Cuma, Ekim 02, 2015

Kemal Özer: Sayrılar Dünyası



Şair Kemal Özer’in (1935, İstanbul - 30 Haziran 2009, İstanbul) önemli bir vasfı da yaşam boyu sürdürdüğü “yayıncılığı”. Bu vasfın da tesiriyle şairi internet ortamında “blog yazarı” ve kişisel web sayfası sahibi olarak görebiliyoruz. Bugün itibarıyla internet sitesi (www.kemalozer.net) içeriğine ulaşılamasa da, blog yazılarına/paylaşımlarına (kemalozer.blogcu.com) erişim yine de mümkün. Kemal Özer'in blog yazarlığı konusunu bir başka yazıya bırakarak, bu blogta şairin “öykü” etiketiyle yayımladığı iki yazıya aşağıda yer vereceğiz. Bu iki öyküyü ortaklaştıran “hasta/hastalık” teması, şairin paylaştığı bir “gezi günlüğü” notuyla da örtüşüyor. Bu yüzden söz konusu gezi notlarını da alıntıladık. Özer’in ölümünden önceki son üç yıl içinde yazdığı ve “hasta/hastalık” temasıyla bağlantılı olduğunu düşündüğümüz bu metinler, kurmacayla biyografiyi birleştiriyor ve bize şairin dünyasının kapılarını aralıyor. O kapıdan geçerken, -şairin sözlerinden esinlenerek-, şunu düşünüyoruz: Şairin dünyası, bir kapı aralığında görülen ev içleri gibi.



SAYRILAR DÜNYASI

Kemal Özer[1]

Sayrılar dünyası. Bir kapı aralığında görülen ev içleri gibi. Hepimize benzeyen insanlar onlar da. Ama insafsız bir sınır var, bir eşik. Onu aşmak gerek onlara ulaşmak için. Göze görülmeyen, akla gelmeyen bir sınır. Daha doğrusu, varlığı düşünülmeyen. Bir arada olduğumuz halde bizi ayıran birbirimizden. Kesin bir sınır. İnsafsız.

Zaman zaman o sınırı aştım, o dünyanın sınırını. Çocukken değil belki. Sayrılıkların bu kadar ayırıcı olduğunu bilmezdim o günlerde. Dünya bir bütündü benim için. Ağır sayrılıklar yaşamadığımdan olacak! Sayrılar evine girip çıkmadığımdan! Sayrılansam, umarsız düşecek kadar sarsılsam, belki çok daha önceleri ayırt ederdim. Hatta çocukken. Üstelik hiç unutamadığım bir anı da vardı, yıllar öncesi çocukluk günlerinden.

Çocukluğumda bizlere, daha doğrusu kimselere benzemeyen bir çocuk yaşardı sokağımızda. Bir kız çocuğu. Hiç sokağa çıkmaz, oyun oynamazdı. Evin penceresinden, parmaklığın ardından bizi seyrederdi yalnızca. Kocaman kurdeleli başı hâlâ gözlerimin önünde. Niye evden çıkmadığını merak ederdik. Niye dudaklarının bizimkilere benzemediğini de. Mosmordu çünkü. Karadut yemiş de ağzını yıkamamış gibi. Uzun süre bir giz olarak kaldı. Yavaş yavaş pencereye çıkmadığını ayırt ettik sonra. Merakımız iyice arttı. Öğrendik ki sayrıymış doğduğundan beri! Çok az görülen bir sayrılık! Yüreği ters, yani göğsünün sağ yanındaymış! O yüzden dudakları mosmor, o yüzden yaşıtları gibi davranamıyor, o yüzden yaşamı bunca kısa!

O günlerde değil, çok sonra düşündüm bunun sayrılar dünyasıyla belki ilk karşılaşmam olduğunu. O eli yüzü tertemiz, özenle giydirilmiş, belki yalnız belli saatlerde pencereden bakmasına izin verilen kız çocuğunun nasıldı yaşamı, özlemleri nelerdi, nelere sevinirdi (sevinebilir miydi, yoksa o da mı yasaktı), sonunun çabuk geleceğini bilir miydi, saklasalar bile sezer miydi çevresindeki kederi, acıyı?

Çok sonra, annemin sayrılığı ilerleyip umarsızlaştığı, evde barındırılamaz duruma geldiği, hiçbir sayrılar evine kabul edilmediği zaman, asıl o zaman o sınırla, o insafsız sınırla yüz yüze geldim. Evet, hiçbir sayrılar evi, iyileşmez sayrıları kabul etmiyordu. Zorlayıcı sağlık yasaları da yoktu. Acı bir şaşkınlıkla gördüm ki, yasalar tersine onları destekliyordu bu konuda. Buluna buluna, özel bir sayrılar evinde düşkünler bölümü bulundu sonunda annem için. Kırılamayacak bir hatır ve para karşılığı!

