Şair Kemal
Özer’in (1935, İstanbul - 30 Haziran 2009, İstanbul) önemli bir vasfı da yaşam
boyu sürdürdüğü “yayıncılığı”. Bu vasfın da tesiriyle şairi internet ortamında “blog
yazarı” ve kişisel web sayfası sahibi olarak görebiliyoruz. Bugün itibarıyla internet
sitesi (www.kemalozer.net) içeriğine ulaşılamasa
da, blog yazılarına/paylaşımlarına (kemalozer.blogcu.com) erişim yine de mümkün. Kemal Özer'in blog yazarlığı
konusunu bir başka yazıya bırakarak, bu blogta şairin “öykü” etiketiyle yayımladığı
iki yazıya aşağıda yer vereceğiz. Bu iki öyküyü ortaklaştıran “hasta/hastalık”
teması, şairin paylaştığı bir “gezi günlüğü” notuyla da örtüşüyor. Bu yüzden söz
konusu gezi notlarını da alıntıladık. Özer’in ölümünden önceki son üç yıl
içinde yazdığı ve “hasta/hastalık” temasıyla bağlantılı olduğunu düşündüğümüz bu
metinler, kurmacayla biyografiyi birleştiriyor ve bize şairin dünyasının kapılarını
aralıyor. O kapıdan geçerken, -şairin sözlerinden esinlenerek-, şunu düşünüyoruz:
Şairin dünyası, bir kapı aralığında görülen ev içleri gibi.
SAYRILAR
DÜNYASI
Kemal Özer[1]
Sayrılar dünyası. Bir kapı aralığında görülen ev içleri gibi.
Hepimize benzeyen insanlar onlar da. Ama insafsız bir sınır var, bir eşik. Onu
aşmak gerek onlara ulaşmak için. Göze görülmeyen, akla gelmeyen bir sınır. Daha
doğrusu, varlığı düşünülmeyen. Bir arada olduğumuz halde bizi ayıran
birbirimizden. Kesin bir sınır. İnsafsız.
Zaman zaman o sınırı aştım, o dünyanın sınırını. Çocukken değil
belki. Sayrılıkların bu kadar ayırıcı olduğunu bilmezdim o günlerde. Dünya bir
bütündü benim için. Ağır sayrılıklar yaşamadığımdan olacak! Sayrılar evine
girip çıkmadığımdan! Sayrılansam, umarsız düşecek kadar sarsılsam, belki çok
daha önceleri ayırt ederdim. Hatta çocukken. Üstelik hiç unutamadığım bir anı
da vardı, yıllar öncesi çocukluk günlerinden.
Çocukluğumda bizlere, daha doğrusu kimselere benzemeyen bir çocuk
yaşardı sokağımızda. Bir kız çocuğu. Hiç sokağa çıkmaz, oyun oynamazdı. Evin
penceresinden, parmaklığın ardından bizi seyrederdi yalnızca. Kocaman kurdeleli
başı hâlâ gözlerimin önünde. Niye evden çıkmadığını merak ederdik. Niye
dudaklarının bizimkilere benzemediğini de. Mosmordu çünkü. Karadut yemiş de
ağzını yıkamamış gibi. Uzun süre bir giz olarak kaldı. Yavaş yavaş pencereye
çıkmadığını ayırt ettik sonra. Merakımız iyice arttı. Öğrendik ki sayrıymış
doğduğundan beri! Çok az görülen bir sayrılık! Yüreği ters, yani göğsünün sağ
yanındaymış! O yüzden dudakları mosmor, o yüzden yaşıtları gibi davranamıyor, o
yüzden yaşamı bunca kısa!
O günlerde değil, çok sonra düşündüm bunun sayrılar dünyasıyla
belki ilk karşılaşmam olduğunu. O eli yüzü tertemiz, özenle giydirilmiş, belki
yalnız belli saatlerde pencereden bakmasına izin verilen kız çocuğunun nasıldı
yaşamı, özlemleri nelerdi, nelere sevinirdi (sevinebilir miydi, yoksa o da mı
yasaktı), sonunun çabuk geleceğini bilir miydi, saklasalar bile sezer miydi
çevresindeki kederi, acıyı?
Çok sonra, annemin sayrılığı ilerleyip umarsızlaştığı, evde
barındırılamaz duruma geldiği, hiçbir sayrılar evine kabul edilmediği zaman,
asıl o zaman o sınırla, o insafsız sınırla yüz yüze geldim. Evet, hiçbir
sayrılar evi, iyileşmez sayrıları kabul etmiyordu. Zorlayıcı sağlık yasaları da
yoktu. Acı bir şaşkınlıkla gördüm ki, yasalar tersine onları destekliyordu bu
konuda. Buluna buluna, özel bir sayrılar evinde düşkünler bölümü bulundu
sonunda annem için. Kırılamayacak bir hatır ve para karşılığı!
