Emile Zola’nın, Germinal’den beş yıl önce yayımlanan ve diğer eserlerine
kıyasla daha az bilinen romanı/uzun hikayesi Sel (L’Inondation, 1880), gerçek bir olaya, 1875
yılında yaşanan Garonne nehri taşkınına dayanmaktadır. Hikayede anlatıcı rolünü
üstlenen yetmiş yaşındaki zengin çiftçi Louis Roubieu, aile üyelerinin birer
birer sele kapılıp ölmelerine, -adeta her yitirdiği can, ona bahşedilen refah
ve mutluluğun birer cezasıymış gibi- tanıklık eder. Bir modern zaman Nuh
hikayesi olarak da nitelendirilen hikayenin, İncil’le, mitik motiflerle
benzerlikler taşıdığı da ileri sürülmektedir (Starr, 2014).
Bu yazıda, Zola’nın sözkonusu
hikayesine[1],
“yazgı” kavramıyla ilişkili olarak, “başa gelen iyi ve/veya kötü şeyler”
karşısında hikayedeki ana karakterin aldığı tavır/pozisyon açısından bakılmaya
çalışılacaktır. Bu kapsamda, öncelikle, yazarın
-Zola’nın- pozisyonunun anlaşılmasının yararlı olacağı düşünülmektedir.
Yeni, Seküler Bir Din
Emile
Zola’nın kurucusu olduğu Natüralizm; 1865-1900 yılları arasında ortaya çıkan, insan karakterinin şekillenmesinde “toplumsal
koşullar, kalıtım ve çevre”nin temel güç olduğunu öne süren ayrıntılı bir
gerçekçiliği (realism) kullanan, edebi bir akımdır. Charles Darwin’in etkisiyle
Natüralistler, kişinin kalıtım ve toplumsal çevresinin, onun karakterini ve
davranışlarını belirlediğini düşünürler (Zhang, 2010). Doğa bilimlerinin edebiyata uygulanması şeklinde
ortaya çıkan natüralizmde roman, gerçeği yansıtmalı, yaşam koşulları, toplumsal
ve siyasal çevreler üzerine her türlü belge ve deneye dayanmalıdır (Günday,
2014).
Natüralizmin
karakteristik özelliklerinin; determinizm, objektivizm, kötümserlik ve
şaşırtıcı finaller olmak üzere dört başlık altında incelenebileceği savunulur. Buna
göre; 1) karakterin yazgısı kalıtım ve çevresel faktörler tarafından önceden
belirlenmiştir ve o, bu yazgı karşısında çaresizdir (determinizm), 2) yazar,
kendisini, adeta gördüklerini not alan bir bilim insanı gibi, “objektif bir gözlemci”
olarak sunar (objektivizm), 3) kahramanlar sık sık, “çaresizliklerini”
vurgulayan kötümser ifadeler kullanır (kötümserlik), 4) final, şaşırtıcı
biçimde sonlanır ve doğanın, insanın yaşam mücadelesi karşısında “kayıtsız”
olduğu mesajı verilir (Zhang, 2010).
