Çarşamba, Kasım 16, 2016

“İki Gün, Bir Gece (Dardenne Kardeşler)”de “İyi” Olmak






Agnes Heller (2006), hayati önemde “ahlaki” tercihlerle sık sık karşı karşıya kalmasak da; farkına bile varmadan, gündelik yaşamın telaşesi içinde, -yapmanın, eylemenin, davranmanın, tepki göstermenin, konuşmanın, dinlemenin, müdahale etme veya etmemenin süreğen akışında-, sürekli “ahlaki seçimler” yaptığımızı belirtir (s.226). Dardenne kardeşler’in İki Gün, Bir Gece (2014)’sinde de karakterler, işveren/patron tarafından seçim yapmaya zorlandıkları durumlarla karşı karşıya kalırlar.

Filmin ana karakteri Sandra’nın (Marion Cotillard) sağlık nedeniyle ayrıldığı işine geri dönebilmesinin “bin avroluk ikramiye”den vazgeçme şartına bağlandığı ilk durumda, seçim yapmaya zorlanan Sandra’nın iş arkadaşlarıdır.  Neredeyse filmin tamamını kaplayan, “işe kabul” ile “bin avroluk ikramiye” arasında geçen bu “seçim”den sonra; bu kez Sandra, filmin final sahnesine sıkıştırılmış, yine patronun kurguladığı bir seçim anıyla baş başadır. Oylamada, iş arkadaşlarının “bin avroluk ikramiye”yi tercih etmesiyle işe dönme şansını kaybeden Sandra’ya, bir başka işçinin işini kaybetmesi pahasına işine dönebileceği söylenir. O da, bu teklifi reddeder.

Heller’ın ahlaki tercih üzerine söyledikleriyle film arasında bir bağlantı kurulmaya çalışıldığında, her şeyden önce, filmde yer alan bu “seçim” durumlarının, karakterlerin yaptığı tercihlerin  ne kadar ahlaki/ahlakla ilişkili olduğu sorusu ortaya çıkar. Başka bir deyişle, filmde, Sandra ve iş arkadaşlarının yaptığı/yapmak zorunda kaldıkları seçimler, Heller’ın kastettiği anlamda, ”ahlaki seçim” olarak kabul edilebilir mi? Bu sorulardan hareketle ve Heller’a referansla, Sandra’nın seçimi esas alınarak film, “ahlaki seçim” ve “iyi olmak” kavramları üzerinden tartışılacaktır.

İnanç

Belçikalı yönetmenler Jean-Pierre Dardenne (1951) dramatik (ritmik) sanatlar (dramatic arts, Institut des Arts de Diffusion), kardeşi Luc (1954) felsefe (Catholic University of Louvain) eğitimi görmüş; bu süreçte, her ikisi de Marksist oyun yazarı, şair, tiyatro yönetmeni ve film yapımcısı Armand Gatti’nin tiyatro topluluğuna katılmıştır. 1970’lerden itibaren kendilerini film yapımına verirler; toplumsal konulu ve politik belgeseller yöneterek belli bir itibar kazandıktan sonra, -1986 yılında-, ilk kurgusal/konulu filmlerini çekerler (Falsch). Ancak, 1975’te Dérives, 1994 yılında Les Films du Fleuve isimli yapım şirketlerini kuran kardeşler için önemli olan, filmografilerinin başlangıçları saydıkları film Falsch değil, La Promesse (1996)’dir (Cardullo, 2009; Gills, 2013).

Onların, neo-realist olarak nitelendirilen sinemasında, özel efektler ve yapay ışık kullanılmadığı, izleyicilerin gerçek karakterlerin gerçek deneyimlerine tanıklık ettiği ve kendilerini hikayenin bir parçası olarak hissettikleri belirtilmektedir. Dardenne kardeşlerin realizmi, her şeyi olduğu gibi göstermeyi amaçlasa da; aynı zamanda, toplumsal gerçekliğin pasif bir temsilini aşan, çekirdek değerleri “olumlu ve umutlu olmak” olan bir sinema olarak görülmektedir. Mosley, birçok eleştirmenin, onların başlıca filmlerinde merkezi olanı “etik krizin draması” olarak okuduğuna işaret eder (Watkins, 2016). Mosley’e göre bu dram, -kahramanların etik dönüşümü-, bir “bilinç krizi”nin sonucudur. Kardeşlerin, aslında, kahramanlarını güçlendirmek ve onları; bastıran, sınırlayan, istikrarsızlaştıran zihinsel durumlar, kişisel ilişkiler ve ekonomik koşullardan özgürleştirmenin peşinde olduğu da savunulur (Gills, 2013). 

Dardenne kardeşlerin sinemasını, sekülerizm ve din, inanç ve inançsızlık arasındaki ayrımı “karşıtlık” temelinde kuran düşünce biçimiyle/anlayışıyla mücadele eden “yeni tip bir sinema” olarak nitelendiren görüşe göre bu sinema; yerleşik, maddi hayat içinde deneyimlenen, etik ve ruhsal/manevi dönüşümlerin karmaşıklığını göstermekte/sorgulamaktadır. Bu özellikler dikkate alındığında onların sinemasına, Emmanuel Levinas’ın, varoluş dramı ile  kendi (self) ve Ötekinin (Other) etik entrikasının iç içe geçmesinin felsefesi ışığında bakılabileceği öne sürülür (Cooper, 2007; Caruana, 2016). Bu yaklaşıma göre kardeşlerin sineması, en iyi; sorumlu bir öznenin gelişimi için inancın merkezi rolünü tanıyan, ancak Tanrı’ya başvurmayan bir “inançsız/Tanrısız bir inanç” olarak anlaşılabilir. Bu, modern sekülerizm kavramına da, inancın geleneksel anlayışına da karşı koyan; ateizm olmadığı gibi, bireyin huzuru/iyi olması (well being) kadar toplulukla dayanışabilmesi için de gerekli olarak gördüğü inanca/dine saygı duyan bir anlayışı yansıtır. Diğer bir ifadeyle, bu sinema, inancı, geleneksel din söylem ve pratiklerine başvurmadan/içinde yer almadan yaşamaya dair bir girişim olarak nitelendirilir (Caruana, 2016).