İşte o zaman aştım o sınırı. Her sabah annemi görmeye gittikçe. O
bölümde kalanların çoğunlukla arayan soran kimsesi yoktu. Ücretlerini ödeyenler
bulunsa bile görmek için uğramıyorlardı. Önce bu bırakılmışlık sarstı beni.
Duyuyordunuz onları, görüyordunuz, ama bir sınır vardı onu aşamıyordunuz,
onlara ulaşmak için. Kimseden bir şey beklemiyorlardı artık. Kendi sınırları
içinde, sahipsiz, umarsız.
Her sabah trenle oraya giderken, bir süre sonra ayırt ettim ki
onların gözleriyle bakıyorum pencereden dışarıya: akıp giden ağaçlara, gündelik
uğraşları içindeki insanlara, denize. Baktıkça şaşıyordum: ne kadar
gerçektiler, oradaydılar işte, gözlerimin önünde, istesem trenden iner aralarına
karışabilirdim, ama yine de ne kadar uzaktılar ve kendi dışlarındaki bu
dünyadan ne kadar habersiz! Bizlerin de yaşadığından, sayrılar evinde ya da
dışarıda, kendileri gibi, kendileriyle birlikte! Arada bir, içlerinden biriyle
gözlerimiz buluşuyordu. Bakıyorlardı onlar da bize, ama dünyamızı
göremiyorlardı. Biz sayrıların dünyasını.
Dönüşte ise uzaklaştığımı duyumsardım. Hepsinin geride kaldığını,
hızlı bir sislenmenin her şeyi örttüğünü, sınırın bu yanına döndüğümü!
Uzaklaştığım için içimde gizli bir sevincin kıpırdamasını önlemeye ve kimseye
belli etmemeye çalışarak!
Annem öldükten sonra bir süre bocaladım. Pencerenin hangi yanından
baktığımı, hangi yandaki görüntüye yansıdığımı bilemedim. Sonunda, her sabah
trene binmek, günlük uğraşlarım arasından çıktı. Birilerini görmeye gitmek de.
Ama o tren penceresi yaşamımdan çıkmadı.
Şimdi ne zaman ciddi sayrılansam kendimi bir trende görüyorum. Bir
başka dünyaya yol alan bir trende. Pencereden tuhaf bir hüzünle dışarıya
bakıyorum. Ağaçlara, gündelik uğraş içindeki insanlara, denize. Onlardan hızla
koptuğumu, uzaklaştığımı duyuyorum. Birileriyle göz göze gelirsek, bana
görmeden baktıklarını anlıyorum. Nereye doğru yol aldığımı, beni nelerin
beklediğini görmeden, göremeden. Tuhaf bir hüzünle bakıyorum – aslana av olmuş
bir geyiğin, gövdesi dişler arasında sıkışmış götürülürken dünyaya son kez
bakışındaki o yarı şaşkın, yarı inanmaz hüzünle.
İyileşir iyileşmez döneceğim yine, biliyorum. İçimde kimse
görmesin diye derinlere ittiğim gizli bir sevinç duyarak. Biraz ihanet etmiş
gibi, biraz verdiğim sözden caymış gibi, utanarak. Ama sayrılar dünyası kocaman
yürekli, kin tutmaz, bilge bir dünya – biliyorum beni yine kabul edecektir ne
zaman kapısını çalsam. O gizli sevincin ortasında yeni bir hüzün damlası!
BASTONLU ADAM
Kemal Özer[2]
Adını kimin koyduğunu bilenler belki şanslı. Niye o adı
seçtiklerini öğrenme bakımından. Öğrendiğinde hoşnut kalıp kalmamak senin
elinde. Hoşnut kalmayanların yapacağı fazla bir şey yok. İstemeye istemeye de
olsa o adı kullanmaktan başka.
İnsanın bir adı olması, aslında fazlaca üzerinde durulmayan bir
şey. Olması değil, olmaması yadırgatıcı. Olması, bir bakıma kolaylık sağlıyor.
Niye olmadığını açıklamak ise yaşam boyu sorgulanmakla eşanlamlı. Kim göze
alabilir böyle bir sorgulanmayı?
Göze alsa bile, çıkaracağı karışıklığa izin verirler mi? Adı
olmayan ne yargılanabilir, ne askere alınabilir çünkü. Okula kaydını
yaptırmaktan tut, evlenmeye, hatta ölmeye değin bir sürü pürüz. Bir yere bomba
koymak kadar tehlikeli bir anarşi.
Kuşkusuz bütün bunları tek tek düşünerek değil, genlerde gizlice
taşıyarak edinilen bir alışkanlık sözkonusu. O alışkanlığı sürdürmekle
birlikte, kimi bu adı sağa sola, öne arkaya esneterek kullanmayı seçiyor. Neco,
Sülo vb gibi kısaltmalar yoluyla, ya da başına sonuna eklentiler yaparak:
Küçük, büyük vb gibi. Bir de istenç dışı, birtakım durumların getirdiği
takıntılar adın yerini alıyor: Şişko vb gibi.