İşte o zaman aştım o sınırı. Her sabah annemi görmeye gittikçe. O bölümde kalanların çoğunlukla arayan soran kimsesi yoktu. Ücretlerini ödeyenler bulunsa bile görmek için uğramıyorlardı. Önce bu bırakılmışlık sarstı beni. Duyuyordunuz onları, görüyordunuz, ama bir sınır vardı onu aşamıyordunuz, onlara ulaşmak için. Kimseden bir şey beklemiyorlardı artık. Kendi sınırları içinde, sahipsiz, umarsız.

Her sabah trenle oraya giderken, bir süre sonra ayırt ettim ki onların gözleriyle bakıyorum pencereden dışarıya: akıp giden ağaçlara, gündelik uğraşları içindeki insanlara, denize. Baktıkça şaşıyordum: ne kadar gerçektiler, oradaydılar işte, gözlerimin önünde, istesem trenden iner aralarına karışabilirdim, ama yine de ne kadar uzaktılar ve kendi dışlarındaki bu dünyadan ne kadar habersiz! Bizlerin de yaşadığından, sayrılar evinde ya da dışarıda, kendileri gibi, kendileriyle birlikte! Arada bir, içlerinden biriyle gözlerimiz buluşuyordu. Bakıyorlardı onlar da bize, ama dünyamızı göremiyorlardı. Biz sayrıların dünyasını.

Dönüşte ise uzaklaştığımı duyumsardım. Hepsinin geride kaldığını, hızlı bir sislenmenin her şeyi örttüğünü, sınırın bu yanına döndüğümü! Uzaklaştığım için içimde gizli bir sevincin kıpırdamasını önlemeye ve kimseye belli etmemeye çalışarak!

Annem öldükten sonra bir süre bocaladım. Pencerenin hangi yanından baktığımı, hangi yandaki görüntüye yansıdığımı bilemedim. Sonunda, her sabah trene binmek, günlük uğraşlarım arasından çıktı. Birilerini görmeye gitmek de. Ama o tren penceresi yaşamımdan çıkmadı.

Şimdi ne zaman ciddi sayrılansam kendimi bir trende görüyorum. Bir başka dünyaya yol alan bir trende. Pencereden tuhaf bir hüzünle dışarıya bakıyorum. Ağaçlara, gündelik uğraş içindeki insanlara, denize. Onlardan hızla koptuğumu, uzaklaştığımı duyuyorum. Birileriyle göz göze gelirsek, bana görmeden baktıklarını anlıyorum. Nereye doğru yol aldığımı, beni nelerin beklediğini görmeden, göremeden. Tuhaf bir hüzünle bakıyorum – aslana av olmuş bir geyiğin, gövdesi dişler arasında sıkışmış götürülürken dünyaya son kez bakışındaki o yarı şaşkın, yarı inanmaz hüzünle.

İyileşir iyileşmez döneceğim yine, biliyorum. İçimde kimse görmesin diye derinlere ittiğim gizli bir sevinç duyarak. Biraz ihanet etmiş gibi, biraz verdiğim sözden caymış gibi, utanarak. Ama sayrılar dünyası kocaman yürekli, kin tutmaz, bilge bir dünya – biliyorum beni yine kabul edecektir ne zaman kapısını çalsam. O gizli sevincin ortasında yeni bir hüzün damlası!

BASTONLU ADAM

Kemal Özer[2]

Adını kimin koyduğunu bilenler belki şanslı. Niye o adı seçtiklerini öğrenme bakımından. Öğrendiğinde hoşnut kalıp kalmamak senin elinde. Hoşnut kalmayanların yapacağı fazla bir şey yok. İstemeye istemeye de olsa o adı kullanmaktan başka.

İnsanın bir adı olması, aslında fazlaca üzerinde durulmayan bir şey. Olması değil, olmaması yadırgatıcı. Olması, bir bakıma kolaylık sağlıyor. Niye olmadığını açıklamak ise yaşam boyu sorgulanmakla eşanlamlı. Kim göze alabilir böyle bir sorgulanmayı?

Göze alsa bile, çıkaracağı karışıklığa izin verirler mi? Adı olmayan ne yargılanabilir, ne askere alınabilir çünkü. Okula kaydını yaptırmaktan tut, evlenmeye, hatta ölmeye değin bir sürü pürüz. Bir yere bomba koymak kadar tehlikeli bir anarşi.

Kuşkusuz bütün bunları tek tek düşünerek değil, genlerde gizlice taşıyarak edinilen bir alışkanlık sözkonusu. O alışkanlığı sürdürmekle birlikte, kimi bu adı sağa sola, öne arkaya esneterek kullanmayı seçiyor. Neco, Sülo vb gibi kısaltmalar yoluyla, ya da başına sonuna eklentiler yaparak: Küçük, büyük vb gibi. Bir de istenç dışı, birtakım durumların getirdiği takıntılar adın yerini alıyor: Şişko vb gibi.