Alin Taşçıyan’a göre (2014) Dardenne kardeşler, filmlerinde; adalet, vicdan, ahlak üzerine söylev vermeden ve yargılamadan kahramanların hatalarını sergiler, toplumu didaktik olmadan uyarır, angaje olmadan siyasi tavır alırlar (Taşçıyan, 2014). Benzer biçimde, Jean Pierre Dardenne, hikayelerin Batı’daki toplumsal ilişkiler hakkında ne söylediğine önem vermekle birlikte, esas olarak her zaman niyetlerinin, belirli/kendi durumları içindeki karakterler hakkında filmler yapmak ve onları belirli bir pozisyonun sözcüsü olarak kullanmamak olduğunu; eğer filmlerde politik bir bakış açısı varsa, bunun eylemlerden ve durumlardan kaynaklandığını ifade etmektedir (Scott, 2014). Ancak nihayetinde yönetmenin sözünü ettiği durumlar/olaylar da, bunlarda karakterlerin gösterdiği davranışlar/eylemler de, yapıtın yaratıcıları tarafından yapılan bir elemenin/seçimin eseri olarak ortaya çıkmakta; bu “seçilen” durum, olay ve eylemlerin de ahlakla, inançla ilişkili olması/görülmesi yukarıdaki analizlerin zeminini teşkil etmektedir. Bununla birlikte, filmlerin; “söylev” biçimini almasa da “ahlak” üzerine olduğunun kabul edilmesi, filmleri “ahlaki” yapmadığı gibi; yönetmenin durum, olay ve eylemlere yaptığı “realist” gönderme, politik tavrın/mesajın eserin yaratıcısıyla (yazar, yönetmen vb.) ilişkisi olmadığını da göstermemektedir.     

Dayanışma

Taşçıyan’ın Dardenne sineması hakkındaki görüşü, filme ilişkin yoruma da yansımakta, yönetmenlerin izleyiciyi “doğruyu seçmekten ibaret olmayan seçenekler arasında muallakta” bıraktığını, “Avrupa işçi sınıfının bütün örgütlülüğüne rağmen patronların satranç tahtasında birer piyon olduklarını da altını çizmeden” gösterdiğini düşünmektedir. Luc Dardenne’yse, filmin konusunun “dayanışma” olduğunu söylemektedir. Bu, filmde işçilerin, arkadaşlarının işe geri dönmesi yerine ikramiyeyi tercih ettikleri, dayanışma davranışı göstermedikleri dikkate alındığında, “dayanış(a)mama” olarak da okunabilir. Luc, sözlerinin devamında, bir bakıma, bu dayanışmanın yokluğunu izaha çalışır: “İnsanlar yoğun biçimde bireysel (individualistic). Herkesin parasal problemleri, borçları var; herkes güvensizlik ve korku içinde. Filmde, insanların içinde olduğu bu güvencesiz durumu göstermek istedik. Filmdeki karakterlerin hepsinin de, aslında, zengin olmak değil, ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek parayı kazanabilecekleri bir işe sahip olmak gibi bir dertleri/saikleri var (Scott, 2014).”

Bu “dayanış(a)mama” durumu, bir yorumda belirtildiği gibi, Dardenne kardeşlerin filmde; aktörlerin/karakterlerin, yalnızca protesto değil, tek başına kalmamak için bile gereken “toplanma ve birleşme” konusundaki yeteneksizliğini, bunun ne kadar da zor bir şey olduğunu gösterdiklerini düşündürtür. Toplumsal hareketler, hangi türde olursa olsun, karşı-güç oluşturur ve özü, kolektif olmasıdır. Onların gücü ve gerekliliği de burada yatar. Kardeşlerin ışık tuttuğu da, bir yandan kolektif hareketlerin güçlüğü, öte yandan, bireyselleşmenin doğurduğu tehlikeli sonuçlardır; ki bu sonuçlar, sadece kazanılmış “hak”ları değil, çalışanların hayatta kalma mücadelesini de tehlikeye sokmaktadır (Bazin, 2016)

Dayanışmanın yokluğundan ziyade, bir “dayanışma” örneği olarak görülebilen “Sandra’nın seçimi”ni esas alan Robert E. Watkins (2016), bu seçimi, neoliberal paradigma üzerinden “feda/kurban etme” tutumu olarak okur. Watkins’e göre, liberal vaadin aksine, neoliberal özneye hiçbir yaşam garantisi verilmemekte (aksine, piyasalarda, bazıları, diğerlerinin yaşaması için ölmelidir) ve bu özne potansiyel olarak kendisini kurban edebilecek olan ekonomik sonuçlara bağlı tutulmaktadır. Filmin sonunda, Dardenne kardeşlerin odaklandığı/istediği “dayanışma” kazanmış ve neoliberal yönetişim (governance) ile öznelliğin şiddetini azaltmış görünür.  Luc Dardenne’ye göre Sandra, rekabetin dışında olmak istemekte, bir yoruma göre de o yaptığı bu hareketle, rekabeti dağıtmayı ve bir dayanışma formuyla yer değiştirmeyi başarmaktadır. Watkins, “öyleyse bu yapayalnız bir dayanışmadır” diyerek buna karşı çıkar. Sandra’nın, patronun teklifini reddi, neoliberal yönetişimin hakimiyetini çözmez/bozmaz ve insan sermayelerinin (human capitals) rekabetine karşı durmaz/zarar vermez. Böylece film, Luc’un dayanışma vurgusuna rağmen, insan sermayenin yönetişimini takviye ettiği şeklinde okunabilmektedir. Çünkü patronun teklifi, Sandra’yı, yeniden yetenekli/kapasiteli bir ekonomik özne konumuna yükseltmiş,  insan sermayelerin rekabetini bildiren öz- takdir/değerlendirme (self-appreciation) (hem psikolojik hem de ekonomik anlamda ele alınmalı) mantığını  tazelemiştir. Başka bir deyişle, bu red, neoliberal kendini-fedanın (self-sacrifice) bir biçimi olarak okunabilir. Patronun teklifi, patronun gözünde onun hala yatırıma değer, “değerli” olduğunun bir delilidir ve Sandra kendini takdire/kendine güvene yeniden başlamıştır. Sonuç olarak, onun başarısızlığında bile, ”insan sermaye rekabeti”nin gerçekliği devam eder ve onu kendine tabi kılar. Dardenne kardeşler, bilerek veya bilmeyerek, neoliberal yönetişimselliğin ve insan sermayenin “normalleştirilmesi” hakkında bir hikaye anlatmaktadır. Sandra’nın başarısızlığı ve reddi, benzer biçimde, toplumsal sorumluluk ve dayanışmanın düşüşünü ve rekabetin, neoliberal zaman güvencesizliğinin bir karakteristiği olarak öz-sorumluluğun (self-responsibility) yükselişini göstermektedir (Watkins, 2016).