Adını başkasının seçmesinden hoşlanmayıp kendi alanlar, verilen
adı değiştirenler ise sık rastlanmayan gözüpek kişiler. Belli bir yaşa ya da
duruma değin bir adıyla, sonra öteki adıyla anılanlar. Bu yaş dilimleri
birbirinden ayrılırken, verilen ve seçilen adın katkısı oluyor mu? Oluyorsa, ne
kadar?
Adların taşıdığı geleneksel çağrışımların bunda payı olabileceği
gibi, seslerin de, o seslerde bir araya gelenlerin de çağrışım etkileri
görülebilir. Yuvarlak seslilerle dolu bir adın sıska birinde yadırgatıcı
durması, böyle bir örnek. İnce seslilerin bir araya geldiği bir adı şişman
birine yakıştırma zorluğu, yine aynı.
Verilen adı beğenmeyip değiştirenlerden biri de benim. Ama bu
yüzden gözüpek sayılabilir miyim? Belki değiştirme gerekçesiyle, evet. Babam
adımı seçerken, o yıl soyadı yasası çıktığı için ikisini birlikte düşünmüş.
Şiirle (bildiğim kadar) ilgisi olduğu söylenemezdi. Benim şiir yazacağımı
isteyeceği de, aynı nedenle uzak bir olasılık. Buna karşın, bir uyak merakına
kapılmış nedense. Soyadını seçerken onunla uyaklı olacağını düşündüğü bir
sözcük seçmiş bana ad olarak. Yıllarca son heceleri birbirini yineleyen bu adı ve
soyadını taşıdım.
Babam bu iki sözcükte bir uyum bulmuştu, ama ben nedense bu uyumu
kendime bir türlü yakıştıramadım. Önce kendi kendime değiştirdim adımı.
Çıkardığı karışıklıklara yıllarca direndim. Aile çevresi ve belli bir yaşa
kadarki arkadaşlar arasında, seçtiğim adı beğenmeyenler olmadı. Aynı anda iki
kişi gibi, bir eski adımla, bir yeni adımla yaşıyordum. Kimi zaman bankada eski
adımla açılmış hesaptan para çekerken, acaba borç mu alıyor ya da hırsızlık mı
ediyorum diye bocalıyordum. Kimi zaman da bir tanıdıkla karşılaştığımda hangi
adımın geçerli olacağını ben bile karıştırıyor, nasıl davranacağımı
şaşırıyordum.
Sonunda dayanamayıp bu karışıklığı ortadan kaldırmak için yargıya
başvurdum. Başvuru dilekçemde bir neden göstermem gerekiyordu. Adımla soyadımın
uyaklı olmasından başka, göstereceğim bir neden yoktu. Yargıç önüne çıkmadan,
uyağı neden beğenmediğimi nasıl açıklayacağımı bilemiyor, ter içinde
uyanıyordum geceleri. Başka bir neden aradığımda ise, aklıma gelenleri önce
kendim inandırıcı bulmuyordum.
Duruşmada korktuğum başıma gelmedi. Yargıç, almak istediğim adı
yıllardır kullandığımı söyleyince, bunu yeterli görmedi ve yeni adımla beni
tanıyanlardan tanık göstermemi istedi. Ama sevinmeme fırsat bırakmadan, bu
tanığın toplumda işiyle ve yapıtlarıyla tanınması, adı ve saygınlığı olması
gerektiğini ekleyiverdi.
Kitapları olan bir tanık gösterdiğimde ise, tanınma
ölçüsünükitapların tek başına sağlayamadığı anlaşıldı. Onlarca kitabı önüne
koyduğumuz halde, yargıç bunları yeterli görmedi ve içinde tanığın adının
geçtiği antolojiler getirmemizi istedi. Ancak antolojiler geldikten sonra,
tanığım ününe, ben de yeni adıma kavuşabildik.
Adımla soyadımı birbirine bağlayan uyaktan kurtulmuştum. Ama
sorunların tümünden kurtulmam uzun bir zaman aldı. Üstünde adım bulunan bütün
belgeleri, adıma yer veren bütün kayıtları değiştirmem gerekti. Geriye eski
adımla seslenmeyi hâlâ sürdürenlere nasıl davranacağım kaldı. Seslenenleri
şaşırtmak istediğimde duymazdan gelmeyi yeğledim. Kaçınamayacağım durumlarda
ise eski adıma uygun davrandım.
Yıllar geçip gitti. Bu serüveni tam arasıra gülümseyerek anımsar,
başka birine anlatırken de keyiflenir bir hale geldiğimi düşünürken, o uğursuz
olayla karşılaştım. Hiç beklemediğim bir düşme, hiç hesaba katmadığım bir
ameliyat, hiç ummadığım bir sonuç, yaşamımı köklü bir değişikliğe uğrattığı
gibi, yeni bir adla anılmamı da sağladı.
