Agnes Heller (2006), hayati önemde “ahlaki”
tercihlerle sık sık karşı karşıya kalmasak da; farkına bile varmadan, gündelik
yaşamın telaşesi içinde, -yapmanın, eylemenin, davranmanın, tepki göstermenin,
konuşmanın, dinlemenin, müdahale etme veya etmemenin süreğen akışında-, sürekli
“ahlaki seçimler” yaptığımızı belirtir (s.226). Dardenne kardeşler’in İki Gün, Bir Gece (2014)’sinde de karakterler, işveren/patron
tarafından seçim yapmaya zorlandıkları durumlarla karşı karşıya kalırlar.
Filmin ana karakteri Sandra’nın (Marion Cotillard) sağlık nedeniyle ayrıldığı işine geri
dönebilmesinin “bin avroluk ikramiye”den vazgeçme şartına bağlandığı ilk
durumda, seçim yapmaya zorlanan Sandra’nın iş arkadaşlarıdır. Neredeyse filmin tamamını kaplayan, “işe kabul”
ile “bin avroluk ikramiye” arasında geçen bu “seçim”den sonra; bu kez Sandra, filmin final sahnesine
sıkıştırılmış, yine patronun kurguladığı bir seçim anıyla baş başadır. Oylamada,
iş arkadaşlarının “bin avroluk ikramiye”yi tercih etmesiyle işe dönme şansını
kaybeden Sandra’ya, bir başka işçinin
işini kaybetmesi pahasına işine dönebileceği söylenir. O da, bu teklifi
reddeder.
Heller’ın ahlaki tercih üzerine
söyledikleriyle film arasında bir bağlantı kurulmaya çalışıldığında, her şeyden
önce, filmde yer alan bu “seçim” durumlarının, karakterlerin yaptığı tercihlerin
ne kadar ahlaki/ahlakla ilişkili olduğu
sorusu ortaya çıkar. Başka bir deyişle, filmde, Sandra ve iş arkadaşlarının
yaptığı/yapmak zorunda kaldıkları seçimler, Heller’ın kastettiği anlamda, ”ahlaki
seçim” olarak kabul edilebilir mi? Bu sorulardan hareketle ve Heller’a
referansla, Sandra’nın seçimi esas alınarak film, “ahlaki seçim” ve “iyi olmak”
kavramları üzerinden tartışılacaktır.
İnanç
Belçikalı
yönetmenler Jean-Pierre Dardenne (1951) dramatik (ritmik) sanatlar (dramatic
arts, Institut des Arts de Diffusion), kardeşi Luc (1954) felsefe (Catholic
University of Louvain) eğitimi görmüş; bu süreçte, her ikisi de Marksist oyun
yazarı, şair, tiyatro yönetmeni ve film yapımcısı Armand Gatti’nin tiyatro
topluluğuna katılmıştır. 1970’lerden itibaren kendilerini film yapımına verirler;
toplumsal konulu ve politik belgeseller yöneterek belli bir itibar kazandıktan
sonra, -1986 yılında-, ilk kurgusal/konulu filmlerini çekerler (Falsch).
Ancak, 1975’te Dérives, 1994 yılında Les Films du Fleuve isimli yapım
şirketlerini kuran kardeşler için önemli olan, filmografilerinin başlangıçları
saydıkları film Falsch değil,
La Promesse (1996)’dir (Cardullo, 2009; Gills, 2013).
Onların,
neo-realist olarak nitelendirilen sinemasında, özel efektler ve yapay ışık
kullanılmadığı, izleyicilerin gerçek karakterlerin gerçek deneyimlerine
tanıklık ettiği ve kendilerini hikayenin bir parçası olarak hissettikleri belirtilmektedir.
Dardenne kardeşlerin realizmi, her şeyi olduğu gibi göstermeyi amaçlasa da;
aynı zamanda, toplumsal gerçekliğin pasif bir temsilini aşan, çekirdek
değerleri “olumlu ve umutlu olmak” olan bir sinema olarak görülmektedir.