Richard
F. Gustafson, Zola’nın savunduğu Natüralizm için, sıklıkla “ateizm”le de özdeşleştirilen,
“determinist ve materyalist” sıfatlarını kullanır. Ancak Zola’nın
romanlarındaki ateizm ve/veya din karşıtlığının, son dönem romanlarında, özellikle
Évangiles serisinde farklı bir boyut kazandığı da belirtilmektedir. Bu görüşe
göre, adı geçen romanlar Zola’nın hem en ateist hem de en dinsel romanlarıdır,
zira Zola Hristiyanlığın bazı unsurlarını kendisinin savunduğu “yeni seküler
din”e aktarmıştır (Lasseigne). Zola, 1881 yılında, natüralizmde tanrıya yer
olmadığını ilan etmiş, dinin geleneksel formlarını küçümsemiş olsa da, Evangiles,
sadece lirik bir natüralist ideali değil, yeni
seküler bir dini de sunmaktadır. Bu seküler İncil’ler, Zola’nın din, tanrı ve
kutsala dönük suskunluğunun sona erdiğine de işaret eder. Bilim ve teknoloji,
onun modern, natüralist dininin temel taşı olarak ortaya çıkar (Zupsich, 2010). Deneyselliğin ötesinde bir gerçek tanımayan, dinsel
bir yaratıcı olarak Tanrı düşüncesine yer vermeyen Zola’nın, seküler bir aziz
olarak ilk dönem romanlarında görülen ve Darwinizmin bir formu olan Atavizm,
son dönem romanlarında, “peygamber” benzeri bir rol oynamaya evrilir
(Shivanandan, 2010)
Zola’nın
“yeni din” anlayışının temelinde, “yaşam ve aşk yoluyla kurtuluş” düşüncesinin bulunduğu
da savunulmuştur. “Aşk” ile; zayıf-düşkün-fakirlere duyulan evrensel sevgi ve
karı-koca arasındaki tutkulu aşk olmak üzere, iki tür aşk da kastediliyor
gibidir. Ayrıca, bu yaklaşımda da, “yeni din”, Hristiyanlığı reforme eden ve onun
yerine geçecek bir öneri olarak görülmektedir (Shivanandan, 2010).
Sonuç
olarak Zola için “yazgı”, başka bir deyişle insanın karakteri, davranışları ve
“başına gelenler”, “kalıtım, doğal ve toplumsal çevre” üçlüsünün kombinasyonu
tarafından belirlenir ve birey bu yazgı karşısında çaresizdir. Bu “yazgı”da,
doğal olarak, Tanrı ve bireyin, mutlak ve/veya cüzi iradesine, keza mutlak
ve/veya göreli özerkliğine yer olmadığı düşünülebilir. Bununla birlikte, çağının
bilimsel gelişmelerinin de etkisiyle Zola’nın, bilimi temel alan bir seküler
din önermeyi denemek suretiyle, yeni “din”in peygamberi rolünü oynadığı, aynı
zamanda bu yeni “din”e Hristiyanlık’tan bazı aktarımlar yaptığı, Hristiyanlığı
reforme eden bir din önerisi getirdiği değerlendirmeleri de yapılmaktadır.
Böylece Zola’nın son dönem romanlarının, hem ateist hem dinsel olduğu ileri
sürülmektedir.
Giriş
kısmında bahsedildiği gibi Emile Zola’nın uzun
hikayesi Sel (L’Inondation, 1880), 1875 yılında yaşanan Garonne
nehri taşkınına dayanmaktadır. Hikayenin yayımlandığı yılın (1880) aynı zamanda
Zola’nın Deneysel Roman (Le Roman
Expérimental) makalesinin yayımlandığı yıl olduğu da belirtilmelidir. Bu
makalede Zola, her yerde nedenselliğin hâkim olduğunu belirtir; Hippolyte Taine’in
etkisiyle, çevre ve kalıtımın insanın bütün zihinsel ve duygusal dışavurumlarını
belirlediği görüşünü öne sürer. Zola’ya göre, Darwin’in bir doğa kanunu olarak
öne sürdüğü doğal seleksiyon toplum için de geçerlidir (Cankara, 2004). Zola’nın deyişiyle deneysel roman “bu yüzyılın bilimsel
evriminin bir sonucudur; kimya ve fiziğe dayanan “fizyoloji”yi devam ettirir ve
tamamlar; insanın soyut ve metafizik düzeyde çalışılmasını, fiziko-kimyasal
kuralların konusu, çevresel etkilerce/faktörlerce belirlenen “doğal insan”
çalışmasıyla yer değiştirir; bu, bilimsel çağımızın edebiyatıdır.” (Lasseigne,
2005). Bu
bağlamda, Sel’in “başından geçenleri”
anlatan ana karakterinin, “yazgı”ya dair söylediklerinin belirlenmesine
geçilebilir.