Yaşamım köklü bir değişikliğe uğradı ve bunu dışarıdan görünür
kılan bir bastonla yaşamak zorunda kaldım. Onun geçici bir destek olacağıyla
kendimi avuttum bir süre. Ama eski günlerime dönemeyeceğim, yaşamımı artık
bastonla sürdüreceğim kesinlik kazanınca, bu duruma uyum sağlamaktan başka
yapılacak bir şey olmadığına karar verdim.
Söylendiği kadar kolay olmadı elbet. Yeniden evlenmek, yeni bir
eşle yaşamayı öğrenmek kadar zor olmasa da, ona elimin uzantısı, dengemin
destekçisi olarak alışmak epey zaman aldı. Hatta tam tamına uyum sağladığımı
söylemek biraz zor. Evdeyken kullanmam gerekmiyor artık. Bir köşeye dayayıp
bırakıyorum. Arada varlığını duyurmak için olsa gerek, pat diye kendini yere
bıraktığı, boş bulunursanız yüreğinizi ağzınıza getirdiği oluyor. Ya da unutup
dışarıya çıkmaya kalkarsam, arkamdan seslenmese bile, sağ avucumda bıraktığı
boşlukla onu unuttuğumu haber vermekten geri durmuyor.
Güçsüz düşen bacağımı her gün yürüyüş yaparak güçlendirmeliyim.
Ama aynı uğursuz olayla bir daha karşılaşmamak için her adımımı dikkatle
atmalıyım. Bunun için de yağışlı havalarda dışarıya çıkmaktan, kaygan yerlerde
dolaşmaktan kaçınmalıyım. Kamu araçlarından ise olabildiğince uzak durmalıyım.
Yeni yaşamımda parklarla korsan taksilerin özel bir yeri oldu bu yüzden.
Yeni bir adla anılmaya başladığımı da bu geliş gidişler öğretti
bana. Parklara giderken, çocukların “Bastonlu adam geliyor” dedikleri kulağıma
çalınınca, üstüme alınmadım önceleri. Sonra benim için söylediklerini, sonra da
yalnız onların değil pek çok kişinin ağzında bu adın yer aldığını öğrendim.
Yadırgadıysam bile uzun sürmedi. Şakaya vurur gibi yapıp ben de kullanmaya
başladım. Hele korsan taksileri çağırmak üzere telefon ettiğimde “Bastonlu
adam” diye kendimi tanıtmak kolayıma bile geldi.
GEZİ GÜNLÜĞÜ
2[3]
K o m ş u l a r v e k i r a c ı l a r
31 Temmuz 2008 /
Bristol. Yazdıklarımı ertesi gün temize çekmeme kararımı ilk kez uygulamadım.
Düne değin yazdıklarımı bir daha deftere çektim. Lympe'de komşularla ilgili
başladığım anılar bir yere kadar ilerlemişti. Buraya geldikten sonra savaşla
ilgili yazmaya başlamıştım. Niyetim oradan kiracılara gelmekti. Savaşın
yarattığı ekonomik sıkıntılarla evin odalarını kiraya vermeye başlamamız benim
yaşamımda önemli bir yer alıyor.
Şimdi yazarken bunu daha iyi anlıyorum. Yaşarken sanki doğal
geliyordu, yeni ve değişik insanlarla bir çatı altında bulunmak. Bütün evlerde
böyle yaşanıyormuş gibi. Oysa hiç öyle değildi. Sokak, semt, okul, geziler,
ziyaretler insana çevresini genişletme fırsatı veriyordu. Ama kiracılar bu
çevreyi çok daha fazla genişletmeyi sağlıyordu. Özellikle pansiyonculuk; yani
aynı evde, bir arada yaşamak!
Benim böyle bir şansım olmuş diye düşünüyorum şimdi. Hem çok
değişik yapıda insanlar tanımışım, hem de çok değişik yöreler ve ülkeler.
Ankara ve İstanbul dışında üniversite bulunmadığı için ülkenin çeşitli yerlerinden
gençler yüksek öğrenim görmeye İstanbul'a geliyordu. Bunlardan ekonomik durumu
iyi olanlar, öğrenci yurtlarında kalmak yerine pansiyonları yeğliyordu. Yöre
olarak en çok Adana'dan gelenleri tanımıştım. Sonra da Urfa'dan gelenleri.
Bunlara zamanla başka ülkelerden gelenler de eklendi. Tıp, eczacılık, dişçilik
gibi sağlık alanlarında yüksek öğrenim için Suriye ve Irak'tan gelen Araplar,
belki de ilk yurt dışı izlenimlerini sağladı bana. Arapların sarışın da
olabileceği şaşkınlığını ilk kez yaşatan Gazi El Dubunî'yi hâlâ anımsıyorum.
Demek ki her zaman “Arap kızı camdan bakıyor”u aynı düşünmemek gerekecekti.
