayı sevdiğimiz gibi.
Anlam ararmış
gibi yapar, aslında huzuru ararız. Çünkü kalbin huzursuz, telaşlı, rahatsız
atımını yediden sonra yavaşlatamayız. Huzura adanmış varlıkla, alnımızın
secdeye değdiği de olur, ellerimizin göğüslerde kavuştuğu da, bağdaş da kurulur
elbet, mum da yakılır belki. Bütün kuttörenlerin totemcilikten geldiği bilgisine
sahip değiliz. Çağdaşlık kisvesi altında yatan ilkel kuttörenlerimiz vardır.
Sünnet ederiz, kurban ederiz. Oysa, varlığın belki de tek bir anlamı vardır, o
da genlere işlenmiş kodların bir sonraya aktarımıdır. Acaba, o aktarımın bir
anlamı var mıdır?
İyiliğin ve
kötülüğün bilgisini taşıyan o ağacın meyvesi neden yasaklanmıştır. Haydi
yasaklanmıştır da, o memnu meyveyi yiyen adam ve kadın yemişten bilgiyi neden
alamamıştır. Almıştır da bir tek kötüyü mü algılamıştır? Genlerin aktarımından
payımıza bir tek kötüler mi kalmıştır?
Toprağı
ekeriz, hayvanı güderiz, ipliği eğeriz; toprağı ekeni, hayvanı güdeni, ipliği
eğeni güderiz. Böyle geldik, böyle gideriz.
Kendimizi
kutlamayı ve kutsamayı severiz. Başkalarına adanmış hayatlarımızın aslında
kendimizin kendimize adanmışlığı olduğunu bilmeyiz. Bu kendine rağmen kendine adanmışlığı
kutlamayı seçeriz. Herkes de kutlasın isteriz. Farklı, fedakar, iyi ve
sevecenizdir. Aynı özden gelen aynılar olduğumuz bilgisi hoşumuza gitmez.
Oysa ki;
“...tüm yaşamını kendini başkalarına adadığın, hiç bencil olmadığın inancıyla
geçirdin. Başka hiçbir şey, kendini beğenmişliği, kişinin benliğine duyduğu
sevgiden pekala bağımsız olduğu ve kendini daima cömertçe komşularına adamış
olduğu yönündeki böylesi içsel tanıklık kadar yoğun besleyemez. Ne var ki;
başkalarınaymış gibi gözüken tüm bu adanmışlık, gerçekte senin kendine olan
adanmışlığın. Kendine olan sevgin, daimi bir kendini kutlama noktasına ulaşıyor
ki bu sevgiden bağımsızmış gibi hissediyorsun; tüm vicdani çekingenliklerinin
kökünde bu var. Seni bu kadar istekli ve duyarlı yapan şey, ‘BEN’...” demiş,
Fenelon. Orda, tüm o yoğunluğu ile duran ‘BEN’ i fark etmeyiz. Menfaatin
yapamayacağı fedakarlık da, ‘BEN’ den azade menfaat de olmaz oysa, ama bunu dillendirmeyiz.
Lokman’da
kurutulmuş yaban mersinleri ve poşetlenmiş kış çayları tezgahlara çıkmışken
girdiğin yollardan sapa düşemezsin. Doğumla ilan edilmiş alın çizgilerini inkar
edemezsin. Bir noktadan geçen doğrular kadar yol varsa da, senin hükmün bir
yoladır, yandaki yola hükmünü geçiremezsin. İncir çekirdeğinin içi boş özündeki
kadim ağacı göremezsin. Ağaç, ordadır. Hastalık var, savaş var, kan ve ölüm
var. Gece var, ay karanlık...
“ey yedi yaş
ey yola çıkmanın mucizevi an'ı
senden sonra ne varsa yok olup gitti, cehalet ve
çılgınlık içinde
senden sonra
kuşlarla
rüzgârla
aramızda
güçlü bir aydınlık ve zindelik bağı olan o pencere
kırıldı
kırıldı
kırıldı senden sonra o
su, su, sudan başka tek kelime etmeyen
topraktan bebek
suda boğuldu
senden sonra ağustosböceklerinin sesini öldürdük
ve alfabenin harflerinden yükselen zil sesine
ve silah fabrikalarından yükselen düdük seslerine
bel bağladık
senden sonra oyun yerimiz olan
masaların altından
masaların ardına
masaların ardından
masaların üstüne vardık
ve masaların üstünde oynadık
ve yitirdik, senin rengini, ey yedi yaş
senden sonra biz ihanet ettik birbirimize
senden sonra biz bütün yadigârları
kurşunlarla ve saçılmış kan damlalarıyla sildik
sokak duvarlarının alçılanmış şakaklarından
senden sonra meydanlara yürüdük, bağırdık:
"yaşasın!"
"kahrolsun!"
ve meydanların hay huyunda, uyanıklık edip şehre
gelen
şarkıcıya, üç-beş kuruş kazandırmak için, el
çırptık
senden sonra birbirimizin katili olan bizler
aşkı yargıladık
ve öyle ki kalplerimiz
ceplerimizde endişeliyken
aşkın payını sorguladık
senden sonra biz, mezarlıklara yüz sürdük
ve ölüm, büyükannenin çarşafının altında nefes alıp
veriyordu
ve ölüm, öyle güçlü bir ağaçtı ki
başlangıcın bu tarafındaki diriler
kederli dallarına adak çaputu bağlıyorlardı onun
ve sonun öbür tarafındaki ölüler fosforlu köklerini
kemiriyorlardı onun
ve ölüm o türbede oturmuştu ki
dört yanında ansızın dört mavi lale
beliriverdi
rüzgâr sesi geliyor
rüzgâr sesi geliyor ey yedi yaş
kalktım ve su içtim
ve ansızın hatırladım
körpe ekinlerin
çekirgelerin hücumundan nasıl korktuklarını
daha ne kadar ödenmeli
ne kadar ödenmeli daha
bu beton küpün tamamlanması için?
biz yitirmiş olmamız gereken ne varsa
yitirmişiz
ışıksız, yola düşmüşüz biz
ve ay, ay, o şefkatli kadın, oradaydı hep
ve çekirgelerin hücumundan korkan körpe ekinlerin
üzerinde
kâgir bir damın ardında kalan çocukluk
hatıralarında
ne kadar ödenmeli daha?
Furûğ Ferruhzâd”
Gaye
Çiftçi