Tanrı’nın Lütfu
Louis Roubieu; kardeşleri, çocukları ve
torunlarıyla birlikte, -geniş bir aile olarak- refah içinde yaşayan yaşlı bir
çiftçidir. Sahip olduğu refah ve mutluluğu, “şans”, ”talih” ve “lütuf”
sözcükleriyle ifade eder ve Tanrı’ya bağlar. Tanrının ona bahşettiği “lütuf”un adil
ve kendisinin “hakkı” olduğunu düşünmekte, bunu “kimseye zararı dokunmamış
olmak”la gerekçelendirmektedir.
On
dört yıl boyunca ekmeğimi topraktan kazandım. Nihayet şans yüzümüze güldü ve biz de refaha kavuştuk. Geçen aya kadar
bizim köyün en zengin çiftçisiydim. Evimizin bereketi yerindeydi, mutlu mesut
geçiniyorduk. Güneş bizim ağabeyimizdi; bir gün olsun kötü mahsul aldığımızı
hatır lamam. Tarlada neredeyse bir düzine kişi çalışıyorduk. Ben hala canlı ve
dinç, çocukların başında duruyordum; sonra (…) erkek ve kız kardeşim, (…) sonra
evladımla torunlarım vardı.
Ne
güzel günlerdi onlar, ah! Tarlada her köşeden bir türkü duyulurdu. Marie’nin
bildiği bazı ilahiler vardı, koro
şarkıcısı gibi söylerdi ilahileri. Buğday başakları dolu doluydu, asmalar tam
çiçeklenmiş, enfes bir bağbozumu vaat ediyorlardı. Jacques gülüp omzuma vurdu:
“Eh, baba, ne ekmekten ne şaraptan yoksun kalacağız desene. Topraklarına böyle
gümüş yağdığına göre İlahi Güç’le
dost olmalısın.”
Jacques
haklıydı. Ya bir azizin ya da bizzat Tanrı’nın dostluğunu kazanmıştım, çünkü
ülkedeki bütün şans bizden yanaydı.
Dolu yağdı mı bizim tarlaların sınırına geldiğinde dururdu. Komşularımızın
asmaları hastalandığında, bizimkilerin etrafına sanki bir koruma duvarı
çekilirdi. Nihayetinde bunu yalnızca adil
görür oldum. Kimseye zararım
dokunmadığından, bu mutluluğun hakkım
olduğunu düşünüyordum.
Roubieu, sel tehlikesi baş
gösterdiğinde de, talihine, Tanrı’nın lütfuna güvenmeye devam eder.
Başkalarının başına gelen kötü şeylerin, kendilerine bahşedilmiş mesut yaşamın
sınırlarından içeri giremeyeceğine dair inancı tamdır.
İneklerimizden
biri yavrulamıştı ve herkes heyecan içindeydi. Küçük buzağının doğumu ailemiz
için yeni bir lütuftu. Garonne Nehri
evvelki gün iyice yükselmişti ama ona güvenimiz tamdı: “Bir şey olmaz. Her sene
aynı terane. Nehir öfkelenmiş gibi kabarıyor, sonra bir gecede duruluyor.
Göreceksin evlat, bu sefer de bir şey olmayacak. Baksana havanın güzelliğine!”
Güzel
bir günün akşamını yaşıyorduk. Güzel talihimizin
–bereketli hasatların, mutlu evimizin, Veronique’in nişanlanmasının- bize hep
yukarıdan, yitmekte olan ışığın saflığında bahşedildiğini
düşündüm. Akşamın vedasıyla birlikte hepimiz takdis ediliyorduk adeta.
Ancak, selin
sınır tanımadığı anlaşılmaya, “lütuf”a olan güveni sarsacak olayların ayak
sesleri duyulmaya başlamıştır artık.
Ansızın
köyün o dingin sessizliğinin içinden korkunç bir çığlık koptu –bir ıstırap ve
ölüm çığlığı: “Garonne! Garonne!”