Yıllar geçtikçe kiracılar da değişmeye başladı. Öğrencilerin
yerini değişik mesleklerden insanlar, hatta aileler aldı. Bir odaya sığışan
kimisi çocuklu aileler. Bunların içinde annemin evlendirdikleri de oldu.
Aslında öğrenci olmayanların çoğunluğu ya hiç evlenmemiş, ya da deyim
yerindeyse tohuma kaçmış insanlardı; ya da bir biçimde evlerini bırakıp,
çevrelerinden uzaklaşıp bir başına yaşamayı seçenlerdi.
Anılar onlara yakından bakmamı sağlayacak. Kimliklerinden,
yaşantılarından bana ne kattıklarını şimdi yazarken araştırmış, anlamış
olacağım. Onları tanıdım, kısalı uzunlu birlikte olduk, ama yazmaya başladıkça
onlarla birlikte olmanın ne anlama geldiğini öğreneceğim. Bugüne değin, zaman
zaman anımsadığım, yeri geldikçe tanıdıklarla paylaştığım neşeli ya da hüzünlü
sahneleri asıl şimdi yerli yerine oturtabilirim. Yazdıkça o sahneler artık
kesinleşmiş, değişmezlik kazanmış olacak. İçinde bulunduğum duruma göre onları
değişik dile getirme hakkımdan vazgeçeceğim böylece.
Sözün burasında başka bir gözlem geliyor aklıma. Anılar yazıya
geçince bellek onlardan kurtuluyor. Tıpkı yükünü güvenli bir yere boşaltır
gibi. Öyle olmasa, çocuk öykülerinde yazıya geçirdiğim kimi ayrıntıları
anımsamak istediğim zaman öykülere bakmak zorunda kalmazdım. Yine aynı şey olacaksa, anıların
yazılışı bittiğinde, kendi geçmişimin önemli bir kesimine hoşça kal demiş
olacağım herhalde.
G i d e n l e r i n b ı r a k t ı ğ ı b o
ş l u k
Öğleden sonra. Karımın yeğeniyle kocası Pembrock Dock'tan konuk
geldiler dün. Heather, birbiri ardına ameliyatlarla geçirmişti son yılları.
Telefon haberleriyle izlenen bu olaylardan sonra karımla ilk kez karşılaştılar.
Karşılaştık demeliyim aslında. Çünkü benim 1984'ten sonra İngiltere'ye de
uzanmış bir tarih kesitim var. Heather ve Terry, bu kesitin içinde yalnız
adlarıyla değil, gösterdikleri dostça yakınlık ve sevecen ilgiyle de yer
alıyorlar.
Hiç değinilmese bile, sağlık sorunlarının çağrışımlarıyla dolu bir
buluşma oldu. Onlar beni bastonumla ve eskisi gibi yürüyemeyen halimle
gördüler. Ben onları, içine çekilmiş gözlerle, derisi estetikli bir yüzle
gördüm. Üstelik önlerinde Heather'i bekleyen bir kemoterapi dönemi vardı. O
dönemin bitkin düşürücü sonuçlarından önce bizimle görüşmek istemişti. Ve
sağaltım sağlayıp sağlamayacağı bilinemiyordu.
Onları bugün yemekten sonra yolcu ettik. Bir daha görüşüp
görüşmeyeceğimizi akla getirmemeye çalışarak. Şimdi çocukluğumda olduğu gibi
yine bir boşluk içindeyim. Gidenlerin bıraktığı boşluk her zaman içine alırdı
beni bir süre. Kıpırdamadan oturur, öylece kafamın içine saklanırdım. Onlardan
kalanların yitip gitmesine dayanamaz, bıraktıkları sesleri, gülüşleri,
görüntüleri korumaya çalışırdım. Yenileceğimi, korumayı başaramayacağımı bile
bile.
Gündelik yaşama yeniden döndükten sonra da, bu başarısızlığı zaman
zaman yeniden anımsatan kimi ayrıntılar su yüzüne çıkar, bir gülüşün ya da bir
yüksek sesli konuşmanın ortasında birden duraklayıverirdim. Kalan boşluğun
ürpertisiyle bir daha yüz yüze gelerek.
İstanbul'a döndükten sonra “yapmak istediklerim”in listesine daha
sıkı sarılmalı, “istediklerim”i daha hızlı “yapma”ya başlamalıyım. Yeni bir
buluşmada yeniden karşılaşırsak, eskisinden farklı çıkmak için karşılarına.
Karşılaşmazsak, yine farklı bir duyarlıkla kullanmak için, bu kez buluşamamanın
boşluğunu.
A n ı l a r s a n a t s a l b i r t ü r
s e
1 Ağustos 2008 /
Bristol. Karım da ben de çocukluk günleriyle başbaşayız. Altmış yıl öncesine
ben her gün belleğimde gidiyorum, o ise doğduğu kentte. Benim çocukluk evimi
görme olanağım yok. Evin yer aldığı semtte çocukluk günlerime rastlama şansım
da yok denecek kadar az. Oysa burada karım gitti ve çocukluk evini eliyle
koymuş gibi buldu. Fotoğraflarını çekti. Yaşadığı odanın penceresi, girip
çıktığı kapı, topunu vura vura gürültü çıkardığı duvar, okula giderken geçtiği
yol, oynadığı çimenlik, hepsi yerli yerinde. Yıpranmak yerine, üstelik yeniden
elden geçirilmiş!