Mosley, birçok eleştirmenin, onların başlıca filmlerinde merkezi olanı “etik
krizin draması” olarak okuduğuna işaret eder (Watkins, 2016). Mosley’e göre bu
dram, -kahramanların etik dönüşümü-, bir “bilinç krizi”nin sonucudur. Kardeşlerin,
aslında, kahramanlarını güçlendirmek ve onları; bastıran, sınırlayan,
istikrarsızlaştıran zihinsel durumlar, kişisel ilişkiler ve ekonomik
koşullardan özgürleştirmenin peşinde olduğu da savunulur (Gills, 2013).
Dardenne
kardeşlerin sinemasını, sekülerizm ve din, inanç ve inançsızlık arasındaki
ayrımı “karşıtlık” temelinde kuran düşünce biçimiyle/anlayışıyla mücadele eden “yeni
tip bir sinema” olarak nitelendiren görüşe göre bu sinema; yerleşik, maddi
hayat içinde deneyimlenen, etik ve ruhsal/manevi dönüşümlerin karmaşıklığını göstermekte/sorgulamaktadır.
Bu özellikler dikkate alındığında onların sinemasına, Emmanuel Levinas’ın,
varoluş dramı ile kendi (self) ve
Ötekinin (Other) etik entrikasının iç içe geçmesinin felsefesi ışığında bakılabileceği
öne sürülür (Cooper, 2007; Caruana, 2016). Bu yaklaşıma göre kardeşlerin
sineması, en iyi; sorumlu bir öznenin gelişimi için inancın merkezi rolünü
tanıyan, ancak Tanrı’ya başvurmayan bir “inançsız/Tanrısız bir inanç” olarak
anlaşılabilir. Bu, modern sekülerizm kavramına da, inancın geleneksel
anlayışına da karşı koyan; ateizm olmadığı gibi, bireyin huzuru/iyi olması
(well being) kadar toplulukla dayanışabilmesi için de gerekli olarak gördüğü
inanca/dine saygı duyan bir anlayışı yansıtır. Diğer bir ifadeyle, bu sinema,
inancı, geleneksel din söylem ve pratiklerine başvurmadan/içinde yer almadan
yaşamaya dair bir girişim olarak nitelendirilir (Caruana, 2016).
Alin
Taşçıyan’a göre (2014) Dardenne kardeşler, filmlerinde; adalet, vicdan, ahlak
üzerine söylev vermeden ve yargılamadan kahramanların hatalarını sergiler,
toplumu didaktik olmadan uyarır, angaje olmadan siyasi tavır alırlar (Taşçıyan,
2014). Benzer biçimde, Jean Pierre Dardenne, hikayelerin Batı’daki
toplumsal ilişkiler hakkında ne söylediğine önem vermekle birlikte, esas olarak
her zaman niyetlerinin, belirli/kendi durumları içindeki karakterler hakkında
filmler yapmak ve onları belirli bir pozisyonun sözcüsü olarak kullanmamak
olduğunu; eğer filmlerde politik bir bakış açısı varsa, bunun eylemlerden ve
durumlardan kaynaklandığını ifade etmektedir (Scott, 2014). Ancak nihayetinde
yönetmenin sözünü ettiği durumlar/olaylar da, bunlarda karakterlerin gösterdiği
davranışlar/eylemler de, yapıtın yaratıcıları tarafından yapılan bir
elemenin/seçimin eseri olarak ortaya çıkmakta; bu “seçilen” durum, olay ve
eylemlerin de ahlakla, inançla ilişkili olması/görülmesi yukarıdaki analizlerin
zeminini teşkil etmektedir. Bununla birlikte, filmlerin; “söylev” biçimini
almasa da “ahlak” üzerine olduğunun kabul edilmesi, filmleri “ahlaki” yapmadığı
gibi; yönetmenin durum, olay ve eylemlere yaptığı “realist” gönderme, politik
tavrın/mesajın eserin yaratıcısıyla (yazar, yönetmen vb.) ilişkisi olmadığını
da göstermemektedir.
