“Ölümler ve
yıldönümleri. İkisinin temelinde de anmalar yatıyor. Anma
kültürünün belli başlı dayanağı ise birtakım sloganlar.
Ölenler “hayatını kaybetmiş”tir. “Yeri
doldurulamayacak”tır. Ve “anısı yaşatılacak”tır.
“Eserleriyle yaşayacak”tır. Oysa “hayatını kaybettiği”
söylenenin, yaşadığı süreçte “kaybettiği”,
“kaybettirdiği” başka şeyler olabilir. Hatta bunlar, yerine
göre, çok daha önemli şeyler olabilir. Öte yandan, “yeri
doldurulamayacak” diyenlerin önemli bir bölümü, insan yaşamı
üzerine konuşurken, onun biricikliğini vurgulayan, bireysel yaşamı
yücelterek onu yere göğe koymayan kişilerden oluşmaktadır.
“Anısı”nın
nasıl yaşatılacağına gelince, akla ilk gelen onun adına ödül
koymak, bir parka ya da sokağa onun adını vermektir. “Eserleriyle
yaşamak” ise, söyleyenin bunu söylerken yaptığı bir
değerlendirmeye, vardığı birtakım sonuçlara dayanmaz. Çoğu
zaman, bu sloganların maddi temeli yoktur. Ses düğmesine aceleci
bir haber ağının bastığı bir korodur karşımızda bulunan.
Koroya ses verenlerin sloganları bellidir, katılmayanlar ise nankör
bir suskunluğu yeğlemiş sayılır.”[1]
YAYIM
FOTOĞRAF
Kemal Özer
Bir fotoğraf kalacaksa
bizden, biri ona baktığında
bizi birbirimize
aşılayan ikiz duyarlığımızı görsün
Sözün örtüsünü
açıp eylemi çıkarmak için ışığa
her adımda sınavdan
geçiren alınyazımızı görsün
Yıkımın çarkı
kırılsın da acıdan arınsın diye dünya
onca çileye sabırla
direnip kafa tutmamızı görsün
Boğulan bir çığlık
mı var zindan duvarları ardında
kimse duymasa bile
bizim duyacağımızı görsün
Sessizliğe bürünse
ortalık, herkes susacak olsa
yine de kısılmayan
bir sesle konuşan ağzımızı görsün
Biri baktığında
sevgilim bizden kalacak o fotoğrafa
her sevinci bir hasatta
devşirip yaşadığımızı görsün
Yaşamın ürettiği
sevinç ömrümüzün hasadıyla buluşunca
birbirimizin yüzünde
bir yıdıza baktığımızı görsün
Bu sevdalı buluşmadan
bir görüntü yansırsa yarına
ona bakan bizi değil,
bizde ışıyan o yıldızı görsün [2]
Kemal Özer’in önemli
bir özelliği de, “yayıncı”lık geçmişidir. Şairin
yayıncılık serüveni, üniversite öğrenciliği sırasında,
-1955-1960 yılları arasında-, arkadaşlarıyla birlikte çıkardığı
“a dergisi” ile başlar. Şair daha sonra o günleri şöyle
anlatır:
“A Dergisi de
İstanbul’da ondan birkaç yıl sonra bir arkadaş çevresinin,
birbirini tanıyan bir grubun çıkardığı bir dergi. Üniversite
kantininde, hararetli tartışmalar arasında “Neden biz de dergi
çıkarmayalım ki?” düşüncesinden doğan bir yayın. ‘50’li
yılların anatomisinde, Soğuk Savaş koşullarının yarattığı
boşlukta genel bir arayış görülür. Dünyada da, Türkiye’de
de. Yoğun bir arayış içinde olan insanlar da o arayışı kendi
çevresinde, kendi dergilerinde sürdürmeye daha yatkın oluyorlar.
Herkesin harçlığından ayırdığı paralarla çıkıyordu A
Dergisi de.
O zaman anımsadığım kadarıyla 10’ar lira verebiliyorduk, dergi
de 200 liraya falan çıkabiliyordu. Ama A
Dergisi’ni
bir gençlik dergisi olmaktan çıkaran öğeler var tabii, yeri
gelmişken söylenebilir. Yaşça daha büyük veya başka çevreden
bazı insanlar da katılmıştı bize. Edip
Cansever örneğin
40 lira veriyordu, ama tek koşulla, parayı verdiğini kimse
duymayacaktı. Bir de önceki kuşaktan Yusuf
Atılgan vardı.