Adını başkasının seçmesinden hoşlanmayıp kendi alanlar, verilen adı değiştirenler ise sık rastlanmayan gözüpek kişiler. Belli bir yaşa ya da duruma değin bir adıyla, sonra öteki adıyla anılanlar. Bu yaş dilimleri birbirinden ayrılırken, verilen ve seçilen adın katkısı oluyor mu? Oluyorsa, ne kadar?

Adların taşıdığı geleneksel çağrışımların bunda payı olabileceği gibi, seslerin de, o seslerde bir araya gelenlerin de çağrışım etkileri görülebilir. Yuvarlak seslilerle dolu bir adın sıska birinde yadırgatıcı durması, böyle bir örnek. İnce seslilerin bir araya geldiği bir adı şişman birine yakıştırma zorluğu, yine aynı.

Verilen adı beğenmeyip değiştirenlerden biri de benim. Ama bu yüzden gözüpek sayılabilir miyim? Belki değiştirme gerekçesiyle, evet. Babam adımı seçerken, o yıl soyadı yasası çıktığı için ikisini birlikte düşünmüş. Şiirle (bildiğim kadar) ilgisi olduğu söylenemezdi. Benim şiir yazacağımı isteyeceği de, aynı nedenle uzak bir olasılık. Buna karşın, bir uyak merakına kapılmış nedense. Soyadını seçerken onunla uyaklı olacağını düşündüğü bir sözcük seçmiş bana ad olarak. Yıllarca son heceleri birbirini yineleyen bu adı ve soyadını taşıdım.

Babam bu iki sözcükte bir uyum bulmuştu, ama ben nedense bu uyumu kendime bir türlü yakıştıramadım. Önce kendi kendime değiştirdim adımı. Çıkardığı karışıklıklara yıllarca direndim. Aile çevresi ve belli bir yaşa kadarki arkadaşlar arasında, seçtiğim adı beğenmeyenler olmadı. Aynı anda iki kişi gibi, bir eski adımla, bir yeni adımla yaşıyordum. Kimi zaman bankada eski adımla açılmış hesaptan para çekerken, acaba borç mu alıyor ya da hırsızlık mı ediyorum diye bocalıyordum. Kimi zaman da bir tanıdıkla karşılaştığımda hangi adımın geçerli olacağını ben bile karıştırıyor, nasıl davranacağımı şaşırıyordum.

Sonunda dayanamayıp bu karışıklığı ortadan kaldırmak için yargıya başvurdum. Başvuru dilekçemde bir neden göstermem gerekiyordu. Adımla soyadımın uyaklı olmasından başka, göstereceğim bir neden yoktu. Yargıç önüne çıkmadan, uyağı neden beğenmediğimi nasıl açıklayacağımı bilemiyor, ter içinde uyanıyordum geceleri. Başka bir neden aradığımda ise, aklıma gelenleri önce kendim inandırıcı bulmuyordum.

Duruşmada korktuğum başıma gelmedi. Yargıç, almak istediğim adı yıllardır kullandığımı söyleyince, bunu yeterli görmedi ve yeni adımla beni tanıyanlardan tanık göstermemi istedi. Ama sevinmeme fırsat bırakmadan, bu tanığın toplumda işiyle ve yapıtlarıyla tanınması, adı ve saygınlığı olması gerektiğini ekleyiverdi.

Kitapları olan bir tanık gösterdiğimde ise, tanınma ölçüsünükitapların tek başına sağlayamadığı anlaşıldı. Onlarca kitabı önüne koyduğumuz halde, yargıç bunları yeterli görmedi ve içinde tanığın adının geçtiği antolojiler getirmemizi istedi. Ancak antolojiler geldikten sonra, tanığım ününe, ben de yeni adıma kavuşabildik.

Adımla soyadımı birbirine bağlayan uyaktan kurtulmuştum. Ama sorunların tümünden kurtulmam uzun bir zaman aldı. Üstünde adım bulunan bütün belgeleri, adıma yer veren bütün kayıtları değiştirmem gerekti. Geriye eski adımla seslenmeyi hâlâ sürdürenlere nasıl davranacağım kaldı. Seslenenleri şaşırtmak istediğimde duymazdan gelmeyi yeğledim. Kaçınamayacağım durumlarda ise eski adıma uygun davrandım.

Yıllar geçip gitti. Bu serüveni tam arasıra gülümseyerek anımsar, başka birine anlatırken de keyiflenir bir hale geldiğimi düşünürken, o uğursuz olayla karşılaştım. Hiç beklemediğim bir düşme, hiç hesaba katmadığım bir ameliyat, hiç ummadığım bir sonuç, yaşamımı köklü bir değişikliğe uğrattığı gibi, yeni bir adla anılmamı da sağladı.