Dayanışma
Taşçıyan’ın Dardenne
sineması hakkındaki görüşü, filme ilişkin yoruma da yansımakta, yönetmenlerin
izleyiciyi “doğruyu seçmekten ibaret olmayan seçenekler arasında muallakta”
bıraktığını, “Avrupa işçi sınıfının bütün örgütlülüğüne rağmen patronların
satranç tahtasında birer piyon olduklarını da altını çizmeden” gösterdiğini düşünmektedir. Luc
Dardenne’yse, filmin konusunun “dayanışma” olduğunu söylemektedir. Bu, filmde
işçilerin, arkadaşlarının işe geri dönmesi yerine ikramiyeyi tercih ettikleri,
dayanışma davranışı göstermedikleri dikkate alındığında, “dayanış(a)mama”
olarak da okunabilir. Luc, sözlerinin devamında, bir bakıma, bu dayanışmanın
yokluğunu izaha çalışır: “İnsanlar yoğun
biçimde bireysel (individualistic). Herkesin parasal problemleri, borçları var;
herkes güvensizlik ve korku içinde. Filmde, insanların içinde olduğu bu
güvencesiz durumu göstermek istedik. Filmdeki karakterlerin hepsinin de, aslında,
zengin olmak değil, ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek parayı kazanabilecekleri bir
işe sahip olmak gibi bir dertleri/saikleri var (Scott, 2014).”
Bu
“dayanış(a)mama” durumu, bir yorumda belirtildiği gibi, Dardenne kardeşlerin filmde;
aktörlerin/karakterlerin, yalnızca protesto değil, tek başına kalmamak için bile
gereken “toplanma ve birleşme” konusundaki yeteneksizliğini, bunun ne kadar da zor
bir şey olduğunu gösterdiklerini düşündürtür. Toplumsal hareketler, hangi türde
olursa olsun, karşı-güç oluşturur ve özü, kolektif olmasıdır. Onların gücü ve
gerekliliği de burada yatar. Kardeşlerin ışık tuttuğu da, bir yandan kolektif
hareketlerin güçlüğü, öte yandan, bireyselleşmenin doğurduğu tehlikeli
sonuçlardır; ki bu sonuçlar, sadece kazanılmış “hak”ları değil, çalışanların
hayatta kalma mücadelesini de tehlikeye sokmaktadır (Bazin, 2016)
Dayanışmanın
yokluğundan ziyade, bir “dayanışma” örneği olarak görülebilen “Sandra’nın
seçimi”ni esas alan Robert E. Watkins (2016), bu
seçimi, neoliberal paradigma üzerinden “feda/kurban etme” tutumu olarak okur.
Watkins’e göre, liberal vaadin aksine, neoliberal özneye hiçbir yaşam garantisi
verilmemekte (aksine, piyasalarda, bazıları, diğerlerinin yaşaması için
ölmelidir) ve bu özne potansiyel olarak kendisini kurban edebilecek olan
ekonomik sonuçlara bağlı tutulmaktadır. Filmin sonunda, Dardenne kardeşlerin
odaklandığı/istediği “dayanışma” kazanmış ve neoliberal yönetişim (governance) ile
öznelliğin şiddetini azaltmış görünür.