Aynı olanağı bulsaydım, anılarım daha mı ayrıntılı yazılabilirdi?
Belleğim bende kalan görüntüleri ne ölçüde korumuş acaba? Bunlara yanıt vermek
zor. Dün yazdığım bölümde ilk kiracımızın görüntüsünü çizdim. Öyle miydi
gerçekten? Anılar, benim düşündüğüm gibi sanatsal bir türse, belleğimde
kalanların gerçeğe uygunluğu o kadar önemli mi? Sanatsal bir kurgu, onları
tutanaklıktan çıkarmıyor mu? Zaman zaman kendime sorduğum, şimdi değil de 20 ya
da 30 yıl önce yazsaydım yine aynı mı olacaktı sorusu böylece bir yanıt
buluyor. Yaşantıyı oluşturan olaylar, kişiler, hatta duygular vb değişmeyecek,
ama yazdıklarım değişik olacaktı. Sanatsal açıdan başarılı olup olmaması
önemliydi, nasıl ve ne zaman yazılırsa yazılsın!
Dün ilk kiracımızla ilgili yazarken, yaşamımın dönüm noktası
saydığım Sait Faik'in kitabıyla karşılaşmamı yeniden yorumladım. Okuduğum ilk
kitaptı ve bana yazma hevesi aşılayan bir heyecan vermişti. Bu olayı değişik
yerlerde, değişik vesilelerle andım, söyleşilerde kullandım. Özellikle
öğrencilere anlatırken, kitaptaki insanların benim tanıdığım insanlara
benzemesi, yaşanan olayların bildiğim olayları andırması üzerinde duruyordum.
Demek ki bunlar yazılabildiğine göre ben de yazabilirim sonucuna vardığımı
söylüyordum.
Dün aynı olayı böyle kesin olarak yorumlamaktan kaçındım.
Etkilenme nedeninin bu olması belki yalnızca bir olasılıktı.
A n ı l a r a a r a v e r m e k
2 Ağustos 2008 /
Londra. Gezinin üçüncü evresine ulaştık. İlk kez kent içinde bir öğrenci
yurdundayız. İlk izlenim: Ancak zengin çocuklarının kalabileceği bir yer.
Belki de tam zamanında Bristol'den ayrıldık. Hem nemli hava, hem
sürekli yağış herkesi kısıtlamıştı. Karımla kızım dışarıya çıkarken
zorlanıyorlardı. Bense masa başında otururken, görünümün beni sınırladığını
anlıyordum. Anılara yeni bir şey ekleyemez hale gelmiştim.
Buradaysa onlar yine dışarıya çıkıp müzeleri dolaşabilecek. Ben
kalıp yazmayı deneyeceğim. Aslında önce yapıyı kolaçan edip neyin nerede
olduğunu öğrenmeli, sonra da semti tanımak için çevrede bulunanları keşfetmeli.
Dün geceden beri anıları yazmaya ara vermek istiyorum. Çok üstüne
düşülen, bir direnç yaratıyor insanda. Onun için, belki Bastonlu Adam
tasarısına el atmak daha verimli olacak.
G e z i n i n s o n e v r e s i
3 Ağustos 2008 /
Londra. Çevreyi keşfetmeden önce yurttaki bilgisayar odasını keşfettik. Yola
çıktığımızdan beri uzak kaldığım e-postalarıma, bloguma ve Türk gazetelerine
bakabildim. Bunların bendeki etkisi, gezimizin son evresini geçersiz kılmak
oldu. Demek ki, yurda dönüş, gezilerin aslında son evresi. Sondan bir önceki
evre, şu yaşadığımız Londra günleri birden gereksiz bir zaman dilimi haline
geldi.
Güne bu duyguyla başladım. Karım ve kızımla British Museum'a kadar
yürüdük. İslam sanatları sergisini, bu arada İznik çinilerini gördüm. Sonra da
Amerikan ressamlarının sergisini dolaştık. Tekerlekli iskemlede karım gezdirdi
beni. Artık hava alanlarında ve müzelerde tekerlekli iskemle yolcusuyum. Bir
yandan dolaşırken, bir yandan kendimi dışarıdan görmeye, tekerlekli iskemle
yolcusu olarak algılamaya çalışıyorum.
Russell Square parkında bir İtalyan lokantasında öğle yemeği yedik
birlikte. Çevrede gidebileceğim birkaç yerden biri bu park. Bir de eski adıyla
Dillons kitabevi çok yakın. Sokak aralarında istersem oturabileceğim birkaç pub
da var.