Deregülasyon ve bireysel seçime dayanan neoliberal paradigma -bu bağlamda kapitalizm- temelli analiz yapan Benedicte Vidaillet (2016), Watkins’in aksine, Sandra’nın değil, iş arkadaşlarının seçimine odaklanır ve şu soruyu sorar: “Dardenne kardeşlerin filmindeki “şiddet”, zaten korunmasız durumdaki bir arkadaşlarını kurban vermeyi isteyen karakterlerden mi, yoksa, herkesin sonuçta bir şeyler kaybedeceği imkansız bir seçim yapmaya zorlayan sistemden mi kaynaklanmaktadır?Vidaillet bu soruya,  Žižek’e başvurarak, “şiddet” kavramı üzerinden yanıt arar. Buna göre, subjective şiddet, daha çok fiziksel ve belirli fail veya faillere (Devlet, gruplar vb.) kolaylıkla atfedilebilirken; objective şiddet, belirli/belirlenebilir fail veya faillere, onların şeytani niyetlerine atfedilemeyen “sistemik”, anonim bir şiddettir. Sistemin içinde hemen hemen görünmez ve sinsi biçimde bulunan objective şiddet, küresel kapitalizmle birlikte, toplumda merkezi bir yer işgal eden konuma gelmiştir (Vidaillet, 2016).

Sonuç olarak, filme geniş bağlam üzerinden, neoliberal paradigma temelinde yaklaşan incelemeler, gerek Sandra’nın, gerekse iş arkadaşlarının davranışlarını, bireysel seçim veya “dayanışma/dayanışmama” olarak okumamışlar, bunun yerine sistemi, davranışların gerçekleştiği bağlamı esas almışlardır. Bu bağlamın filmde yeterince verilip verilmediği hakkında, yönetmenlere yönelik olumsuz bir eleştiride de bulunmamışlardır. Bağlamı hatırlatan Joanne Laurier’in (2015) eleştirisiyse, doğrudan yönetmenlere yönelir. Laurier için film, vakayı, kaçınılmaz biçimde küçülen bir ekonomi içinde, işçilerin dayanışma ve incelik/nezaket göstermeleri gereken bir çerçeve içinde ele almakta; bu yenilgi stratejisi, dünyada, sendikacılar ve “sahte sol” aktivistler tarafından savunulmaktadır. Filmde olmayan, hem iş kaybı hem de ikramiye kaybına aynı zamanda karşı çıkma fikri ve işçi sınıfının toplumu aşağıdan yukarıya değiştirme güç ve kabiliyetidir. Yönetmenler bugün dayanışmanın yokluğundan ve anti-sosyal davranışın yükselmesinden rahatsız olmakta haklı olsa da, işçi sınıfını bu durumu sokan, küresel sermayenin ağzına atan, atmaya devam eden güçleri sorgulamamaktadırlar. Bu filmle kardeşler, “direnişin”in en az olduğu bir yolda yürümeye; paylarına düşenin sürekli küçüldüğü bir dünyada işçilere, “kibar/anlayışlı davranma (civility)”yı tavsiye etmeye devam etmektedirler (Laurier, 2015).

Gerek Laurier’nin eleştirisi, gerekse de “bağlam” temelli diğer incelemeler; “bağlam”ın içindeki özneye, ne derece/hangi düzeyde “bağlı/bağımlı” bir faillik atfettikleri üzerinden ayrıca tartışılabilir. Laurier’nin “kibar/anlayışlı davranış” değinisiyse, adeta, filmin “ahlaki seçim”le ilişkili olarak tartışılmasının bir kıvılcımı olur.  

Ahlaki Seçim

Sandra, film boyunca iş arkadaşlarını “ikramiye” yerine “kendisinin işe dönmesi” lehinde oy kullanmalarına “ikna”ya çalışır. Filmin sonunda, oylamanın sonuçlanması ve Sandra’nın kıl payı da olsa kaybettiğini öğrenmesinin hemen ardından, patron onu ofisine davet eder. İlk olarak, işin 17 yerine 16 işçiyle yapılabileceğini, “fazlalığı” gördüğünü söyler; yine de iş arkadaşlarının yarısını ikramiyeden vazgeçmeye ikna edebildiği için Sandra’yı takdir eder. Ardından patron, Sandra’ya, birkaç ay içinde bir işçinin sözleşmesini yenilemeyeceğini, kendisinin yeniden belirli süreli (fixed-term) sözleşmeyle işine dönebileceğini belirtir. Sandra bu teklifi, “İşe dönebileyim diye, birinin işten atılmasına izin veremem” diyerek geri çevirir. Patron cevaben, bunun bir işten atma değil, sözleşmenin yenilenmemesi olduğunu ifade eder. Sandra, ikisinin aynı şey olduğunu, patronsa olmadığını söyler ve diyalog biter. Ardından, Sandra çantasını alarak odadan çıkar. Finalde; işini kaybetmeyle karşı karşıya olduğu süreçte ağır bir bunalım yaşamış, intihara bile kalkışmış, eşinin yüreklendirmeleriyle mücadeleye devam etmiş, nihayetinde işini kaybetmiş, başkasının işini kaybetmesi pahasına işe dönmeyi reddetmiş Sandra’nın yüzünde; her şeye rağmen pozitifliği, umudu simgeleyen bir gülümseme görülür (Watkins, 2016).

Öncelikle, filmdeki “seçim” kurgusunun gerçek hayatta da bir karşılığı olduğunu belirtmek gerekir. İşçilerin, patronlar tarafından böylesi ikilemler içinde bırakıldıkları, problemi çözme konusunda doğrudan sorumluluk yüklendikleri örnekler oldukça fazladır. Mesela Fransa’da (2004) Alman Bosch grubu, işçilerinden, 400 işçinin atılması ile ücretlerin düşürülmesi arasında oy kullanmasını istemiştir. Yasal olarak (National Inter-sectoral Agreement, ANI, 2013) işverenlere; ücreti yükseltmeden çalışma saatlerini artırma veya çalışma saatlerini düşürmeden ücrette kesintiye gitme konusunda işçilerle müzakere yürütmeye izin de verilebilmektedir. 2015 yılında, Smart fabrikası (Hambach, Moselle) yöneticileri, oylama yöntemiyle 800 çalışana, iş garantisi (işlerin 2020 yılına kadar garanti altına alınması) karşılığında çalışma saatlerinin artırılmasını kabul edip etmediklerini sormuştur (Vidaillet, 2016). Ancak, bütün bu örneklerdeki oylamalarda, filmdeki gibi “bir işçinin işini kaybetmesi/kazanması” seçeneğine yer verilmediği, bunun da önemli bir farklılık olduğu gözden kaçmamalıdır. 