Luc Dardenne’ye göre Sandra, rekabetin dışında olmak istemekte, bir
yoruma göre de o yaptığı bu hareketle, rekabeti dağıtmayı ve bir dayanışma
formuyla yer değiştirmeyi başarmaktadır. Watkins, “öyleyse bu yapayalnız bir
dayanışmadır” diyerek buna karşı çıkar. Sandra’nın, patronun teklifini reddi,
neoliberal yönetişimin hakimiyetini çözmez/bozmaz ve insan sermayelerinin
(human capitals) rekabetine karşı durmaz/zarar vermez. Böylece film, Luc’un
dayanışma vurgusuna rağmen, insan sermayenin yönetişimini takviye ettiği
şeklinde okunabilmektedir. Çünkü patronun teklifi, Sandra’yı, yeniden yetenekli/kapasiteli
bir ekonomik özne konumuna yükseltmiş,
insan sermayelerin rekabetini bildiren öz- takdir/değerlendirme
(self-appreciation) (hem psikolojik hem de ekonomik anlamda ele alınmalı)
mantığını tazelemiştir. Başka bir deyişle,
bu red, neoliberal kendini-fedanın (self-sacrifice) bir biçimi olarak
okunabilir. Patronun teklifi, patronun gözünde onun hala yatırıma değer, “değerli”
olduğunun bir delilidir ve Sandra kendini takdire/kendine güvene yeniden
başlamıştır. Sonuç olarak, onun başarısızlığında bile, ”insan sermaye rekabeti”nin
gerçekliği devam eder ve onu kendine tabi kılar. Dardenne kardeşler, bilerek
veya bilmeyerek, neoliberal yönetişimselliğin ve insan sermayenin “normalleştirilmesi”
hakkında bir hikaye anlatmaktadır. Sandra’nın başarısızlığı ve reddi, benzer
biçimde, toplumsal sorumluluk ve dayanışmanın düşüşünü ve rekabetin, neoliberal
zaman güvencesizliğinin bir karakteristiği olarak öz-sorumluluğun
(self-responsibility) yükselişini göstermektedir (Watkins, 2016).
Deregülasyon
ve bireysel seçime dayanan neoliberal paradigma -bu bağlamda kapitalizm-
temelli analiz yapan Benedicte Vidaillet (2016), Watkins’in aksine,
Sandra’nın değil, iş arkadaşlarının seçimine odaklanır ve şu soruyu sorar: “Dardenne kardeşlerin filmindeki “şiddet”,
zaten korunmasız durumdaki bir arkadaşlarını kurban vermeyi isteyen
karakterlerden mi, yoksa, herkesin sonuçta bir şeyler kaybedeceği imkansız bir
seçim yapmaya zorlayan sistemden mi kaynaklanmaktadır? “Vidaillet
bu soruya, Žižek’e başvurarak, “şiddet”
kavramı üzerinden yanıt arar. Buna göre, subjective
şiddet, daha çok fiziksel ve belirli fail veya faillere (Devlet, gruplar vb.)
kolaylıkla atfedilebilirken; objective
şiddet, belirli/belirlenebilir fail veya faillere, onların şeytani niyetlerine
atfedilemeyen “sistemik”, anonim bir şiddettir. Sistemin içinde hemen hemen
görünmez ve sinsi biçimde bulunan objective
şiddet, küresel kapitalizmle birlikte, toplumda merkezi bir yer işgal eden
konuma gelmiştir (Vidaillet, 2016).
Sonuç
olarak, filme geniş bağlam üzerinden, neoliberal paradigma temelinde yaklaşan
incelemeler, gerek Sandra’nın, gerekse iş arkadaşlarının davranışlarını,
bireysel seçim veya “dayanışma/dayanışmama” olarak okumamışlar, bunun yerine
sistemi, davranışların gerçekleştiği bağlamı esas almışlardır. Bu bağlamın
filmde yeterince verilip verilmediği hakkında, yönetmenlere yönelik olumsuz bir
eleştiride de bulunmamışlardır. Bağlamı hatırlatan Joanne Laurier’in (2015)
eleştirisiyse, doğrudan yönetmenlere yönelir. Laurier için film, vakayı, kaçınılmaz
biçimde küçülen bir ekonomi içinde, işçilerin dayanışma ve incelik/nezaket
göstermeleri gereken bir çerçeve içinde ele almakta; bu yenilgi stratejisi, dünyada,
sendikacılar ve “sahte sol” aktivistler tarafından savunulmaktadır. Filmde
olmayan, hem iş kaybı hem de ikramiye kaybına aynı zamanda karşı çıkma fikri ve
işçi sınıfının toplumu aşağıdan yukarıya değiştirme güç ve kabiliyetidir.
Yönetmenler bugün dayanışmanın yokluğundan ve anti-sosyal davranışın
yükselmesinden rahatsız olmakta haklı olsa da, işçi sınıfını bu durumu sokan,
küresel sermayenin ağzına atan, atmaya devam eden güçleri sorgulamamaktadırlar.
