Salı, Kasım 22, 2016

Bir İşçi, Birkaç Şiir: "Bir Vida Düştü Yere (A Screw Fell to the Ground)"




Bir işçinin (Çin) yazdığı, çalıştığı fabrikanın (Foxconn) gazetesinde yayımlanan otuzun üzerinde şiirden bir kısmı, işçinin ölümünden sonra arkadaşları tarafından İngilizce’ye çevrilerek yayımlandı. Türkçeleştirmeye çalışılan bu şiirler, ikisi hariç, aşağıda yer alıyor. Her şeyden önce burada, söz konusu işçinin haber kaynaklarının çeşitli nedenlerle gündeme taşıdığı kısa hayat hikayesinden bilinçli bir tercih olarak uzak durulduğunun belirtilmesi gerekir. Bunun nedeni, öncelikle, ölümü/ölüm biçimiyle haber olan/haberdar olunan işçinin hikayesi hakkında veya hikaye üzerinden fikir yürütmek için yeterli ve erişilebilir veri/bilgi bulunmamasıdır. Bunun yanında, arkadaşları tarafından seçilerek yayımlanan şiirlerin; somut durumu/özneyi bilmeden/dikkate almadan, genel ve soyut bir “işçi olmak” deneyimi üzerinden de okunabileceği düşünülmektedir. Kısmen de olsa anonim olan böyle bir karşılaşmayla yetinmeyenler için, dipnottaki linke tıklayarak “vaka”nın izini sürme imkanı bulunmaktadır.[1] Ayrıca, tikel bir “işçi olmak” deneyimiyle uzak, kişisel hikayenin belli bir momentiyle yakın bir ilişki içinde olduğu düşünüldüğünden buraya alınmayan iki şiire de (My Life's Journey is Far From Complete ve Obituary & On My Deathbed) , internet üzerinde yapılacak kısa bir araştırmayla ulaşılabilir. 

Şair işçiye ve anısına, saygıyla…


Bir Vida Düştü Yere
Bir vida düştü yere,
bu karanlık,
fazla mesai gecesinde.
Hafif bir tıkırtıyla, dimdik
vurdu zemine.
O da dikkatini çekmeyecek,
kimsenin.
Tıpkı geçen sefer,
yine böyle bir gecede,
yere çakılan işçinin,
fark edilmeyişi
gibi.

A Screw Fell to the Ground
A screw fell to the ground
In this dark night of overtime
Plunging vertically, lightly clinking
It won't attract anyone's attention
Just like last time
On a night like this
When someone plunged to the ground


Ayakta Uyumak
Beyaz kağıt,
gözlerim sarıya dönmeden önce
çelik bir kalemle üzerine çiziktirdiğim
siyah
kelimelerle dolu.
Atölye, montaj hattı, makine, çalışma kartı,
fazla mesai, ücret. . .
Uysal olma eğitimi verdiler,
öyle yetiştirdiler ya beni,
o yüzden hiç bilmem nasıl haykırılır,
isyan edilir,
şikayet etmek nedir veya suçlamak.
Tek bildiğim,
sessizce katlanmak acıya ve tükenmek.
Girerken bu işe,
ilk adım attığımda,
atölyeye,
her ayın onuncu günü dağıtılan
gri maaş fişi vardı sadece,
aklımda,
gecikmiş de olsa bir teselli olacaktı bu,
benim için.
İşte bunun için çıkmak zorundaydım
köşemden,
ve ayrılmalıydım
kelimelerimden.
İşe geç gelmeden, erken ayrılmadan
ne hastalık ne de mazeret izni
kullanmadan,
erteleyip her şeyi,
demir gibi dimdik durdum,
ellerimse arı gibi
kaç gün, kaç gece
montaj hattında.
Uyuya mı kaldım yoksa,
uyudum mu ben,
böyle ayakta?

I Fall Asleep, Just Standing Like That
The paper before my eyes fades yellow
With a steel pen I chisel on it uneven black
Full of working words
Workshop, assembly line, machine, work card,
Overtime, wages. . .
They've trained me to become docile
Don't know how to shout or rebel
How to complain or denounce ihbar
Only how to silently suffer exhaustion
When I first set foot in this place
I hoped only for that grey pay slip on the tenth
of each month
To grant me some belated solace
For this I had to grind away my corners, grind
away my words
Refuse to skip work, refuse sick leave, refuse
leave for private reasons
Refuse to be late, refuse to leave early
By the assembly line I stood straight like iron,
hands like flight,
How many days, how many nights
Did I just like that standing, fall asleep?


Son Mezarlık
Makine bile,
düşmüş başı uyukluyor.
Mühürlü atölyelerde depolanmış
demir illeti,
perdelerin arkasına gizlenmiş
maaş,
genç işçilerin aşkları,
yüreklerinin en derininde saklayıp
anlatmaya vakit bulamadan,
paramparça olup toza dönen
duyguları
gibi.
Demiri döven, işleyen
mideleri var işçilerin,
asitle, sülfürle dolu.
Endüstri,
yakalar gözyaşlarını onların
düşmeden daha
gözlerinden.
Zaman akar böyle,
duman içinde kaybolur başları.
Üretim, verim…
Derken her ürünle ağırlaşır, ezilir,
unuturlar kaç yaşında olduklarını.
Gece gündüz sancılar içinde,
geçen fazla mesai,
sinsice ortaya çıkan, zamansız bir
baş dönmesi.
Deriyi soyar aletler, pul pul döker.
Ve buna rağmen bekler, ellerini
orada öylece duran,
alüminyum tabakalar, levhalar.
Kimi katlanmaya devam eder, çabalar,
kimi yenik düşer hastalığa.
İşte ben,
aralarındayım onların,
ve bekçisiyim,
gençliğimizin yattığı
bu mezarlığın.