Filmde veya gerçek hayattaki bu “seçim” durumları, bununla karşılaşan öznenin “özerk” olduğundan ve yaptığının bir “seçim” olduğundan bahsedilip bahsedilemeyeceği sorusunu akla getirir. Özerklik konusunda Heller’ın düşüncesi, bunun ancak “göreli” olabileceği şeklindedir. Ona göre, bütün olası eylemlere gönderme yapan “özerklik” de, yalnızca ahlaki içerikli ya da kökenli eylemlere gönderme yapan “ahlaki özerklik” de, ancak ve ancak göreli olabilir: “Azami ahlaki özerklik, göreli ahlaki özerkliktir, ama ahlaki özerkliğin olabilecek azami derecesine ulaşmış halidir.” Seçim özgürlüğüyse, “A eylemini ya da B eylemini seçebileceğim anlamına gelir”. Seçeneklerin her zaman sınırlı olduğunu kaydeden Heller; seçim alanı ister geniş, isterse dar olsun, her olası örnekte belli bir seçim alanının varlığının kabul edilmesi gerektiğini belirtir: “Çünkü seçim, bir durum karşısında bizim tutumumuzun yarattığı şeydir. Durumumuzu ahlaki bir durum olarak gördüğümüz sürece önümüzde seçim yapmamızı sağlayacak bir alan açarız. Bunu daha dikkatlice ifade edecek olursak, durumumuzu ahlaki bir durum olarak gördüğümüz sürece seçecek yeni bir alternatif tasarlarız.

Ahlaki özerklik, Heller için, bir kişinin geçerli olarak kabul ettiği normlara uygun eylem çizgisini seçme özgürlüğüdür. Burada “seçim”, “kendini bağlamak” anlamına gelir: “Eğer ahlak varsa, belli bir oranda özerklik de vardır. Buradaki ahlak, tek bir kişinin uygun davranış normları ve kurallarıyla pratik ilişkisinin bireysel parçası olarak görülmektedir. Ahlak, zihinsel edimler ya da konuşma edimlerinden çok eylemlerde açığa çıkar, nosyonuna kavuşur. Ahlak, yalnızca şu ya da bu durumda değil, sürekli olarak normatif bağlılıklar üzerinden eylemde bulunmaktır. Kısacası ahlak, ahlaki anlamı olan her eylemde oluşturulan, korunan, genişletilen ve savunulan “ahlaki özerklik”ten başka bir şey değildir.

Öznenin göreli özerkliği; failin, dışsal-içsel etkilerin/sınırlamaların varlığına rağmen, göreli de olsa özerk eylemde bulunabileceği kabul edildiğinde, filmdeki “seçim” durumlarında karakterlerin göreli özerk olarak “karar” verdiği, bir seçim yaptığı söylenebilir. Dolayısıyla, toplumsal bağlam, karakterlere eylemlerinden/seçimlerinden dolayı belirli bir sorumluluk yüklemeye engel teşkil etmez. Luc’un sözünü ettiği, “borç içinde olmak” vb. baskılar, “seçim”i belirleyen değil, etkileyen faktörler olarak dikkate alınabilir/anlaşılabilir. Ancak bu durumda da, sormamız gereken ikinci bir soru daha vardır: Filmdeki seçimler, “ahlaki seçim” olarak nitelendirilebilir mi? Başka bir deyişle, bu seçimlerin “ahlaki bir norm”la ilişkisi var mıdır?

Heller, eylemdeki özgürlük ya da belirlenim sorununun ancak ahlakın bakış açısından gündeme getirilebileceğini savunur. Seçime açık, dolayısıyla karar verilebilir bir şey, ahlaki anlam taşıyan bir seçim olmalıdır. Ancak iki ayrı ahlaki seçenek varsa “ahlaki bir seçim” söz konusudur: “Bir kişi tek başına kendi çıkarını gözetiyorsa ve acıma, duygudaşlık gibi ahlaki temayüllerini sürekli bastıracak kadar güçlü bir istence sahipse, bu fail ahlaki olarak değilse bile, göreli olarak özerktir.” Her şeyden önce, Heller için, “ahlaki durumda seçim” ile “ahlaki seçim”in farklı anlamlara geldiğinin belirtilmesi gerekir. Her seçim, ahlaki bir seçim olmadığı gibi, ahlaki durumda seçim de değildir. Durumun “ahlaki bir durum” olmasıyla/görülmesiyle, diğer bir ifadeyle, “ahlaki bir norm”la ilişkili/ilişkilendirilebilecek bir durumda seçim; ahlakla ilgili hale gelir, “ahlaki bir durumda” seçim olur. Ahlaki seçimse, iki ayrı ahlaki normun söz konusu olmasına, başka bir deyişle, ahlaki çatışma durumuna göndermede bulunur.

Bu bağlamda, filmle ilgili olarak, “seçim” durumlarında karakterlerin “ahlaki bir durum”la karşı karşıya olup olmadıkları, seçimlerini “ahlaki bir durumda seçim” olarak algılayıp algılamadıkları sorusu ortaya çıkar. Farazi durumlar, ahlaki bir normla ilişkili midir, ilişkiliyse bu hangi normdur? Filmi yorumlarken çokça referans alınan temel bir kavram olarak “dayanışma”, ahlaki bir norm olarak kabul edilebilir mi? Yoksa iki ahlaki norm arasındaki bir seçimle, “ahlaki seçim“le mi karşı karşıyayız? Bu sorulara yanıt ararken, “iyi olmak” üzerine de düşünmemiz gerekir mi? Heller’ın “Kötü, göreli özerk de görülebilir, ama ahlaki olarak özerk görülemez. Ahlaki özerklik tanımı, iyi (dürüst) insan tanımıdır.” sözleri bize, “iyi olmak” hakkında da düşünmemiz gerektiğini ima eder. 