Bu filmle kardeşler, “direnişin”in en az olduğu bir yolda yürümeye; paylarına
düşenin sürekli küçüldüğü bir dünyada işçilere, “kibar/anlayışlı davranma (civility)”yı tavsiye etmeye devam etmektedirler
(Laurier, 2015).
Gerek Laurier’nin eleştirisi, gerekse de
“bağlam” temelli diğer incelemeler; “bağlam”ın içindeki özneye, ne derece/hangi
düzeyde “bağlı/bağımlı” bir faillik atfettikleri üzerinden ayrıca
tartışılabilir. Laurier’nin “kibar/anlayışlı davranış” değinisiyse, adeta,
filmin “ahlaki seçim”le ilişkili olarak tartışılmasının bir kıvılcımı olur.
Ahlaki
Seçim
Sandra, film boyunca iş arkadaşlarını “ikramiye”
yerine “kendisinin işe dönmesi” lehinde oy kullanmalarına “ikna”ya çalışır.
Filmin sonunda, oylamanın sonuçlanması ve Sandra’nın kıl payı da olsa kaybettiğini
öğrenmesinin hemen ardından, patron onu ofisine davet eder. İlk olarak, işin 17
yerine 16 işçiyle yapılabileceğini, “fazlalığı” gördüğünü söyler; yine de iş
arkadaşlarının yarısını ikramiyeden vazgeçmeye ikna edebildiği için Sandra’yı
takdir eder. Ardından patron, Sandra’ya, birkaç ay içinde bir işçinin
sözleşmesini yenilemeyeceğini, kendisinin yeniden belirli süreli (fixed-term)
sözleşmeyle işine dönebileceğini belirtir. Sandra bu teklifi, “İşe dönebileyim
diye, birinin işten atılmasına izin veremem” diyerek geri çevirir. Patron
cevaben, bunun bir işten atma değil, sözleşmenin yenilenmemesi olduğunu ifade
eder. Sandra, ikisinin aynı şey olduğunu, patronsa olmadığını söyler ve diyalog
biter. Ardından, Sandra çantasını alarak odadan çıkar. Finalde; işini
kaybetmeyle karşı karşıya olduğu süreçte ağır bir bunalım yaşamış, intihara
bile kalkışmış, eşinin yüreklendirmeleriyle mücadeleye devam etmiş, nihayetinde
işini kaybetmiş, başkasının işini kaybetmesi pahasına işe dönmeyi reddetmiş
Sandra’nın yüzünde; her şeye rağmen pozitifliği, umudu simgeleyen bir gülümseme
görülür (Watkins, 2016).
Öncelikle, filmdeki “seçim” kurgusunun gerçek
hayatta da bir karşılığı olduğunu belirtmek gerekir. İşçilerin, patronlar
tarafından böylesi ikilemler içinde bırakıldıkları, problemi çözme konusunda
doğrudan sorumluluk yüklendikleri örnekler oldukça fazladır. Mesela Fransa’da
(2004) Alman Bosch grubu, işçilerinden, 400 işçinin atılması ile ücretlerin
düşürülmesi arasında oy kullanmasını istemiştir. Yasal olarak (National
Inter-sectoral Agreement, ANI, 2013) işverenlere; ücreti yükseltmeden çalışma
saatlerini artırma veya çalışma saatlerini düşürmeden ücrette kesintiye gitme
konusunda işçilerle müzakere yürütmeye izin de verilebilmektedir. 2015 yılında,
Smart fabrikası (Hambach, Moselle) yöneticileri, oylama yöntemiyle 800
çalışana, iş garantisi (işlerin 2020 yılına kadar garanti altına alınması)
karşılığında çalışma saatlerinin artırılmasını kabul edip etmediklerini
sormuştur (Vidaillet, 2016). Ancak, bütün bu örneklerdeki oylamalarda, filmdeki
gibi “bir işçinin işini kaybetmesi/kazanması” seçeneğine yer verilmediği, bunun
da önemli bir farklılık olduğu gözden kaçmamalıdır.
