Bir işçinin (Çin) yazdığı, çalıştığı fabrikanın
(Foxconn) gazetesinde yayımlanan otuzun üzerinde şiirden bir kısmı, işçinin
ölümünden sonra arkadaşları tarafından İngilizce’ye çevrilerek yayımlandı. Türkçeleştirmeye
çalışılan bu şiirler, ikisi hariç, aşağıda yer alıyor. Her şeyden önce burada, söz
konusu işçinin haber kaynaklarının çeşitli nedenlerle gündeme taşıdığı kısa
hayat hikayesinden bilinçli bir tercih olarak uzak durulduğunun belirtilmesi
gerekir. Bunun nedeni, öncelikle, ölümü/ölüm biçimiyle haber olan/haberdar olunan
işçinin hikayesi hakkında veya hikaye üzerinden fikir yürütmek için yeterli ve
erişilebilir veri/bilgi bulunmamasıdır. Bunun yanında, arkadaşları tarafından
seçilerek yayımlanan şiirlerin; somut durumu/özneyi bilmeden/dikkate almadan,
genel ve soyut bir “işçi olmak” deneyimi üzerinden de okunabileceği düşünülmektedir.
Kısmen de olsa anonim olan böyle bir karşılaşmayla yetinmeyenler için,
dipnottaki linke tıklayarak “vaka”nın izini sürme imkanı bulunmaktadır.[1]
Ayrıca, tikel bir “işçi olmak” deneyimiyle uzak, kişisel hikayenin belli bir
momentiyle yakın bir ilişki içinde olduğu düşünüldüğünden buraya alınmayan iki
şiire de (My Life's Journey is Far From Complete ve Obituary & On My Deathbed)
, internet
üzerinde yapılacak kısa bir araştırmayla ulaşılabilir.
Şair
işçiye ve anısına, saygıyla…
Bir Vida
Düştü Yere
Bir
vida düştü yere,
bu
karanlık,
fazla
mesai gecesinde.
Hafif
bir tıkırtıyla, dimdik
vurdu
zemine.
O
da dikkatini çekmeyecek,
kimsenin.
Tıpkı
geçen sefer,
yine
böyle bir gecede,
yere
çakılan işçinin,
fark
edilmeyişi
gibi.
A Screw Fell to the
Ground
A screw fell to the
ground
In this dark night of
overtime
Plunging vertically,
lightly clinking
It won't attract
anyone's attention
Just like last time
On a night like this
When someone plunged
to the ground
Ayakta Uyumak
Beyaz
kağıt,
gözlerim
sarıya dönmeden önce
çelik
bir kalemle üzerine çiziktirdiğim
siyah
kelimelerle
dolu.
Atölye,
montaj hattı, makine, çalışma kartı,
fazla
mesai, ücret. . .
Uysal
olma eğitimi verdiler,
öyle
yetiştirdiler ya beni,
o
yüzden hiç bilmem nasıl haykırılır,
isyan
edilir,
şikayet
etmek nedir veya suçlamak.
Tek
bildiğim,
sessizce
katlanmak acıya ve tükenmek.
Girerken
bu işe,
ilk
adım attığımda,
atölyeye,
her
ayın onuncu günü dağıtılan
gri
maaş fişi vardı sadece,
aklımda,
gecikmiş
de olsa bir teselli olacaktı bu,
benim
için.
İşte
bunun için çıkmak zorundaydım
köşemden,
ve
ayrılmalıydım
kelimelerimden.
İşe
geç gelmeden, erken ayrılmadan
ne
hastalık ne de mazeret izni
kullanmadan,
erteleyip
her şeyi,
demir
gibi dimdik durdum,
ellerimse
arı gibi
kaç
gün, kaç gece
montaj
hattında.
Uyuya
mı kaldım yoksa,
uyudum
mu ben,
böyle
ayakta?
I Fall Asleep, Just Standing
Like That
The paper before my
eyes fades yellow
With a steel pen I
chisel on it uneven black
Full of working words
Workshop, assembly
line, machine, work card,
Overtime, wages. . .
They've trained me to
become docile
Don't know how to
shout or rebel
How to complain or
denounce ihbar
Only how to silently
suffer exhaustion
When I first set foot
in this place
I hoped only for that
grey pay slip on the tenth
of each month
To grant me some
belated solace
For this I had to
grind away my corners, grind
away my words
Refuse to skip work,
refuse sick leave, refuse
leave for private
reasons
Refuse to be late,
refuse to leave early
By the assembly line I
stood straight like iron,
hands like flight,
How many days, how
many nights
Did I just like that standing,
fall asleep?
Son Mezarlık
Makine bile,
düşmüş başı uyukluyor.
Mühürlü atölyelerde depolanmış
demir illeti,
perdelerin arkasına gizlenmiş
maaş,
genç işçilerin aşkları,
yüreklerinin en derininde saklayıp
anlatmaya vakit bulamadan,
paramparça olup toza dönen
duyguları
gibi.
Demiri döven, işleyen
mideleri var işçilerin,
asitle, sülfürle dolu.
Endüstri,
yakalar gözyaşlarını onların
düşmeden daha
gözlerinden.
Zaman akar böyle,
duman içinde kaybolur başları.
Üretim, verim…
Derken her ürünle ağırlaşır, ezilir,
unuturlar kaç yaşında olduklarını.
Gece gündüz sancılar içinde,
geçen fazla mesai,
sinsice ortaya çıkan, zamansız bir
baş dönmesi.