İyi Olmak

“İyi insanlar”, “iyi karakterler”, “erdemli kişiler”; her şeyden önce ahlaki olarak özerk kişilerdir ve bu insanların koşullar, ham fikirler, kendi tutkuları ve eğilimleri tarafından güdümlenmeyeceğine güvenilir: “Onların belki bütün ahlaki eylem ve seçimleri değil ama, en belirleyici eylem ve seçimlerinin iyi olduğunu ve olacağını varsayarız. Başka bir ifadeyle, onlar, ahlaki karakterleri tarafından belirlenecektir. Ahlaki olarak özerk insanlar, toplumsal kısıtlamalara meydan okuyan insanlardır. Onlar, toplumsal tahakküm ve iktidarın meşruluğunu boşa çıkarır. Onlar, direnişin gerçek kahramanlarıdır. Ahlaki özerkliğin, her şeyden önce pratiğe dönük olduğunu ne kadar sık vurgulasak yeridir. Çünkü her türlü eylemden feragat ederek (salt) düşüncede iyilikten yana olmak, belki cazip gelebilir ama ahlakla ilgisizdir (adiaphoric).” (Heller, 2006)

İyi insanların olduğunu, normlar ve erdemler değişse de, iyi ahlakın ölçütlerinin her zaman aynı olduğunu, kötülüğün aksine böyle bir iyiliğin genel bir formülle tanımlanabileceğini ifade eden Heller, Platon’a başvurur: “Bir kişi başkalarına yanlış yapmaktansa o yanlıştan dolayı acı çekmeyi tercih ediyorsa iyi insandır. Yanlış yapmaktansa, yanlıştan dolayı acı çekmenin daha iyi olduğu öncülü kanıtlanamaz. İyi insanların böyle bir kanıta ihtiyacı yoktur.” Bu iyilik tanımı, başkasına karşı hiçbir biçimde yanlış yapmamanın yanında onun iyi olmasını desteklemeyi (görev-ötesi iyilik) veya diğerkamlığı kapsamaz: “İyi insanlar, yanlış yapmak önlerindeki tek alternatif olmadıkça, yanlıştan dolayı acı çekmeyi tercih etmezler. İyi insanların diğerkam olmak gibi bir arzuları yoktur, onlar sadece doğru ve dürüsttürler.

Yanlış yapmaktansa, yanlıştan dolayı acı çekmeyi tercih eden “iyi” insan, neyin “yanlış” olduğu üzerine de fikir sahibi olmalıdır. Heller, yanlış yapmanın, ahlaki değerleri ya da normları çiğneyerek acı vermek ve yanlış yapmaktansa yanlıştan dolayı acı çekmenin de, ahlak normlarını ve değerlerini çiğneyen insanlar yüzünden acı çekmek olduğunu belirtmektedir. Öyleyse, yanlış yapmakla yapmamayı ve yanlıştan dolayı acı çekmekle yanlış yapmaksızın acı çekmeyi birbirinden ayırmak için bir kılavuza ihtiyacımız vardır. Eğer elimizde böyle bir kılavuz yoksa, böyle kılavuzlar hazırlayabilmeli ve onlara uyabilmeliyiz. Nihayet, bireyin soyut normları yeniden yorumlama ve böyle yorumlanan soyut normlar açısından bakarak, o zamana kadar geçerli somut normları geçersiz görüp reddetme özgürlüğü vardır. Birey, “iyi olan şu değil, budur” gibi yeniden değerlendirici ifadeleri telaffuz edebilir ve bu ifadenin doğru olduğunu iddia edebilir.

Heller, kılavuz meselesinin, diğer bir ifadeyle nasıl davranmamız, nasıl yaşamamız gerektiği sorusunun ancak ahlak felsefesi tarafından sorulabileceğini ve yanıtlanabileceğini ifade eder ve kendi kılavuzunu oluşturmayı dener. Öncelikle, “yüce” normların (genel, evrensel olanlar) ahlaki önceliklerin belirlendiği durumlarda doğru bir “öncelik” belirleme fırsatı sağladığını belirten Heller, “araç-amaç” formülünün evrensel düstur olarak kabul edilebileceğini söyler: “Başka insanlara asla sırf araç olarak davranmamalı, kendi içlerinde amaç olarak da davranmalıyız.” Heller buna, kendi önerdiği birincil (üç yasaklayıcı ve dört emredici) düsturları ilave eder. Birincil düsturlarla çelişmemek kaydıyla herkes, pek çok ikincil düstur formüle edebilir. Birisi, ihtiyacı olan herkese yardım etmeyi, diğeri, yardımı hak eden herkese yardım etmeyi eyleminin düsturu olarak seçebilir. Ancak birincil düsturlarla çelişen ikincil düstur seçemeyiz. Örneğin, kendimizi feda etmeyi bir evrensel düstur olarak seçemeyiz, çünkü bu birincil olan “tüm insan ihtiyaçlarını tanı” düsturuyla çatışır. Çünkü tüm insan ihtiyaçlarına, kişinin kendi ihtiyaçları da dahildir.

Heller’ın ahlak kuramı, hepsi, evrensel yönlendirici ilke “ötekilere özen göster” ve onun negatif formülü “bilerek başkasına kötülük yapma”nın yorumlanması ve somutlaştırılması olan, az sayıda (evrensel) yönlendirici ilkeye dayanmaktadır. Bu ilkeler arasında, filmdeki seçim durumlarıyla bağlantı kurulabilecek olan “ötekinin ıstırabına saygıda kusur etme” ilkesini Heller, “ötekinin ıstırap çektiğini fark etmek” ve “başkalarının ıstırabını azaltmak için elinden geleni yapmak” şeklinde ikiye ayırır. İlkenin ikinci kısmına göre doğru bir kişi, kendisine güvenen insanların ıstırabını azaltmak için elinden geleni yapmalı; telafi edilebilir ıstırapları azaltmak için zamanı, parası ve enerjisinin belli bir kısmını ayırmalıdır.