Yaşamım köklü bir değişikliğe uğradı ve bunu dışarıdan görünür kılan bir bastonla yaşamak zorunda kaldım. Onun geçici bir destek olacağıyla kendimi avuttum bir süre. Ama eski günlerime dönemeyeceğim, yaşamımı artık bastonla sürdüreceğim kesinlik kazanınca, bu duruma uyum sağlamaktan başka yapılacak bir şey olmadığına karar verdim.

Söylendiği kadar kolay olmadı elbet. Yeniden evlenmek, yeni bir eşle yaşamayı öğrenmek kadar zor olmasa da, ona elimin uzantısı, dengemin destekçisi olarak alışmak epey zaman aldı. Hatta tam tamına uyum sağladığımı söylemek biraz zor. Evdeyken kullanmam gerekmiyor artık. Bir köşeye dayayıp bırakıyorum. Arada varlığını duyurmak için olsa gerek, pat diye kendini yere bıraktığı, boş bulunursanız yüreğinizi ağzınıza getirdiği oluyor. Ya da unutup dışarıya çıkmaya kalkarsam, arkamdan seslenmese bile, sağ avucumda bıraktığı boşlukla onu unuttuğumu haber vermekten geri durmuyor.

Güçsüz düşen bacağımı her gün yürüyüş yaparak güçlendirmeliyim. Ama aynı uğursuz olayla bir daha karşılaşmamak için her adımımı dikkatle atmalıyım. Bunun için de yağışlı havalarda dışarıya çıkmaktan, kaygan yerlerde dolaşmaktan kaçınmalıyım. Kamu araçlarından ise olabildiğince uzak durmalıyım. Yeni yaşamımda parklarla korsan taksilerin özel bir yeri oldu bu yüzden.

Yeni bir adla anılmaya başladığımı da bu geliş gidişler öğretti bana. Parklara giderken, çocukların “Bastonlu adam geliyor” dedikleri kulağıma çalınınca, üstüme alınmadım önceleri. Sonra benim için söylediklerini, sonra da yalnız onların değil pek çok kişinin ağzında bu adın yer aldığını öğrendim. Yadırgadıysam bile uzun sürmedi. Şakaya vurur gibi yapıp ben de kullanmaya başladım. Hele korsan taksileri çağırmak üzere telefon ettiğimde “Bastonlu adam” diye kendimi tanıtmak kolayıma bile geldi.


GEZİ GÜNLÜĞÜ 2[3]


K o m ş u l a r   v e   k i r a c ı l a r
31 Temmuz 2008 / Bristol. Yazdıklarımı ertesi gün temize çekmeme kararımı ilk kez uygulamadım. Düne değin yazdıklarımı bir daha deftere çektim. Lympe'de komşularla ilgili başladığım anılar bir yere kadar ilerlemişti. Buraya geldikten sonra savaşla ilgili yazmaya başlamıştım. Niyetim oradan kiracılara gelmekti. Savaşın yarattığı ekonomik sıkıntılarla evin odalarını kiraya vermeye başlamamız benim yaşamımda önemli bir yer alıyor.

Şimdi yazarken bunu daha iyi anlıyorum. Yaşarken sanki doğal geliyordu, yeni ve değişik insanlarla bir çatı altında bulunmak. Bütün evlerde böyle yaşanıyormuş gibi. Oysa hiç öyle değildi. Sokak, semt, okul, geziler, ziyaretler insana çevresini genişletme fırsatı veriyordu. Ama kiracılar bu çevreyi çok daha fazla genişletmeyi sağlıyordu. Özellikle pansiyonculuk; yani aynı evde, bir arada yaşamak!

Benim böyle bir şansım olmuş diye düşünüyorum şimdi. Hem çok değişik yapıda insanlar tanımışım, hem de çok değişik yöreler ve ülkeler. Ankara ve İstanbul dışında üniversite bulunmadığı için ülkenin çeşitli yerlerinden gençler yüksek öğrenim görmeye İstanbul'a geliyordu. Bunlardan ekonomik durumu iyi olanlar, öğrenci yurtlarında kalmak yerine pansiyonları yeğliyordu. Yöre olarak en çok Adana'dan gelenleri tanımıştım. Sonra da Urfa'dan gelenleri. Bunlara zamanla başka ülkelerden gelenler de eklendi. Tıp, eczacılık, dişçilik gibi sağlık alanlarında yüksek öğrenim için Suriye ve Irak'tan gelen Araplar, belki de ilk yurt dışı izlenimlerini sağladı bana. Arapların sarışın da olabileceği şaşkınlığını ilk kez yaşatan Gazi El Dubunî'yi hâlâ anımsıyorum. Demek ki her zaman “Arap kızı camdan bakıyor”u aynı düşünmemek gerekecekti.