Yalancı Tanrı
Hikaye ve
hikayenin ana karakteri bakımından kırılma noktası “sel” olur. Karakterin
selden önceki ve sonraki söz ve düşünceleri farklılık arz eder. Sel öncesinde,
selin henüz sınırları ihlal etmediği zamanda güvenildiği ifade edilen talih, bu
kez onları korumamış; sel, bir yıkım ve felaket olarak sınırları ihlal
etmiştir. Roubieu,
talihinin tersine dönmesi karşısında Tanrı’yı sorumlu tutar ve O’na isyan eder.
Şimdi o, “Tanrı’nın adil olmadığı” ve
“yalan söylediği”ni düşünmektedir.
Böylece, selin ana karakter üzerinde
yaptığı ilk etki, lütuf gösteren Tanrı’dan, yalan söyleyen Tanrı düşüncesine
doğru değişimle sınırlıdır. Zola, karakterin din ile ilişkisinin derecesi
hakkında okuyucuya fazla bilgi vermez. Ancak karakterin, başına gelen iyi
şeyleri lütuf olarak görürken, kötü şeyleri “ceza”, Tanrı’nın gazabı olarak
değerlendirmediği görülmektedir. Hristiyanlık’ta “Tanrı’nın günahtan nefret”
ettiği düşüncesiyle koşut olarak “Tanrı’nın gazabı”nın günahla ilişkilendirilmesinin,
karakterde bir karşılığı yoktur. Robieu, geçmişini bu minvalde sorgulamamakta,
“ne yaptım da başıma bu geldi?” diye düşünmemektedir. Hem kendi kurtuluşunu bir
lütuf olarak nitelendirmemesi, hem de olaylara “Tanrı’nın gazabı” çerçevesinde yaklaşmaması,
karakterin dinle olan “derin” bir ilişki içinde olmadığının emareleri olarak
görülebilir.
Nasıl
bir yıkımdı, of! Mahsulümüz mahvolmuş, hayvanlarımız boğulmuş, iyi talihimiz kaşla göz arasında tersine
dönmüştü! Tanrı adil değildi. O’na
karşı bir yanlışımız olmamıştı; O ise herşeyimizi elimizden almıştı! Ufka doğru
yumruğumu savurdum. Öğlen yaptığımız geziyi, çayırlarımızı, buğdaylarımızı,
asmalarımızı, hepsinin umut vaat ettiğini anlatmıştım. Demek hepsi yalanmış! Demek ki güneş batarken,
akşamın dinginliğinde, o tatlı ve sakin çehresiyle yüzümüze bakıp yalan söylüyormuş.
Önce
ahırdaki hayvanlar, sonra hizmetçiler suya kapılıp ölürler. Evin çatısına
sığınılır. Kurtulmak için yapılan her hamlede aileden biri-birkaçı, ailenin
diğer üyelerinin gözleri önünde ölüm yolunda ilerler. Gaspard’ın, nişanlısı
Veronique’i de kurtarma motivasyonuyla giriştiği çaba da başarısızlıkla
sonuçlanır ve ikisi birlikte suya gömülürler. Sonuçta sel, ailenin en yaşlı
üyesi dışında, geri kalan herkesi almış, yalnızca Louis Roubieu bu afetten sağ
olarak çıkabilmiştir/kurtulabilmiştir. Ancak o, bu kurtuluşu bir “lütuf” olarak
görmemektedir, zira kaybettiklerinin acısı daha baskındır ve onun “yaşama
arzusu”nu yitirmesine neden olmuştur. Ayrıca, diğer aile üyeleri gibi/kadar
“özverili”, “hassas” olamamış, kahramanca davranamamıştır. Kendine yönelik bu
eleştiriyi, yaşlı/güçsüz olmasına bağlar. Artık tek arzusu/tesellisi, aile
üyelerinin/ölülerinin cesetlerini bulup toprağa kavuşturmak/gömmektir. Sahip
olduğu malı mülkü de, çocukları olan köylülere bağışlamayı düşünmektedir.