Bu durumda, filmdeki birinci seçim dikkate alındığında, ıstırap çekenin Sandra olduğu ve “doğru” davranışın, bu ıstırabın fark edilmesini ve ıstırabı azaltmak için “zaman, para ve enerjinin” belli bir kısmının ayırılmasını gerektirdiği düşünülebilir. Sandra’nın ıstırabının kaynağı işini kaybetmesi, bu ıstırabı azaltmanın yolu da onun işe geri dönmesine yardım etmekse, iyi kişiye düşen, oylamada, ikramiye yerine “işe dönüş”ü tercih etmek, bu yönde “seçim/karar” verip oy kullanmak olmalıdır. Fakat bunun, “tüm insan ihtiyaçlarını tanı” evrensel düsturuyla çeliştiği de iddia edilebilir. İyi kişinin diğerkam olmadığının Heller tarafından sık sık vurgulandığı göz önüne alındığında, ikramiyeden vazgeçmenin diğerkamlığa girdiği, başka bir deyişle görev-ötesi bir iyilik olduğu savunulabilir. İyi insandan, kendi çıkarını göz etmemesi beklenmez ama bu iddia, “çıkar/menfaat” nedir sorusunu gündeme getirir.

Menfaat

Heller, dünyanın kötülükleri tartışıldığında ve İlk Günah ve doğal saldırganlığımıza ilişkin konular tüketildiğinde, sonraki kozun kesinlikle doğuştan ben-merkezli oluşumuz olacağını belirtir. İnsanlar kendi çıkarlarını takip ederler, zararlarına olanı değil, faydalarına olanı yaparlar ve bunda bir kötülük yoktur. Ama onlar, çıkarlarının nerede yattığını nasıl bilebilirler? Her şeyden önce, geçmişlerini bilebilen insanlar, kararlarının sonucu söz konusu olduğunda kesinlikle karanlıktadırlar. Diğer bir ifadeyle, insanlar neyin çıkarlarına olduğunu bilemezler, çünkü geleceği, kararlarının sonucunu öngöremezler. Öyleyse, esasen insanları, yapabilecekleri ve yapmaları gereken bütün iyi şeylerden uzak tutan “kendi çıkarları” değildir. Heller’a göre bunun sebebi daha ziyade korkaklık, saf çıplak korkudur: “Biz insanların, servet, pozisyon, ün, inanç, iman, bize yakın olan biri ya da başka bir şey; her ne ise elde ettiğimiz her şeyi kaybetme korkumuzdur. Keşke işlerin çok kötüye gitmeyeceğini, en azından hayatta kalacağımızı bilsek, ama bilemeyiz. Bu yüzden en kötüsünü hayal ederiz ve elimizi bırakmayız. Bütün ahlaki seçimler; iletişim, karar ve düşünümsellik sürecinde meydana gelir. Bu tür bir seçim doğası gereği pratik değil kuramsaldır. Doğru kişi doğru olanı yapmak (veya yanlış olandan kaçınmak) gerektiğinde cesarete ihtiyaç duyar. Doğruluk erdemleri ve cesaret erdemi farklı türlerdendir, ancak doğru erkek ve kadınların kişiliklerinde içkin bir şekilde iç içe geçmiştir. Ahlaki cesaret hareketi kendini kurban etme hareketiyle aynı değildir.

Burada Heller, insanların, kendi çıkarlarını düşünmekten ziyade, elindekini kaybetme korkusuyla doğru davranış sergilemediğini savunurken, daha çok “eyleme geçmeyen” özneyi düşünür, “eylemli” hatta “cesaretle” çıkarının peşinde koşan, bu uğurda riskleri göze alan faili hesaba katmaz. Diğer bir ayrım da, çıkarını gözetmekle, çıkarını her şeyin üzerinde tutmak arasındadır ve ikincisinin ahlaki olmadığı kabul edilebilir. Eğer filmdeki “ikramiye” tercihi, “kendi çıkarını her şeyin üzerinde tutmak” olarak görülürse doğru davranışın tesbiti bakımından sorun çözülür. Aksine, çıkarını gözetmek olarak kabul edilirse, “tüm insanların ihtiyaçlarını tanı” ve “ıstırabı azaltmaya yardım et” normları arasında bir ahlaki çatışmanın var olduğundan söz edilebilir. Böyle bir durumda daha genel, soyut, üst bir norma, bir evrensele başvurmamız gerekir ancak Heller’ın önerdiği düstur ve yönlendirici ilkeler bu konuda bize yardımcı olmaz. O zaman, hangi ilkeye aykırı hareketin daha fazla ihlal olduğu, hangisinin sonuçlarının daha ağır olacağını dikkate alarak çatışmayı çözmeye çalışmaktan başka yol kalmaz. İkramiyeden vazgeçmekle, işini kaybetmenin bedeli kıyaslanmalı, ayrıca “tüm insanların ihtiyaçlarını tanı” ilkesinin sadece “kendi ihtiyaçlarını tanı” anlamına gelmediği, dolayısıyla Sandra’nın ihtiyaçlarının da bu ilke kapsamına girdiği hesaba katılmalıdır. Bütün bunların yanında, Heller, ahlaki çatışma söz konusu olduğunda, doğru davranışı, “sistem”i de hesaba katarak yalnızca “seçim”e yönelik davranışla sınırlandırmaz.      

Eylem

Kurumsal “ethos”la  genel ethos arasında bir çatışma algılayan, kurumsal “ethos”ta ahlaki yanlışlık, tutarsızlık gören doğru kişi ne yapabilir? Heller bunu şöyle yanıtlar; 1) kurumu terk edebilir, 2) kurumda kalır ve belirli kurallara meydan okuyarak ahlaki tutarsızlıkları ortadan kaldırmaya çalışabilir (emirlere uymayarak veya emir vermekten kaçınarak) 3) kendi durumuna benzer durumda olanlara dönüp onları kolektif eylemin gerekliliği konusunda ikna etmeye çalışabilir. Üçüncü seçenekte, kolektif eylem çağrısına cevap coşkuluysa ve çağrılanlar çağrı konusu kuralın “adil” olup olmadığını daha önce sorgulamışlarsa ahlaki risk yoktur. Aksi durumda, kolektif eylem henüz şüphelenilmemiş bir kurala karşı önerildiyse ve eylemi başlatanlar aslında böyle bir eyleme katılmaya hiç niyeti olmayan kişileri kendi yanlarına çekmek için çaba harcıyorsa ahlaki risk çok yüksek demektir. O zaman bu tür edimler veya inisiyatif almalar ahlaki yönelimin genel ilkesiyle (başkasının özerkliğine özen göster) çelişir (Heller, 2006).