Yıllar geçtikçe kiracılar da değişmeye başladı. Öğrencilerin yerini değişik mesleklerden insanlar, hatta aileler aldı. Bir odaya sığışan kimisi çocuklu aileler. Bunların içinde annemin evlendirdikleri de oldu. Aslında öğrenci olmayanların çoğunluğu ya hiç evlenmemiş, ya da deyim yerindeyse tohuma kaçmış insanlardı; ya da bir biçimde evlerini bırakıp, çevrelerinden uzaklaşıp bir başına yaşamayı seçenlerdi.

Anılar onlara yakından bakmamı sağlayacak. Kimliklerinden, yaşantılarından bana ne kattıklarını şimdi yazarken araştırmış, anlamış olacağım. Onları tanıdım, kısalı uzunlu birlikte olduk, ama yazmaya başladıkça onlarla birlikte olmanın ne anlama geldiğini öğreneceğim. Bugüne değin, zaman zaman anımsadığım, yeri geldikçe tanıdıklarla paylaştığım neşeli ya da hüzünlü sahneleri asıl şimdi yerli yerine oturtabilirim. Yazdıkça o sahneler artık kesinleşmiş, değişmezlik kazanmış olacak. İçinde bulunduğum duruma göre onları değişik dile getirme hakkımdan vazgeçeceğim böylece.

Sözün burasında başka bir gözlem geliyor aklıma. Anılar yazıya geçince bellek onlardan kurtuluyor. Tıpkı yükünü güvenli bir yere boşaltır gibi. Öyle olmasa, çocuk öykülerinde yazıya geçirdiğim kimi ayrıntıları anımsamak istediğim zaman öykülere bakmak zorunda kalmazdım. Yine aynı şey olacaksa, anıların yazılışı bittiğinde, kendi geçmişimin önemli bir kesimine hoşça kal demiş olacağım herhalde.

G i d e n l e r i n   b ı r a k t ı ğ ı   b o ş l u k

Öğleden sonra. Karımın yeğeniyle kocası Pembrock Dock'tan konuk geldiler dün. Heather, birbiri ardına ameliyatlarla geçirmişti son yılları. Telefon haberleriyle izlenen bu olaylardan sonra karımla ilk kez karşılaştılar. Karşılaştık demeliyim aslında. Çünkü benim 1984'ten sonra İngiltere'ye de uzanmış bir tarih kesitim var. Heather ve Terry, bu kesitin içinde yalnız adlarıyla değil, gösterdikleri dostça yakınlık ve sevecen ilgiyle de yer alıyorlar.

Hiç değinilmese bile, sağlık sorunlarının çağrışımlarıyla dolu bir buluşma oldu. Onlar beni bastonumla ve eskisi gibi yürüyemeyen halimle gördüler. Ben onları, içine çekilmiş gözlerle, derisi estetikli bir yüzle gördüm. Üstelik önlerinde Heather'i bekleyen bir kemoterapi dönemi vardı. O dönemin bitkin düşürücü sonuçlarından önce bizimle görüşmek istemişti. Ve sağaltım sağlayıp sağlamayacağı bilinemiyordu.

Onları bugün yemekten sonra yolcu ettik. Bir daha görüşüp görüşmeyeceğimizi akla getirmemeye çalışarak. Şimdi çocukluğumda olduğu gibi yine bir boşluk içindeyim. Gidenlerin bıraktığı boşluk her zaman içine alırdı beni bir süre. Kıpırdamadan oturur, öylece kafamın içine saklanırdım. Onlardan kalanların yitip gitmesine dayanamaz, bıraktıkları sesleri, gülüşleri, görüntüleri korumaya çalışırdım. Yenileceğimi, korumayı başaramayacağımı bile bile.

Gündelik yaşama yeniden döndükten sonra da, bu başarısızlığı zaman zaman yeniden anımsatan kimi ayrıntılar su yüzüne çıkar, bir gülüşün ya da bir yüksek sesli konuşmanın ortasında birden duraklayıverirdim. Kalan boşluğun ürpertisiyle bir daha yüz yüze gelerek.

İstanbul'a döndükten sonra “yapmak istediklerim”in listesine daha sıkı sarılmalı, “istediklerim”i daha hızlı “yapma”ya başlamalıyım. Yeni bir buluşmada yeniden karşılaşırsak, eskisinden farklı çıkmak için karşılarına. Karşılaşmazsak, yine farklı bir duyarlıkla kullanmak için, bu kez buluşamamanın boşluğunu.