Burada, ana karakterin, yaşamını anlamlı kılan ve yaşam mücadelesinin motivasyonu olan “aile” kavramıyla karşılaşılmaktadır. Roubieu, bütün birikimini, çocukları olan yoksul ailelere verme niyetini ifade eder ve “birikim”le “aile”yi ilişkilendirir. Sel, ürününe ve evine hasar vermiştir ancak tamamen yok etmemiştir. Asıl tahribat, yok olan aile bireyleridir ve bu, karakterin mala gelen zararı telafi etme, yeniden mücadeleye başlama motivasyonunu ortadan kaldırmıştır.
Ölüm
ağır ağır geliyordu. Biz de dizlerimizin üstüne çökmüş, kollarımızı uzatmış
halde kah ağlıyor, kah Tanrı’ya yakarıyorduk. (…) beni bir çocuk gibi aciz
bırakan yaşıma küfürler ettim. (…) Agathe Hala konuşmuyordu. Dua etmeyi
bırakmıştı, istavroz da çıkarmıyordu artık. Ecelimiz gelmişti. Helak olan
köyden geriye yalnızca birkaç duvar yıkıntısı kalmıştı. Bir tek kilisenin
kulesi sağlam duruyor, oradan da sesler geliyordu –oraya sığınmış insanların
mırıltılı sesleri. Her an evle birlikte suya gömülmeyi bekliyorduk.
“Pierre!
Pierre!” diye seslendim, ne yaptığını idrak edemeyecek kadar korkarak. Dönüp
sessizce, “Aideu, Louis! Görüyorsun, çok bile durdum. Hem size daha çok yer
kalacak.” Dedi. Önce piposunu fırlattı ve “İyi geceler! Yeterince çektim!”
deyip suya daldı. Tekrar su yüzüne çıkmadı. İyi bir yüzücü değildi ve
muhtemelen sevdiklerimizin ölümüyle yaşadığımız yıkıma duyduğu üzüntü yüzünden
kendini bırakmıştı.
Sonrasını
hatırlamıyorum.
Saintin’lıların
altıya doğru tekneleriyle geldiğini ve beni bir bacanın üstüne bilinçsiz
yatarken bulduklarını söylediler. Su beni sevdiklerimin yanına götürmeyerek zalimlik etmişti. Diğer herkes ölmüştü!
Bense, kayaya kök salmış, kurumuş bir ot gibi hayatta kalmıştım. Yüreğim olsa
ben de Pierre gibi, “Yeterince çektim! İyi geceler!” der kendimi Garonne’a
atardım.
Çocuklarım
yok, evim yıkıldı, tarlalarım harap oldu. Ah! Hepsi gittiğine göre ben niye
yaşayayım? Bu acının tesellisi yok. Yardım istemiyorum. Arazilerimi hala
çocukları olan köylülere bağışlayacağım.
Onlar enkaza dönen toprağı temizleyip baştan ekecek cesareti
bulacaklardır. Çocuğu olmayan birine ufak bir oda içinde ölmeye yeter de artar.
Bir
arzum vardı, sadece tek bir arzu. Ailemin cesetlerini alıp yakında benim de
yanlarına katılacağım bir taşın altına gömmek istiyordum. Nehrin sürüklediği
çok sayıda cesedin Toulouse’ta sudan alındığını duymuştum. Bu yolculuğu yapmaya
karar verdim.
Ne
korkunç bir felaketti! İki bine yakın ev yıkılmış, yedi yüz kişi ölmüş, bütün
köprüler suya kapılıp gitmiş, koca bir bölge yerle bir olup çamura batmıştı.