Doğru kişi için dördüncü bir seçenek daha vardır ve Heller için bu en uygun hal tarzıdır. Doğru kişi ne kurumu terk eder, ne gizlice kurallarını ihlal eder ne de kolektif bir eylemin düzenleyicisi olur. Bunun yerine, kamuya başvurabilir ve geçerli olan normların ve kuralların belli bir grubuna karşı, hem onların değişiminin gerekliliğini önererek hem de değişimin yönünü tayin ederek, argümanlar sunabilir.

Buraya kadar, filmdeki seçim durumlarında bırakılan failler üzerinden yürütülen tartışmanın odağı, bu noktadan sonra, bizzat seçim durumuna, bu durumu yaratan faile kayar. Artık söz konusu olan, ahlaki bir durumdaki faillerin seçimi değil, durumun ahlaki olup olmadığıdır. Bu perspektiften bakıldığında, filmdeki ne seçime zorlanan işçilerin, ne de seçimin konusu yapılan Sandra’nın, durumun ahlakiliğini sorgulamadıkları, kurumsal ethos ile ahlaki bir çatışma içine girmedikleri görülür. Çünkü yukarıda sıralanan eylem seçeneklerinin hiçbirini denememişler, “seçim”i veri kabul edip, “evet veya hayır” oylarına kilitlenmişlerdir. Bu birinci seçim için böyle olsa da, ikinci seçimde Sandra’nın, patronun yaptığı teklifi reddederek, kurumu terk etme eylem tarzını benimsediği söylenebilir. Birinci seçimde sadece iş arkadaşlarını iknaya çalışan, böyle bir seçimin nesnesi olmaya itiraz etmeyen  Sandra bu noktaya nasıl gelmiştir?

Modernite ve Varoluş Seçimi

Tarihsel olarak ahlakın iki yapısal değişim geçirdiğini ileri süren Heller’a göre ilk yapısal değişim, bizatihi “ahlak”ın, yani eylemi ve yargıyı düzenleyen iç ahlaki otorite olarak “pratik akıl ve vicdanın” ortaya çıkışıyla meydana gelmiştir. İkinci (modern) yapısal değişimse, ortak ethosun (Sittlichkeit) alansal ahlaki bölünmesi, gündelik hayat alanında somut ahlak normlarının çoğullaşması ve belli değerlerin evrenselleşmesiyle birlikte ortaya çıkar. İkinci değişime kadar, ahlak normlarının içeriği değişmiş, “yanlış yapma”nın yorumu etrafında istisnai de olsa çatışmalar yaşanmış olsa da; iyiliğin biçimsel yapısı değişmemiştir. Soyut normlar, erdem normları ve en azından bazı somut normların ortak olması, değerler ve erdemler hiyerarşisinin sabitliği; insanların başkalarına ne zaman zarar vereceklerini ve ne zaman başkalarına yanlış yapmadan acı vereceklerini, ne zaman başkalarının yanlışlığı yüzünden acı çekeceklerini ve ne zaman kendisine yanlış yapılmadığı halde acı çekeceklerini bilmelerini sağlamıştır. Ancak moderniteyle birlikte her şey değişir, çünkü değişime uğrayan yalnızca normların içeriği değil, aynı zamanda ahlakın yapısıdır. Heller için, günümüzde, egemen anlamlı dünya görüşünün (bilim) hayata ahlak normları sağlamakta yetersiz kalmasıyla gündelik hayatın ahlaki içeriği zayıflamış, ortak bir ethos da yaratılamamıştır. Alana içkin normların gündelik hayatı istilası ve gündelik hayatın ahlaki dokusuna yıkıcı etkilerde bulunması tehlikesine ve bu tehlikenin arttığına dikkat çeken Heller şöyle der: “Habermas’ın gündelik hayatın gündelik olmayan alanlar tarafından giderek “sömürgeleştirildiği” tezi bu eğilim ışığında anlam kazanıyor. Habermas’ın aklında özellikle siyaset ve ekonomi alanları vardı ama Foucault ile birlikte bilim alanını ve sanat alanını da listeye ekleyebiliriz.

“Telos”u olmayan bir olasılıklar kümesi olarak doğan, ortak ethosu olmayan bir “dünyaya fırlatılmış” olan modern kişi, olumsal bir kişidir ve “varoluş seçimi”yle karşı karşıyadır: “Gündelik hayatta temel tutumun bir seçim meselesi olabilmesi ve bu seçimin bir varoluş seçimi olması (bir tutumu seçerek kendimizi seçmiş oluruz) modern bir fikirdir. Ahlaki olmayan fikirler ve yaklaşımlar tarafından düzenlenen gündelik hayat tarzları mümkün olsa bile, tek bir varoluş seçimi vardır; bu da kendimizi ahlaki varlıklar olarak seçmemizdir. Ama bir kere bu seçimi yaptıktan sonra, kendimizi yalnızca gündelik hayat alanında değil, bütün alanlarda da seçmiş oluruz.

Kendilerini varoluş seçiminde iyi kişiler olarak seçenlerin hepsi, seçmenin iyi veya kötü arasında seçim anlamına geldiği kendilerine söylenene kadar bekleyemez ve “iyi ile kötü” arasında seçim yapma iradesini gösterirler. Bir eylemi kafalarında tartarken veya eylemin gidişatı içinde, kendilerine eylemin iyi ile kötü arasında bir seçimi ima edip etmediği sorusunu yöneltirler ve “doğru ve yanlış” kategorilerinin kılavuzluğu altında olası tüm eylemleri değerlendirirler. Karşılaştıkları durumu “iyiyle kötü arasında bir seçim” olarak gördüklerinde, iyinin seçimi, “olası tüm seçimlerin çeşitleri üzerinde olduğu kadar amaçlar, çıkarlar, tutkular, özel veya kamusal yararlar gibi başka bir seçimin yapılması nedenlerinin üzerinde mutlak bir tercih halini alır”. Doğru kişiler, kendi iyiliği için doğru olduklarında dahi, başkalarının da iyiliği için eylemde bulunur, hatta bazen onlar için fedakarlıklarda bulunurlar: “Ne var ki, kendi iyiliği için doğru olan insanlar diğerkam da değildirler, çünkü ne zaman başkalarının iyiliği için eylemde bulunsalar doğru olmayı kendi iyilikleri için de sürdürürler. Böyle birisi, kendisinin iyiliği için doğru olur ve sonuçta evrenselin koltuk değneğine kendisinin iyiliği için başvurur.