A n ı l a r   s a n a t s a l   b i r   t ü r s e

1 Ağustos 2008 / Bristol. Karım da ben de çocukluk günleriyle başbaşayız. Altmış yıl öncesine ben her gün belleğimde gidiyorum, o ise doğduğu kentte. Benim çocukluk evimi görme olanağım yok. Evin yer aldığı semtte çocukluk günlerime rastlama şansım da yok denecek kadar az. Oysa burada karım gitti ve çocukluk evini eliyle koymuş gibi buldu. Fotoğraflarını çekti. Yaşadığı odanın penceresi, girip çıktığı kapı, topunu vura vura gürültü çıkardığı duvar, okula giderken geçtiği yol, oynadığı çimenlik, hepsi yerli yerinde. Yıpranmak yerine, üstelik yeniden elden geçirilmiş!

Aynı olanağı bulsaydım, anılarım daha mı ayrıntılı yazılabilirdi? Belleğim bende kalan görüntüleri ne ölçüde korumuş acaba? Bunlara yanıt vermek zor. Dün yazdığım bölümde ilk kiracımızın görüntüsünü çizdim. Öyle miydi gerçekten? Anılar, benim düşündüğüm gibi sanatsal bir türse, belleğimde kalanların gerçeğe uygunluğu o kadar önemli mi? Sanatsal bir kurgu, onları tutanaklıktan çıkarmıyor mu? Zaman zaman kendime sorduğum, şimdi değil de 20 ya da 30 yıl önce yazsaydım yine aynı mı olacaktı sorusu böylece bir yanıt buluyor. Yaşantıyı oluşturan olaylar, kişiler, hatta duygular vb değişmeyecek, ama yazdıklarım değişik olacaktı. Sanatsal açıdan başarılı olup olmaması önemliydi, nasıl ve ne zaman yazılırsa yazılsın!

Dün ilk kiracımızla ilgili yazarken, yaşamımın dönüm noktası saydığım Sait Faik'in kitabıyla karşılaşmamı yeniden yorumladım. Okuduğum ilk kitaptı ve bana yazma hevesi aşılayan bir heyecan vermişti. Bu olayı değişik yerlerde, değişik vesilelerle andım, söyleşilerde kullandım. Özellikle öğrencilere anlatırken, kitaptaki insanların benim tanıdığım insanlara benzemesi, yaşanan olayların bildiğim olayları andırması üzerinde duruyordum. Demek ki bunlar yazılabildiğine göre ben de yazabilirim sonucuna vardığımı söylüyordum.

Dün aynı olayı böyle kesin olarak yorumlamaktan kaçındım. Etkilenme nedeninin bu olması belki yalnızca bir olasılıktı.

A n ı l a r a   a r a   v e r m e k

2 Ağustos 2008 / Londra. Gezinin üçüncü evresine ulaştık. İlk kez kent içinde bir öğrenci yurdundayız. İlk izlenim: Ancak zengin çocuklarının kalabileceği bir yer.

Belki de tam zamanında Bristol'den ayrıldık. Hem nemli hava, hem sürekli yağış herkesi kısıtlamıştı. Karımla kızım dışarıya çıkarken zorlanıyorlardı. Bense masa başında otururken, görünümün beni sınırladığını anlıyordum. Anılara yeni bir şey ekleyemez hale gelmiştim.

Buradaysa onlar yine dışarıya çıkıp müzeleri dolaşabilecek. Ben kalıp yazmayı deneyeceğim. Aslında önce yapıyı kolaçan edip neyin nerede olduğunu öğrenmeli, sonra da semti tanımak için çevrede bulunanları keşfetmeli.

Dün geceden beri anıları yazmaya ara vermek istiyorum. Çok üstüne düşülen, bir direnç yaratıyor insanda. Onun için, belki Bastonlu Adam tasarısına el atmak daha verimli olacak.

G e z i n i n   s o n   e v r e s i

3 Ağustos 2008 / Londra. Çevreyi keşfetmeden önce yurttaki bilgisayar odasını keşfettik. Yola çıktığımızdan beri uzak kaldığım e-postalarıma, bloguma ve Türk gazetelerine bakabildim. Bunların bendeki etkisi, gezimizin son evresini geçersiz kılmak oldu. Demek ki, yurda dönüş, gezilerin aslında son evresi. Sondan bir önceki evre, şu yaşadığımız Londra günleri birden gereksiz bir zaman dilimi haline geldi.

Güne bu duyguyla başladım. Karım ve kızımla British Museum'a kadar yürüdük. İslam sanatları sergisini, bu arada İznik çinilerini gördüm. Sonra da Amerikan ressamlarının sergisini dolaştık. Tekerlekli iskemlede karım gezdirdi beni. Artık hava alanlarında ve müzelerde tekerlekli iskemle yolcusuyum. Bir yandan dolaşırken, bir yandan kendimi dışarıdan görmeye, tekerlekli iskemle yolcusu olarak algılamaya çalışıyorum.

Russell Square parkında bir İtalyan lokantasında öğle yemeği yedik birlikte. Çevrede gidebileceğim birkaç yerden biri bu park. Bir de eski adıyla Dillons kitabevi çok yakın. Sokak aralarında istersem oturabileceğim birkaç pub da var.