Birlikte yurda döndük. Yağmur püskürtüsü altında. Karımla kızım
başka müzelere doğru yola çıkacaklar az sonra. Ben günlüğümle başbaşa kaldım.
F u a r v e ö l ü m
Sabah bilgisayar odasında karşılaştığım e-postalardan biri
Frankfurt Kitap Fuarı için çağrıydı. İstanbul'dan ayrılmadan önce tartışılıyor,
protesto edenlerle etmeyenler gerekçelerini açıklıyorlardı. Ne yazık ki bu
gerekçeleri, yolculuk öncesi yeterince inceleyemedim. Şimdi döner dönmez
katılıp katılmamak konusunda karar vermem ve bu kararı bildirmem için ancak tek
günüm var.
Şiir gecesi için benimle birlikte çağrılanlar (kabul etmiş
görünenler) arasında yadırganması gerekenlerden biri Erdal Alova'ysa öbürü de
Nevzat Çelik. Sözgelimi Nevzat Çelik'in katılma gerekçesini öğrenmek isterdim.
Katılanlar arasında bulunmayı içime sindiremeyeceğim açık. Katılırsam, protesto
edenlerin gerekçelerindeki haklılığa karşı haksızlık etmek anlamına gelir. Ya
da protesto etmeyi doğru bulmayanlara destek vermek.
Ben dönünceye dek, tartışmaların hangi noktalara ulaştığını bilmem
gerek. Bunun için Ali'den (Mert) yardım istedim.
Bilgisayar, e-postalar dışında, Fethi Naci'nin ölüm haberini de
getirdi. İlginçtir, Memet Fuat'ın ölüm haberini de yurt dışındayken almıştım.
İkisi de yaşam kesitimde yeri olanlardan. İkisinin de yerleri iki aşamalı.
Bunlardan birine olumlu denebilirse öbürüne denemez. İlk bölümler gençlik
yıllarıma denk geliyor. Birlikte yürünebilecek uzun bir yolculuğun başlangıcı
olarak düşünmeye uygun. İkinci bölümler ise, bu başlangıçla yüzde yüz
çelişiyor.
“Cinayeti Gördüm” filmindekine çok benzeyen iki sahne. Gördüğün,
sence çok açık. Ama gördüğünü başkalarının da görmesini bir türlü
sağlayamıyorsun. Üstelik ölüm, bu başarısızlığını perçinlemiş oluyor. Bu olayda
ona bir tür zırh denebilir. Ölünün arkasından konuşamama, bir zırh gibi ikisini
de kuşatacak artık.
P a r ç a l a r d a n b ü t ü n e
4 Ağustos 2008 /
Londra. Yarı uyur yarı uyanık bir gece. Uyanıklık dakikalarında çeşitli şeyler
geçiyor aklımdan. Su yüzüne sık sık vuran; bu tür gezilerin benim için artık
eskisi gibi olamayacağı. Sergide dün gördüğüm çini parçaları gibi, onlardan
bütünü kavramak gerekiyor. Parça parça görüntülerle döneceğim artık gezilerden.
Onları bütünlemek bana kalacak, elbette bütünleyebilirsem.
Dün akşam uyumadan önce çeşitli kitaplardan birkaç sayfa okudum. İstanbul Sokakları kitabının içindekilere bakarken Memet
Fuat'ın gözümden kaçtığı ortaya çıktı. “Yaptığım Sokak” yazısını okurken yine
aynı şeyi düşündüm: Eleştiri, deneme yazarlığını yeğlemesi yazık olmuş. Öykü,
roman yazsaydı çok başarılı olması için anlatımı olağanüstü akıcı, incelikli.
Keyifle okudum yine. Öbür yazıların çoğundaki pürüzleri, zorlayıcılığı ortaya
çıkarıverdi. Hele genç yazarlarınkini.
Yazının son satırları, bana birçok şey anımsattı. “Ben sokağımın
köşesinde son yıllarımı yaşıyorum” cümlesi özellikle. Son yıllarını çalışmakla
geçirmesini örnek alma düşüncesi yeniden belirdi. “Yaptığımız sokaktan her gün
sayısız insan gelip geçiyor” cümlesi, yazdıkları için de geçerli. Yapıtlarının
okunacağını düşünüyor olmalı bu cümleyi yazarken. Bir varsayım, ama belki de
dilek olarak. Ardından gelen “Geçsinler bakalım” cümlesi, yarattığı şeylere
güveni de içermiyor mu?
Ama en son cümledeki vurgu, bütün yalınlığına karşın çok
çağrışımlı: “Bütün sokaklar sonunda aynı yere çıkıyor.” Kimbilir kaç türlü
okuma olanağı var bu cümleyi. Ben Nâzım'ın Masallar Masalı şiirindeki son
dizeler gibi okumayı yeğledim: “Güneş kalacak / sonra o da gidecek”
B i r i i y i b i r i k ö t
ü: İ k i ş e y
5 Ağustos 2008 /
Londra. Kahvaltıdan sonra iki şey düşündüm: Biri iyi, biri kötü. Sonra kendime
sordum: Önce hangisini yazayım?