Sandra’nın Seçimi

“Bir kişi, eğer yanlış yapmayıp acı çekmektense başkalarına yanlış yapmayı (tutarlı bir biçimde ve sürekli olarak) tercih ederse, bayağıdır (bad), kötü (evil) değil. Bayağı olmaya yatkın, ama doğrudan bayağı olmayan insanlar, hiçbir tutarlılık sergilemedikleri için, normalde içten de değildir. Böyle insanlar, kendilerinin ya da başkalarının gözünde yaptıkları bayağı edimleri mazur gösteren iç ve dış kısıtlamalara (koşulların baskısı ya da itkinin zorlamasına) gönderme yaparak, iyi olduklarına inanmayı tercih ederler. Ama açık ki, ne koşulların baskısı ne de içsel itkiler bayağı bir karaktere gerekçe oluşturmaz. Koşullar veya iç itkilerin baskısı ancak kişi onların sorumluluğunu almazsa karşı konulmaz olur.”

Giriş kısmında, Sandra’nın seçiminin esas alınacağı söylenmesine rağmen, tartışma, ağırlıklı olarak işçilerin yaptığı seçim üzerinden yürüdü. Çünkü Sandra’nın reddi, birinci seçim deneyimi sonunda ortaya çıkmıştı. Sandra, tüm çabasına karşın oylamada “ikramiye”ye yenik düşer, “bir işe sahip olmamanın” ne demek olduğunu çok iyi bilen arkadaşları onun ıstırabını gidermeye yardım etmek yerine “ikramiye”yi tercih eder ve bu deneyim Sandra’nın kararını etkiler. Böylece kendi seçiminde artık o, ahlaki bir durum karşısında olduğu, seçimin “iyi/kötü, doğru/yanlış” arasında olduğu bilincine varmıştır.  Yüzündeki gülümseme de bunun bir ifadesi olarak okunabilir. Belki Sandra da, bu deneyimden önce, eğer birinci seçimle karşı karşıya kalan işçilerin durumunda olsa, oylamada “ikramiye”yi seçecekti. Ancak oylamayı kıl payı kaybettiğini hatırlarsak, bazı arkadaşlarının ikramiyeden vazgeçmeyi göze alabildiklerini de unutmamış oluruz. Onlar, Heller’ın dediği gibi, “iyi insan”ların var olduğunun kanıtları olarak düşünülebilir. Belki Sandra, bu deneyimden sonra, yine aynı durumla karşılaşırsa, bu sefer farklı eylem seçeneklerini deneyebilir, “ikramiye” karşısına bir seçenek olarak konulmasına izin vermez.

Yönetmenler, öyle görmemiş/göstermemiş olsa da, hem seçim durumları hem seçime zorlanan faillerin edimleri “normatif” olana gönderme yapar. “Bir kişi her hakim somut norma uymaz, ama yine de soyut normlar, değerler ve fikirler tarafından yönlendirilir ve kendi vicdanının geçerli diyerek olumladığı somut normları gözetir.” Gözetilen normun “dayanışma” olmaması, “dayanışma”ya ahlaki bir bakış açısıyla yaklaşılmamasıyla da ilişkilidir. Bunun sonucunda, böyle bir ahlaki norm yaratılamadığı gibi böyle bir amaç güdülmesi dahi söz konusu olmaz. Neoliberal paradigmaya yapılan vurgular, onun normatif dünyasının yalnızca “feda/kurban”, “kendini takdir” vb. üzerinden yürümediğini, aynı zamanda “fayda-maliyet”, “kar-zarar” ve “kendi çıkarını gözetme” ile “kendi çıkarını her şeyin üstünde tutma” arasındaki ayrımın silikleşmesinden beslendiğini hesaba katmaz. Ya da kendilerine faillik atfedilmeyen özneleri çepeçevre kuşatan sistem tek sorumlu olur. Yine de onlardan, “dayanışma”nın da ötesinde, kendilerini dava uğruna “feda” etmeleri beklenir. Heller’ın söylediği gibi, cesur kişilerin iyi olduğu söylenemeyebilir ama iyi olmak cesaret ister. Cesaret erdemine başvurulurken “ahlaki”lik gündeme gelmez ama, “iyi olmak” üzerine düşünmek “ahlakçılık” eleştirisiyle bile karşılaşabilir. Sonuç olarak, “iyi olan şu değil, budur” diyebilmek için, “iyi olan şu değil, ama ne?” sorusuyla başlamak gerekmektedir.

PDF 

Kaynakça

Agnes Heller, Bir Ahlak Kuramı, Ayrıntı, 2006

Alin Taşçıyan, İkramiye mi yoksa arkadaşının işi mi?, Star gazetesi, 27 Aralık 2014, http://www.star.com.tr/yazar/ikramiye-mi-yoksa-arkadasimin-isi-mi-yazi-985165/

A.O.Scott, Specializing in ordinary ordeals,SATURDAY-INTERNATIONAL NEW YORK TIMES SUNDAY, OCTOBER 4-5, 2014 |

Benedicte Vidaillet, Unplugged - Two days, one night, or the objective violence of capitalism,.M@n@gement, AIMS, 2016, 19 (2), pp.127-132. <hal-01366763>

Bert Cardullo (Ed.), Committed Cinema: The Films of Jean-Pierre and Luc Dardenne; Essays and Interviews, Preface, Cambridge Scholars Publishing, UK, 2009

Joanne Laurier, The Dardenne brothers’ Two Days, One Night: Who should pay for the present situation?, 29 January 2015, wsws.org

John Caruana, The Dardenne Brothers and the Invisible Ethical Drama: Faith without Faith, Religions 2016, 7, 43

Melina Gills, Book Review: The Cinema of the Dardenne Brothers: Responsible RealismThe Cinema of the Dardennes Brothers: Responsible Realism by Philip Mosley, Film Quarterly, Vol. 67, No. 1 (Fall 2013), pp. 82-84 Published by: University of California

Robert E. Watkins, “Turning the Social Contract Inside Out: Neoliberal Governance and Human Capital in Two Days, One Night”, For Presentation at the Annual Meeting of The Western Political Science Association San Diego, California, March 24-27, 2016

Sarah Cooper, Mortal Ethics: Reading Levinas with the Dardenne Brothers Film-Philosophy, 11.2 August 2007


Yoann Bazin, Why don’t employees collectively rebel against organizational injustice?, Voices - Two days, one night! M@n@gement, vol. 19(2): 124-151