Birlikte yurda döndük. Yağmur püskürtüsü altında. Karımla kızım başka müzelere doğru yola çıkacaklar az sonra. Ben günlüğümle başbaşa kaldım.

F u a r   v e   ö l ü m

Sabah bilgisayar odasında karşılaştığım e-postalardan biri Frankfurt Kitap Fuarı için çağrıydı. İstanbul'dan ayrılmadan önce tartışılıyor, protesto edenlerle etmeyenler gerekçelerini açıklıyorlardı. Ne yazık ki bu gerekçeleri, yolculuk öncesi yeterince inceleyemedim. Şimdi döner dönmez katılıp katılmamak konusunda karar vermem ve bu kararı bildirmem için ancak tek günüm var.

Şiir gecesi için benimle birlikte çağrılanlar (kabul etmiş görünenler) arasında yadırganması gerekenlerden biri Erdal Alova'ysa öbürü de Nevzat Çelik. Sözgelimi Nevzat Çelik'in katılma gerekçesini öğrenmek isterdim. Katılanlar arasında bulunmayı içime sindiremeyeceğim açık. Katılırsam, protesto edenlerin gerekçelerindeki haklılığa karşı haksızlık etmek anlamına gelir. Ya da protesto etmeyi doğru bulmayanlara destek vermek.

Ben dönünceye dek, tartışmaların hangi noktalara ulaştığını bilmem gerek. Bunun için Ali'den (Mert) yardım istedim.

Bilgisayar, e-postalar dışında, Fethi Naci'nin ölüm haberini de getirdi. İlginçtir, Memet Fuat'ın ölüm haberini de yurt dışındayken almıştım. İkisi de yaşam kesitimde yeri olanlardan. İkisinin de yerleri iki aşamalı. Bunlardan birine olumlu denebilirse öbürüne denemez. İlk bölümler gençlik yıllarıma denk geliyor. Birlikte yürünebilecek uzun bir yolculuğun başlangıcı olarak düşünmeye uygun. İkinci bölümler ise, bu başlangıçla yüzde yüz çelişiyor.
“Cinayeti Gördüm” filmindekine çok benzeyen iki sahne. Gördüğün, sence çok açık. Ama gördüğünü başkalarının da görmesini bir türlü sağlayamıyorsun. Üstelik ölüm, bu başarısızlığını perçinlemiş oluyor. Bu olayda ona bir tür zırh denebilir. Ölünün arkasından konuşamama, bir zırh gibi ikisini de kuşatacak artık.

P a r ç a l a r d a n   b ü t ü n e

4 Ağustos 2008 / Londra. Yarı uyur yarı uyanık bir gece. Uyanıklık dakikalarında çeşitli şeyler geçiyor aklımdan. Su yüzüne sık sık vuran; bu tür gezilerin benim için artık eskisi gibi olamayacağı. Sergide dün gördüğüm çini parçaları gibi, onlardan bütünü kavramak gerekiyor. Parça parça görüntülerle döneceğim artık gezilerden. Onları bütünlemek bana kalacak, elbette bütünleyebilirsem.

Dün akşam uyumadan önce çeşitli kitaplardan birkaç sayfa okudum. İstanbul Sokakları kitabının içindekilere bakarken Memet Fuat'ın gözümden kaçtığı ortaya çıktı. “Yaptığım Sokak” yazısını okurken yine aynı şeyi düşündüm: Eleştiri, deneme yazarlığını yeğlemesi yazık olmuş. Öykü, roman yazsaydı çok başarılı olması için anlatımı olağanüstü akıcı, incelikli. Keyifle okudum yine. Öbür yazıların çoğundaki pürüzleri, zorlayıcılığı ortaya çıkarıverdi. Hele genç yazarlarınkini.

Yazının son satırları, bana birçok şey anımsattı. “Ben sokağımın köşesinde son yıllarımı yaşıyorum” cümlesi özellikle. Son yıllarını çalışmakla geçirmesini örnek alma düşüncesi yeniden belirdi. “Yaptığımız sokaktan her gün sayısız insan gelip geçiyor” cümlesi, yazdıkları için de geçerli. Yapıtlarının okunacağını düşünüyor olmalı bu cümleyi yazarken. Bir varsayım, ama belki de dilek olarak. Ardından gelen “Geçsinler bakalım” cümlesi, yarattığı şeylere güveni de içermiyor mu?

Ama en son cümledeki vurgu, bütün yalınlığına karşın çok çağrışımlı: “Bütün sokaklar sonunda aynı yere çıkıyor.” Kimbilir kaç türlü okuma olanağı var bu cümleyi. Ben Nâzım'ın Masallar Masalı şiirindeki son dizeler gibi okumayı yeğledim: “Güneş kalacak / sonra o da gidecek”

B i r i   i y i   b i r i   k ö t ü:   İ k i   ş e y

5 Ağustos 2008 / Londra. Kahvaltıdan sonra iki şey düşündüm: Biri iyi, biri kötü. Sonra kendime sordum: Önce hangisini yazayım?