Filmde veya gerçek hayattaki bu “seçim”
durumları, bununla karşılaşan öznenin “özerk” olduğundan ve yaptığının bir
“seçim” olduğundan bahsedilip bahsedilemeyeceği sorusunu akla getirir. Özerklik
konusunda Heller’ın düşüncesi, bunun ancak “göreli” olabileceği şeklindedir.
Ona göre, bütün olası eylemlere gönderme yapan “özerklik” de, yalnızca ahlaki
içerikli ya da kökenli eylemlere gönderme yapan “ahlaki özerklik” de, ancak ve
ancak göreli olabilir: “Azami ahlaki
özerklik, göreli ahlaki özerkliktir, ama ahlaki özerkliğin olabilecek azami
derecesine ulaşmış halidir.” Seçim özgürlüğüyse, “A eylemini ya da B eylemini seçebileceğim anlamına gelir”. Seçeneklerin
her zaman sınırlı olduğunu kaydeden Heller; seçim alanı ister geniş, isterse
dar olsun, her olası örnekte belli bir seçim alanının varlığının kabul edilmesi
gerektiğini belirtir: “Çünkü seçim, bir
durum karşısında bizim tutumumuzun yarattığı şeydir. Durumumuzu ahlaki bir
durum olarak gördüğümüz sürece önümüzde seçim yapmamızı sağlayacak bir alan
açarız. Bunu daha dikkatlice ifade edecek olursak, durumumuzu ahlaki bir durum
olarak gördüğümüz sürece seçecek yeni bir alternatif tasarlarız.”
Ahlaki özerklik, Heller için, bir kişinin
geçerli olarak kabul ettiği normlara uygun eylem çizgisini seçme özgürlüğüdür.
Burada “seçim”, “kendini bağlamak” anlamına gelir: “Eğer ahlak varsa, belli bir oranda özerklik de vardır. Buradaki ahlak,
tek bir kişinin uygun davranış normları ve kurallarıyla pratik ilişkisinin
bireysel parçası olarak görülmektedir. Ahlak, zihinsel edimler ya da konuşma
edimlerinden çok eylemlerde açığa çıkar, nosyonuna kavuşur. Ahlak, yalnızca şu
ya da bu durumda değil, sürekli olarak normatif bağlılıklar üzerinden eylemde
bulunmaktır. Kısacası ahlak, ahlaki anlamı olan her eylemde oluşturulan,
korunan, genişletilen ve savunulan “ahlaki özerklik”ten başka bir şey değildir.”
Öznenin göreli özerkliği; failin, dışsal-içsel
etkilerin/sınırlamaların varlığına rağmen, göreli de olsa özerk eylemde
bulunabileceği kabul edildiğinde, filmdeki “seçim” durumlarında karakterlerin
göreli özerk olarak “karar” verdiği, bir seçim yaptığı söylenebilir. Dolayısıyla,
toplumsal bağlam, karakterlere eylemlerinden/seçimlerinden dolayı belirli bir
sorumluluk yüklemeye engel teşkil etmez. Luc’un sözünü ettiği, “borç içinde
olmak” vb. baskılar, “seçim”i belirleyen değil, etkileyen faktörler olarak
dikkate alınabilir/anlaşılabilir. Ancak bu durumda da, sormamız gereken ikinci
bir soru daha vardır: Filmdeki seçimler, “ahlaki seçim” olarak
nitelendirilebilir mi? Başka bir deyişle, bu seçimlerin “ahlaki bir norm”la
ilişkisi var mıdır?
Heller, eylemdeki özgürlük ya da belirlenim
sorununun ancak ahlakın bakış açısından gündeme getirilebileceğini savunur.
Seçime açık, dolayısıyla karar verilebilir bir şey, ahlaki anlam taşıyan bir
seçim olmalıdır. Ancak iki ayrı ahlaki seçenek varsa “ahlaki bir seçim” söz
konusudur: “Bir kişi tek başına kendi
çıkarını gözetiyorsa ve acıma, duygudaşlık gibi ahlaki temayüllerini sürekli
bastıracak kadar güçlü bir istence sahipse, bu fail ahlaki olarak değilse bile,
göreli olarak özerktir.” Her şeyden önce, Heller için, “ahlaki durumda
seçim” ile “ahlaki seçim”in farklı anlamlara geldiğinin belirtilmesi gerekir.