Tüyler ürperten trajediler yaşanıyordu; yarı çıplak yirmi bin kişi açlıkla
cebelleşiyordu; şehir veba günlerine dönmüştü; her yerde matem vardı; sokaklar
cenazelerle doluydu; maddi yardımların, yaraları sarmaya gücü yetmiyordu! Ama
ben bütün bunların arasından hiçbir şey görmeden yürüyüp geçtim. Beni kedere
boğan kendi yıkımlarım, kendi ölülerim vardı.
Yakınlarının
birer birer sele kapıldığını “izleyen”, sonunda yalnız kalan büyükbabanın
elinde, Gaspard’la Veronique’in fotoğrafı
dışında bir şey kalmamıştır. Nişanlılar, kimliği tespit edilemediği için
fotoğrafı çekildikten sonra gömülmüş, fotoğraf ölüm anını sabitlemiştir. Bilimsel
ve teknik ilerlemeye işaret eden fotoğraf, nişanlıların belgesel bir delili
olmanın ötesinde, Roubieu’nun her baktığında ağlamasına neden olan, Barthes’ın
deyişiyle, fizyolojik bir etki bırakır. Görünen, fiziksel çürümenin ayrıntılarından
daha çok, fotoğrafın yakaladığı, gerçeğin belirli bir konfigürasyonudur.
Büyükbaba, birbirine kenetlenmiş aşıkların yüzlerinde, onlardaki şefkat ve kahramanlığı
gördüğünü söyler. Görünen “kenetlenmiş” formun, aşıkların fiziksel ölümünü aştığı,
onların ruhsal birliğine işaret ettiği değerlendirmesi yapılır. Bu yoruma göre birbirine
kenetlenmiş aşıklar, Tristan ve Isolde’yi, aynı zamanda, Zola’nın diğer
romanlarında da görülen “aile ağacı” imgesini, belki de İncil’le ilgili
temaları çağrıştırır ve romanı,
natüralist bir çalışma olmanın ötesine taşır. Dolayısıyla, yazar için
natüralizm, sedece gerçeğin bilimsel bir kaydı değil, aynı zamanda mitik boyutlar/yönler
de barındırmaktadır (Starr).
Cesetlerin
pek çoğunun, mezarlığın köşesindeki bir çukura gömüldüğünü söylemişlerdi. Ama
basiretli davranıp kimliği tespit edilemeyenlerin fotoğrafını çekmişlerdi. İşte
o azap verici fotoğrafların arasında buldum Gaspard’la Veronique’i. Tutkuyla
birbirlerini kucaklamışlar, ölüm anlarında evlilik öpücüklerini birbirlerine
veriyorlardı. Onları ayırmak için kollarını kırmaları gerekmişti. Ama önce
birlikte fotoğraflarını çekmişlerdi. Şimdi de toprağın altında birlikte
uyuyorlardı.
Elimde
yalnızca onlar var, bu iki güzel çocuğun resmi –sudan şişmiş, şekilleri bozulmuş,
morarmış suratlarında aşklarının verdiği cesareti taşıyan iki çocuğun resmi.
Onlara bakıp ağlıyorum.
Zola,
nişanlıların birbirine kenetlenmiş fotoğrafı üzerinden, yukarıda savunulduğu
gibi, “fizikselliği” aşan, mitik yönleri bulunan bir göndermede mi bulunur,
yoksa, gerek nişanlılar gerekse diğer aile üyelerinin fedakar ve kahramanca
davranışları karşısında “doğa”nın kayıtsızlığına, bu bakımdan aslolanın
“yaşamak” olduğuna mı işaret eder?
Sel Alır Gider
Zola, bu
uzun hikayede, bir doğal afet üzerinden, dinin karşısına konumlandırdığı
bilimden hareketle, “Tanrı’ya güven” meselesini okuyucunun önüne getirir.