Manisa’nın Hacırahmanlı köyünde çiftçilik yaptığından
biraz daha fazla para veriyordu biz öğrencilere göre. Bir gençlik
dergisi olduğu halde, belki böyle çok etkili olmayabilir
kaygısıyla bizden biraz daha büyük insanlara yer vermiştik.
Örneğin Asım
Bezirci de
katıldı bir süre sonra. (…) Dergi iki defa kesintiye uğradı.
‘57’den sonra bir ara verildi. 27 Mayıs’ın hemen sonrasında
ise Haziran sayısını çıkarıp kendi isteğimizle dergiyi
kapattık. Çünkü ‘50’lerin baskıcı uygulamalarına karşı
çıkan bir konumdaydık, 27 Mayıs’ı da bu dönemin sona ermesi
olarak yorumladık o zaman. Ve dergi işlevini bitirdi düşüncesiyle,
son sayısını 4000-5000 basıp üniversite kapısında coşkulu bir
biçimde dağıttık. Derginin koleksiyonunda o son sayıdaki
yazılara bakmakta yarar var. Biz şairler ürün koyamadık, ama
Fazıl
Hüsnü’nün
27 Mayıs’ı destekleyen bir şiirini yayımladık. 1960’ta dergi
böylelikle sonra erdiğinde zaten bizim öğrenci grubunda da herkes
yaşama atılmaya başlamıştı. Onat
[Kutlar] Paris’e,
Hilmi
Yavuz İngiltere’ye,
Adnan
[Özyalçıner] ile
ben de köy öğretmeni olarak askere gittik. Doğal bir ayrışma
oldu ve bir süre birbirimizden kopuk kaldık. (…) Ama 12 Mart’la,
bizi yeniden bir araya getiren siyasi bir ortam ortaya çıktı.
Tabii herkes ’60 ile ’70 arasında kendini biraz yenilemiş,
değiştirmişti denebilir. Yeniden bir araya gelip, Yeni
A Dergisi’ni
çıkarmaya karar verdik aynı kişilerle. Eski arkadaşlardan Ece
Ayhan,
Cemal
Süreya katılmadılar.(…)
Yeni
A Dergisi de
iki buçuk yıl kadar çıktı. İlk dönemde olduğu gibi bir araya
gelip ortak üretim yapma çabasını sürdürdük. Ama Yeni
A Dergisi daha
derli toplu bir yayındı. Derginin çıkış amacı değişmişti
bir kere. Hem de öyle az buz değil, epeyce siyasal olmuştu. (…)
Bir çıkış bildirisi üzerinde ortaklaşıldı. Naif bir sanatsal
heyecanın sonucu olarak değil, siyasi sözü de olan bir
edebiyat-sanat dergisi oldu. (…) Geçmiştekilerle kıyaslayınca
elbette onlardan öğrenilecek şeyleri almalı ama bugünün
isterlerini o günün koşullarından ayırmak gerek. O gün yapılan
işler, bugünün gereksinimlerinden farklı. İşte yayınevlerinin
durumu, dağıtım ağının sorunları vb. Etkili işler yapmak
bugün çok daha zor.” [3]
Daha sonra, 1965-1970
yılları arasında, kendisinin açtığı (Uğrak) kitabevinde Şiir
Sanatı dergisiyle birlikte, şiir ve sinema alanlarında 13 kitap
yayımlar. Karacan Yayınları ve Varlık dergisinde görev yapan
Özer, 1989 yılında Yordam Yayınları’nı kurmaya karar verir.
Bu kararda, “1980 sonrasında dayatılan yeni koşulların hem
yazılanları, hem yayınevlerinin yayın politikalarını
etkilemesi” önemli rol oynar. Özer bu süreci şöyle
anlatır:
“80 sonrası,
yayın dünyasına egemen olan koşullar, dayatılanı kabul etmeden
üretimlerini sürdürenler için sıkıntılı bir ortam
yaratmıştı.[4]
1989'da Yordam Yayınları'nı kurmaya karar verdiğimde amacım bu
yeni koşullarda ortaya çıkan duruma ödün vermeden yazmayı ve
yazdıklarımı yayınlamayı sürdürmekti. (…) Ama tükenen
kitaplarımın yeni basımlarını yapacak ortam kalmadığı gibi,
benim sanat anlayışımı çağdışı sayan bir saldırı
sözkonusuydu. Buna karşılık, elimde birikmiş epeyce yazı ve
kafamda oluşmuş epeyce tasarı vardı. Yaşımsa 55'e varmıştı.