Deriyi soyar aletler, pul pul döker.
Ve buna rağmen bekler, ellerini
orada öylece duran,
alüminyum tabakalar, levhalar.
Kimi katlanmaya devam eder, çabalar,
kimi yenik düşer hastalığa.
İşte ben,
aralarındayım onların,
ve bekçisiyim,
gençliğimizin yattığı
bu mezarlığın.
The Last Graveyard
Even the machine is
nodding off
Sealed workshops store
diseased iron
Wages concealed behind
curtains
Like the love that
young workers bury at the
bottom of their hearts
With no time for
expression, emotion crumbles
into dust
They have stomachs
forged of iron
Full of thick acid,
sulfuric and nitric
Industry captures
their tears before they have
the
chance to fall
Time flows by, their
heads lost in fog
Output weighs down
their age, pain works over-
time day and night
In their lives,
dizziness before their time is la-
tent
The jig forces the
skin to peel
And while it's at it,
plates on a layer of alu-
minum alloy
Some still endure,
while others are taken by
illness
I am dozing between
them, guarding
The last graveyard of
our youth.
Kiraladığım Oda
On
metrekarelik bir alan,
dar
ve nemli.
Yıl
boyu güneş ışığı
girmez
içeri.
Burada
yer, uyur,
Tuvaletimi
yapar
ve
düşünürüm.
Öksürürüm
burada, başım ağrır,
yaşlanır,
hastalanır fakat
ölmeyi
beceremem
bir
türlü.
Donuk
sarı ışığın altında, yine boş boş bakar,
bir
aptal gibi kendi kendime gülerim.
Adımlarım
odayı,
bir
adım ileri bir adım geri,
dilimde
usulca söylenen bir şarkı,
bu
odada kitap okur, şiir yazarım.
Pencereyi
açıp ya da hasır kapıyı,
uzatırım
kafamı dışarı,
sanki
kapağını
yavaşça kaldırıp tabutundan çıkan
ölü
bir adam
gibi.
Rented Room
A space of ten square
meters
Cramped and damp, no
sunlight all year
Here I eat, sleep,
shit, and think
Cough, get headaches,
grow old, get sick but
still fail to die
Under the dull yellow
light again I stare blankly,
chuckling like an
idiot
I pace back and forth,
singing softly, reading,
writing poems
Every time I open the
window or the wicker
gate
I seem like a dead man
Slowly pushing open
the lid of a coffin.
Bir Çeşit Kehanet
Köyün yaşlıları,
büyük babamın gençlik haline benzediğimi söylerler.
Hiç görmedim,
tanıyamadım onu ben,
ama tekrar tekrar dinlediğim hikayelerle
fethetti kalbimi.
Dedem ve ben,
yüz ifadelerimiz,
mizaçlarımız ve hobilerimizle
benziyoruz birbirimize,
aynı rahimden çıkmış gibi.
Ona, bambu sırığı adını takmışlar,
ve bana, elbise askısı.
Duygularını göstermezmiş, içinde saklarmış hep,
ben, aşırı saygılı.
Severmiş bilmece çözmeyi, içine doğarmış
Ben de severim önsezileri.
1943 sonbaharında Japon işgali,
yirmi üç yaşındaymış dedem
öldürüldüğünde.
Yirmi üçüme giriyorum ben de,
bu sene.
A Kind of Prophecy
Village elders say
I resemble my
grandfather in his youth
I didn't recognize it
But listening to them
time and again
Won me over
My grandfather and I
share
Facial expressions
Temperaments, hobbies
Almost as if we came
from the same womb
They nicknamed him bamboo
pole
And me, clothes hanger
He often swallowed his
feelings
I'm often obsequious
He liked guessing
riddles
I like premonitions
In the autumn of 1943,
the Japanese devils
invaded
and burned my
grandfather alive
at the age of 23.
This year I turn 23.
Demirden Bir Ay
Demirden
yapılmış bir ay
yuttum,
çivi
diyorlar ona.
Lağım
pisliğini yuttum
Endüstrinin,
işsizlik
belgelerini.
Makinelerin
önünde bükülen gençler,
zamanından
önce ölür.
İtilip
kakılmayı ve yoksulluğu,
yuttum
haysiyetimi,
yaya
köprülerini,
ve
pas tutmuş hayatı.
Tıkandım
işte,
daha
fazla yutamıyorum artık.
Yuttuğum,
attığım
her şey
içime,
şimdi
fışkırıyor boğazımdan,
dökülüyor
bu
şiirin
içine.
I Swallowed a Moon
Made of Iron
I swallowed a moon
made of iron
They refer to it as a
nail
I swallowed this
industrial sewage, these un-
employment documents
Youth stooped at
machines die before their
time
I swallowed the hustle
and the destitution
Swallowed pedestrian
bridges, life covered in
rust
I can't swallow any
more
All that I've
swallowed is now gushing out of
my throat
Unfurling on the land
of my ancestors
Into a disgraceful
poem.
Çatışma
Herkes diyor ki,
çocukça ağız dalaşıymış benimkisi,
birkaç kelimeden ibaret.
İnkar etmiyorum bunu ama,
ister konuşayım,
isterse tek kelime çıkmasın ağzımdan,
yine de, çatışma var aramızda,
anlaşamıyorum işte,
bu toplumla.
Conflict
They all say
I'm a child of few
words
This I don't deny
But actually
Whether I speak or not
With this society I'll
still
Conflict