İnsan, doğa karşısında çaresiz kaldığında bu güveni sorgulamakta, hatta durum
“iyi” iken güçlü biçimde sahip olunan bu
güveni, durum değiştiğinde bir çırpıda yitirebilmektedir. Doğa, insanın
erdemlerine karşı kayıtsızdır ve taraf tutmaz. Erdemliler yaşam mücadelesini
kaybedebilirken, erdemli davranış sergilemeyenler kazançlı çıkabilir. Onların
fotoğraflarına bakıp ağlanabilir, ama bu onların mezarda gömülü birer ceset
olduğu gerçeğini değiştirmez. Adına din de dese Zola’nın bilimi din haline
getiren seküler “yeni inanç sistemi”nde Tanrı’ya yer olmadığı göz önüne alındığında,
Zola’nın hikayesinden “aşkınlık” çıkarmak ancak zorlama bir çabayla mümkün
olur. Bu düşünceler, Zola’nın savaş hakkında söyledikleriyle de uyumludur: “Savaş, kaçınılmazdır.
Savaşı yok etmeyi ve evrensel barışı kurmayı hayal eden hassas ruhlar, sadece cömert
bir ütopya üretiyorlardır. Savaş, bizatihi yaşamın kendisidir. Doğada hiçbir
varlık, mücadele etmeden/savaşmadan, doğamaz, büyüyemez, çoğalamaz. Canlılar, diğer
bir canlıyı yemeli ve bir başkası tarafından da yenilmeli ki dünya yaşamaya
devam edebilsin. Sadece savaşçı uluslar zenginleşebilir, bir ulus silahları
bıraktığında ölür. Savaş, disiplin, feda ve cesaretin okuludur.” (Lasseigne,
2005)
Bir sel
gelir, sahip olduğunuz her şeyi alır gider. İslam tasavvufunda bu hoş
karşılanır. Başa gelen iyi şeyler kadar kötü şeyler de Tanrı’nın eseridir ve
tartışılmaz.
Gelse
celalinden cefa
Yahut
cemalinden vefa
İkisi
de cana sefa
Narın
da hoş, nurun da hoş
Kahrın
da hoş, lütfun da hoş
(Erzurumlu
İbrahim Hakkı)
Ey
lütfu hem kahrı güzel
Senden
hem ol hoş, hem bu hoş
(Eşrefoğlu
Rumi)
Layık
görür isen narı,
Kahrın
da hoş, lütfun da hoş
(Yunus
Emre)
Bu sözlerin
Allah’a olan tam teslimiyete, O’nun her yaptığının yerinde ve güzel olduğuna,
yaptığı işlerin tartışılamayacağına güzel birer örnek olduğu kabul edilir.
Rabbinden gelene razıyım diyebilen makbul bir kuldur.[2]
Tanrı’nın lütfu gibi gazabı da sözkonusudur fakat bu “günah” ile değil, insanın
“sınanması”yla ilgilidir. Yine de, gazap da, onun neticesi olan azap da
arızidir, rahmet ise zati bir sıfat olduğu için devamlıdır.[3]
Kaynakça
Mary Shivanandan, Emile Zola: Improbable
Defender of Life, Life and Learning XVII, 2010
Xiaofen
Zhang, On the Influence of Naturalism on American Literature, English Language
Teaching Vol. 3, No. 2; June 2010
Edward
Lasseigne, The Feud Between Leo Tolstoy and Emile Zola and Its Impact
on Fın-de-sıècle Europe, 2005
Gina
Katherine Zupsich, The Gospel According to Zola: National Identity and
Naturalist Utopia in Fin-de-Siècle France, Doktora tezi, Berkeley Üniversitesi,
2010
Juliana
Starr, Natural Disaster: Representation, Spectatorship, and Loss in the
Flood Stories L’Inondation, Trouble the Water,
and Low and Behold, 2014
Murat Cankara, Ahmet Mithat Efendi ve Beşir Fuat’a Göre Gerçekçilik, Y.Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi, Ankara,
Haziran 2004
Rıfad
Günday, Zola’nın Gerçek Romanında
Bağnazlığa Karşı Hoşgörü, Özgür Düşünce, Demokrasi ve Adalet Yanlısı Uygar
Toplum Yaratma Çabası, Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 2014,
7(1), 87-114