Kötüsü şu: Bugünkü durumun bir sonraki aşaması, hiç yürüyememek ya
da sabahtan akşama tekerlekli iskemle üstünde kalmak. Yıllar önce (belki de 50
yıl olmuştur) bir dergide (Yeditepe) gördüğüm fotoğraf belleğimde canlanıyor.
Yapıştırma yöntemiyle yapılmış koskoca bir duvar resminin önünde tekerlekli
iskemlesinde oturan ressam (Matisse) elindeki değnekle duvarın tavana yakın bir
bölümünü gösteriyor. Merdiven üstüne çıkmış yardımcısı (genç bir ressam çırağı)
o gösterilen yere elindeki motifi (denebilirse) yapıştırıyor.
Tekerlekli iskemlede yaşamak zorunda kalan ressam değilse, yazarsa
ne yapar acaba? Dolaşma, yeni yerler, yeni yüzler görme fırsatı iyice
azalacağına göre, kendisine genç bir bellek mi bulmalı? Onun gördüklerinden,
duyduklarından yararlanmak üzere?
İyisi de şu: Anıların çocukluk yıllarıyla ilgili ilk bölümü
bittiğinde, denebilirse bir tirad yazma düşüncesi. Daha önce de kullandığım bir
kamera görüntüsünden yola çıkarak. Sık görülen bir sahne: Olay, kişiler, uzam
iç içe. Kişiler deviniyor, olay gelişiyor, uzam bütün bunları kucaklıyor.
Kamera da hepsini görüyor ve gösteriyor. Sonra da bunları bulunduğu yerde
bırakıp hızla yukarılara tırmanıyor. Nereye kadar? Az önce gördüğü ve
gösterdikleri seçilemeyecek oranda küçülene kadar.
İşte o sahne gibi düşünmeliyim, anıların yazmakta olduğum çocukluk
yıllarını. Sonra da yukarıya tırmanıp görünmez kılan bir kamera gibi
yazmalıyım. Hem yazdıklarıma hem kendime (onları seçemeyeceğim kadar) yukarıdan
(ve dışarıdan) bakarak.
Böyle yaptığımda ne görebilirim: Önce bir köy yaşantısının, sonra
İstanbul'un bir semtinde, bir sokağın ve bir evin sınırladığı (yaşanmış)
yıllar. İkinci Dünya Savaşı'nın yaklaşıp uzaklaşan arkayapısı içinde. Kendiyle
birlikte, (cumhuriyetle) yenilenmiş bir ülkenin, bir ucu Balkanlardan bir ucu
Anadolu kırsalından gelen ve koşulları gittikçe daralan bir ailenin
görüntülerini de yansıtarak ilerlemiş bir çocuğun yaşam kesiti.
Büyük ölçüde koşulların ve başkalarınca belirlenen yön vermelerin
dışında, kendi eğilimleri su yüzüne vurdukça attığı küçük adımların da
yansıdığı bir kesit bu. Önüne geleceği yeni zaman diliminde, dünyaya verilecek
yeni bir düzenle, o düzenin seçenekleriyle belirlenmiş bir ülkede çocukluğunu
arkada bırakıp gençliğe adım atacaktır. Eğilimleri, genel koşulların yanı sıra
başkalarının istencinden çok kendi seçimleriyle de belirlenmek üzere.
Tirad, birinci kitabın sonunu bağladığı gibi, ikinci kitabın
açılışına da bir sunu içerecek belki böylece.
B i r s o n i l e b i
r b a ş l a n g ı ç a r a s ı n d a
6 Ağustos 2008 /
Londra. Gezi kapanışı, öğle yemeği için gittiğim Russell Square parkı ve
dönüşte avlusundan geçtiğim SOAS (Doğu Ülkeleri ve Afrika Bilimler Enstitüsü)
ile gerçekleşti. Bir son ile bir başlangıç arasında kısa bir yolculuk gibi.
Park, Londra'nın yağışsız hava buldukça çimenlere yayılan, sıralarda güneşlenen
insanlarıyla gezginlerini bir araya getiriyordu. Ben de onların arasında son
kez bulunmuş oldum. Olumsuz anlamda en çok etkilenen ve “Beni istemiyorsun
artık” diyen biri olarak baktım bu köşesinden Londra'ya ve İngiltere'ye. Soluk
almamı zorlaştıran havasıyla kararımı kolaylaştırdığı için belki teşekkür etmem
gerektiğini düşünerek.
SOAS'ın avlusundan geçerken de dünyanın dört bir köşesinden gelen
genç öğrencileri izlemek üzere bir sıraya oturdum. Anılarımın ikinci cildine
bir başlangıç olarak, kendi üniversite yıllarımı bana anımsatacak o havayı
solumak istedim.