Kötüsü şu: Bugünkü durumun bir sonraki aşaması, hiç yürüyememek ya da sabahtan akşama tekerlekli iskemle üstünde kalmak. Yıllar önce (belki de 50 yıl olmuştur) bir dergide (Yeditepe) gördüğüm fotoğraf belleğimde canlanıyor. Yapıştırma yöntemiyle yapılmış koskoca bir duvar resminin önünde tekerlekli iskemlesinde oturan ressam (Matisse) elindeki değnekle duvarın tavana yakın bir bölümünü gösteriyor. Merdiven üstüne çıkmış yardımcısı (genç bir ressam çırağı) o gösterilen yere elindeki motifi (denebilirse) yapıştırıyor.

Tekerlekli iskemlede yaşamak zorunda kalan ressam değilse, yazarsa ne yapar acaba? Dolaşma, yeni yerler, yeni yüzler görme fırsatı iyice azalacağına göre, kendisine genç bir bellek mi bulmalı? Onun gördüklerinden, duyduklarından yararlanmak üzere?

İyisi de şu: Anıların çocukluk yıllarıyla ilgili ilk bölümü bittiğinde, denebilirse bir tirad yazma düşüncesi. Daha önce de kullandığım bir kamera görüntüsünden yola çıkarak. Sık görülen bir sahne: Olay, kişiler, uzam iç içe. Kişiler deviniyor, olay gelişiyor, uzam bütün bunları kucaklıyor. Kamera da hepsini görüyor ve gösteriyor. Sonra da bunları bulunduğu yerde bırakıp hızla yukarılara tırmanıyor. Nereye kadar? Az önce gördüğü ve gösterdikleri seçilemeyecek oranda küçülene kadar.

İşte o sahne gibi düşünmeliyim, anıların yazmakta olduğum çocukluk yıllarını. Sonra da yukarıya tırmanıp görünmez kılan bir kamera gibi yazmalıyım. Hem yazdıklarıma hem kendime (onları seçemeyeceğim kadar) yukarıdan (ve dışarıdan) bakarak.

Böyle yaptığımda ne görebilirim: Önce bir köy yaşantısının, sonra İstanbul'un bir semtinde, bir sokağın ve bir evin sınırladığı (yaşanmış) yıllar. İkinci Dünya Savaşı'nın yaklaşıp uzaklaşan arkayapısı içinde. Kendiyle birlikte, (cumhuriyetle) yenilenmiş bir ülkenin, bir ucu Balkanlardan bir ucu Anadolu kırsalından gelen ve koşulları gittikçe daralan bir ailenin görüntülerini de yansıtarak ilerlemiş bir çocuğun yaşam kesiti.

Büyük ölçüde koşulların ve başkalarınca belirlenen yön vermelerin dışında, kendi eğilimleri su yüzüne vurdukça attığı küçük adımların da yansıdığı bir kesit bu. Önüne geleceği yeni zaman diliminde, dünyaya verilecek yeni bir düzenle, o düzenin seçenekleriyle belirlenmiş bir ülkede çocukluğunu arkada bırakıp gençliğe adım atacaktır. Eğilimleri, genel koşulların yanı sıra başkalarının istencinden çok kendi seçimleriyle de belirlenmek üzere.
Tirad, birinci kitabın sonunu bağladığı gibi, ikinci kitabın açılışına da bir sunu içerecek belki böylece.

B i r   s o n   i l e   b i r   b a ş l a n g ı ç   a r a s ı n d a

6 Ağustos 2008 / Londra. Gezi kapanışı, öğle yemeği için gittiğim Russell Square parkı ve dönüşte avlusundan geçtiğim SOAS (Doğu Ülkeleri ve Afrika Bilimler Enstitüsü) ile gerçekleşti. Bir son ile bir başlangıç arasında kısa bir yolculuk gibi. Park, Londra'nın yağışsız hava buldukça çimenlere yayılan, sıralarda güneşlenen insanlarıyla gezginlerini bir araya getiriyordu. Ben de onların arasında son kez bulunmuş oldum. Olumsuz anlamda en çok etkilenen ve “Beni istemiyorsun artık” diyen biri olarak baktım bu köşesinden Londra'ya ve İngiltere'ye. Soluk almamı zorlaştıran havasıyla kararımı kolaylaştırdığı için belki teşekkür etmem gerektiğini düşünerek.

SOAS'ın avlusundan geçerken de dünyanın dört bir köşesinden gelen genç öğrencileri izlemek üzere bir sıraya oturdum. Anılarımın ikinci cildine bir başlangıç olarak, kendi üniversite yıllarımı bana anımsatacak o havayı solumak istedim.