The Last Graveyard
Even the machine is nodding off
Sealed workshops store diseased iron
Wages concealed behind curtains
Like the love that young workers bury at the
bottom of their hearts
With no time for expression, emotion crumbles
into dust
They have stomachs forged of iron
Full of thick acid, sulfuric and nitric
Industry captures their tears before they have
the chance to fall                                                         
Time flows by, their heads lost in fog
Output weighs down their age, pain works over-
time day and night
In their lives, dizziness before their time is la-
tent
The jig forces the skin to peel
And while it's at it, plates on a layer of alu-
minum alloy
Some still endure, while others are taken by
illness
I am dozing between them, guarding
The last graveyard of our youth.


Kiraladığım Oda
On metrekarelik bir alan,
dar ve nemli.
Yıl boyu güneş ışığı
girmez içeri.
Burada yer, uyur,
Tuvaletimi yapar
ve düşünürüm.
Öksürürüm burada, başım ağrır,
yaşlanır, hastalanır fakat
ölmeyi beceremem
bir türlü.
Donuk sarı ışığın altında, yine boş boş bakar,
bir aptal gibi kendi kendime gülerim.
Adımlarım odayı,
bir adım ileri bir adım geri,
dilimde usulca söylenen bir şarkı,
bu odada kitap okur, şiir yazarım.
Pencereyi açıp ya da hasır kapıyı,
uzatırım kafamı dışarı,
sanki
kapağını yavaşça kaldırıp tabutundan çıkan
ölü bir adam
gibi.

Rented Room
A space of ten square meters
Cramped and damp, no sunlight all year
Here I eat, sleep, shit, and think
Cough, get headaches, grow old, get sick but
still fail to die
Under the dull yellow light again I stare blankly,
chuckling like an idiot
I pace back and forth, singing softly, reading,
writing poems
Every time I open the window or the wicker
gate
I seem like a dead man
Slowly pushing open the lid of a coffin.



Bir Çeşit Kehanet
Köyün yaşlıları,
büyük babamın gençlik haline benzediğimi söylerler.
Hiç görmedim,
tanıyamadım onu ben,
ama tekrar tekrar dinlediğim hikayelerle
fethetti kalbimi.
Dedem ve ben,
yüz ifadelerimiz,
mizaçlarımız ve hobilerimizle
benziyoruz birbirimize,
aynı rahimden çıkmış gibi.
Ona, bambu sırığı adını takmışlar,
ve bana, elbise askısı.
Duygularını göstermezmiş, içinde saklarmış hep,
ben, aşırı saygılı.
Severmiş bilmece çözmeyi, içine doğarmış
Ben de severim önsezileri.
1943 sonbaharında Japon işgali,
yirmi üç yaşındaymış dedem
öldürüldüğünde.
Yirmi üçüme giriyorum ben de,
bu sene.

A Kind of Prophecy
Village elders say
I resemble my grandfather in his youth
I didn't recognize it
But listening to them time and again
Won me over
My grandfather and I share
Facial expressions
Temperaments, hobbies
Almost as if we came from the same womb
They nicknamed him bamboo pole
And me, clothes hanger
He often swallowed his feelings
I'm often obsequious
He liked guessing riddles
I like premonitions
In the autumn of 1943, the Japanese devils
invaded
and burned my grandfather alive
at the age of 23.
This year I turn 23.


Demirden Bir Ay
Demirden yapılmış bir ay
yuttum,
çivi diyorlar ona.
Lağım pisliğini yuttum
Endüstrinin,
işsizlik belgelerini.
Makinelerin önünde bükülen gençler,
zamanından önce ölür.
İtilip kakılmayı ve yoksulluğu,
yuttum haysiyetimi,
yaya köprülerini,
ve pas tutmuş hayatı.
Tıkandım işte,
daha fazla yutamıyorum artık.
Yuttuğum,
attığım her şey
içime,
şimdi fışkırıyor boğazımdan,
dökülüyor
bu şiirin
içine.

I Swallowed a Moon Made of Iron
I swallowed a moon made of iron
They refer to it as a nail
I swallowed this industrial sewage, these un-
employment documents
Youth stooped at machines die before their
time
I swallowed the hustle and the destitution
Swallowed pedestrian bridges, life covered in
rust
I can't swallow any more
All that I've swallowed is now gushing out of
my throat
Unfurling on the land of my ancestors
Into a disgraceful poem.


Çatışma
Herkes diyor ki,
çocukça ağız dalaşıymış benimkisi,
birkaç kelimeden ibaret.
İnkar etmiyorum bunu ama,
ister konuşayım,
isterse tek kelime çıkmasın ağzımdan,
yine de, çatışma var aramızda,
anlaşamıyorum işte,
bu toplumla.

Conflict
They all say
I'm a child of few words
This I don't deny
But actually
Whether I speak or not
With this society I'll still
Conflict