Köklü bir karar vermem gerekiyordu. Niyetim genel anlamda bir
yayınevi kurmak değil, yalnızca kendi kitaplarımı yayınlamaktı.
(…) Bugün baktığımda, koşullara boyun eğmemek, piyasanın
dışına çıkmak bana çok şey kazandırdı diye düşünüyorum.
Öncelikle yayınladığım kitapların sayıca 62'ye (bunların 55'i
kendimindi) ulaşması. Ama daha önemli olan, girdiğim savaşımın
bana kattıkları. Yazmakla yetinmeyip yazılanları (bir çeşit
çağdaş trubadur gibi) okura götürmenin, onlarla dünya görüşümü,
sanat anlayışımı sınamanın bana sağladığı direnç. Yurt
içinde ve dışında irili ufaklı pek çok yere gidip etkinliklere
katılmak, değişik çevrelerden pek çok insana ulaşmak, bir çeşit
aşı gibiydi. (…) Ozanlara bir iletide bulunacaksa, şiirin
yazmakla biten bir süreç olmadığını, sürecin ozanla
başladığını, şiirle sürdüğünü, ama okurla, okurda yeniden
üretilerek bütünleneceğini, bunun için de ozanın
şiiri ulaştırmayı üstlenmesinin yazmaya “dahil” olduğunu
anımsatsın
isterim.”[5]
Kemal Özer 2006
yılında blog yazarı olarak internete dahil olur, Şubat 2007
tarihinden itibaren de www.sol.org.tr
sitesinde yazmaya başlar.[6]
Blogundaki ilk paylaşımı “yaşam öyküsü” olan Özer’in
son paylaşımı (Haziran 2009) Ali Mert’in “Berfin Uğur İçin
de Yaşar, Üretir mi Acaba” başlıklı yazısıdır.[7]
Uluslararası Nazım Hikmet Şiir Ödülü’nü alan (2009)
Danimarkalı şair Erik Stinus ve İskandinav şair Niels Hav’dan
çeviriler yapar ve bloguna koyan Kemal Özer’in şiirlerini çokça
paylaştığı bir şair de Cansu Fırıncı’dır.
KARANLIKTA
KERTENKELE AVLAMAK
Niels
Hav
Cinayetler işlendiği
sırada biz
farkında bile değildik
göl kıyısında yürürken.
Sen Szymanowski’den
söz açtın,
köpek bokunu
didikleyip duran
bir kargayı inceledim
ben.
Tutsağız kendi
içimizde her birimiz
önyargılarımızı
koruyan
bir cehalet kabuğu
kuşatmış çevremizi.
Dünyayı bir bütün
olarak görelim diyenler
Himalayalarda yaşayan
bir kelebeğin
etkileyebileceğine
inanırlar bir kanat çırpışıyla
Güney Kutbu’nda
iklimi. Belki doğrudur.
Ama tanklar daldı mı
bir yerden içeri
et ve kan damlamaya
başladı mı ağaçlardan
kalmaz ki teselli.
Gerçeği aramak,
kertenkele avlamaya benzer
karanlıkta. Güney
Afrika’dan geldi üzüm,
pirinç Pakistan’dan,
hurma ise İran ürünü.
Sınırlar açık olsun
diyenleri destekliyoruz
meyve ve sebze için,
ama kıvırıp kaçmaya
çalışsak ne kadar
kıçımız yine de
arkamızda hep.
Gazetelerin içlerine
gömülüdür ölüler,
etkilenmeksizin
oturalım diye
cennetin dış
mahallelerinde bir sıraya
ve kelebekler
görebilelim diye düşlerimizde.
Türkçesi: Kemal Özer
– Gülşah Özer[8]
[3] (Sanat
Cephesi dergisinin
Nisan 2008 sayısında yayınlanmıştır)
http://kemalozer.blogcu.com/kemal-ozer-ile-edebiyatta-toplu-hareketler-uzerine/3421329
[4]
(Bu
söyleşi Cumhuriyet Kitap'ta yayınlandı - 8 Mart 2007)