Her seçim, ahlaki bir seçim olmadığı gibi, ahlaki durumda seçim de değildir.
Durumun “ahlaki bir durum” olmasıyla/görülmesiyle, diğer bir ifadeyle, “ahlaki
bir norm”la ilişkili/ilişkilendirilebilecek bir durumda seçim; ahlakla ilgili
hale gelir, “ahlaki bir durumda” seçim olur. Ahlaki seçimse, iki ayrı ahlaki
normun söz konusu olmasına, başka bir deyişle, ahlaki çatışma durumuna
göndermede bulunur.
Bu bağlamda, filmle ilgili olarak, “seçim”
durumlarında karakterlerin “ahlaki bir durum”la karşı karşıya olup olmadıkları,
seçimlerini “ahlaki bir durumda seçim” olarak algılayıp algılamadıkları sorusu
ortaya çıkar. Farazi durumlar, ahlaki bir normla ilişkili midir, ilişkiliyse bu
hangi normdur? Filmi yorumlarken çokça referans alınan temel bir kavram olarak
“dayanışma”, ahlaki bir norm olarak kabul edilebilir mi? Yoksa iki ahlaki norm
arasındaki bir seçimle, “ahlaki seçim“le mi karşı karşıyayız? Bu sorulara yanıt
ararken, “iyi olmak” üzerine de düşünmemiz gerekir mi? Heller’ın “Kötü, göreli özerk de görülebilir, ama
ahlaki olarak özerk görülemez. Ahlaki özerklik tanımı, iyi (dürüst) insan
tanımıdır.” sözleri bize, “iyi olmak” hakkında da düşünmemiz gerektiğini
ima eder.
İyi
Olmak
“İyi insanlar”, “iyi karakterler”, “erdemli
kişiler”; her şeyden önce ahlaki olarak özerk kişilerdir ve bu insanların
koşullar, ham fikirler, kendi tutkuları ve eğilimleri tarafından
güdümlenmeyeceğine güvenilir: “Onların
belki bütün ahlaki eylem ve seçimleri değil ama, en belirleyici eylem ve
seçimlerinin iyi olduğunu ve olacağını varsayarız. Başka bir ifadeyle, onlar,
ahlaki karakterleri tarafından belirlenecektir. Ahlaki olarak özerk insanlar,
toplumsal kısıtlamalara meydan okuyan insanlardır. Onlar, toplumsal tahakküm ve
iktidarın meşruluğunu boşa çıkarır. Onlar, direnişin gerçek kahramanlarıdır. Ahlaki
özerkliğin, her şeyden önce pratiğe dönük olduğunu ne kadar sık vurgulasak
yeridir. Çünkü her türlü eylemden feragat ederek (salt) düşüncede iyilikten
yana olmak, belki cazip gelebilir ama ahlakla ilgisizdir (adiaphoric).”
(Heller, 2006)
İyi insanların olduğunu, normlar ve erdemler
değişse de, iyi ahlakın ölçütlerinin her zaman aynı olduğunu, kötülüğün aksine
böyle bir iyiliğin genel bir formülle tanımlanabileceğini ifade eden Heller, Platon’a
başvurur: “Bir kişi başkalarına yanlış
yapmaktansa o yanlıştan dolayı acı çekmeyi tercih ediyorsa iyi insandır. Yanlış
yapmaktansa, yanlıştan dolayı acı çekmenin daha iyi olduğu öncülü kanıtlanamaz.
İyi insanların böyle bir kanıta ihtiyacı yoktur.” Bu iyilik tanımı, başkasına
karşı hiçbir biçimde yanlış yapmamanın yanında onun iyi olmasını desteklemeyi
(görev-ötesi iyilik) veya diğerkamlığı kapsamaz: “İyi insanlar, yanlış yapmak önlerindeki tek alternatif olmadıkça,
yanlıştan dolayı acı çekmeyi tercih etmezler. İyi insanların diğerkam olmak
gibi bir arzuları yoktur, onlar sadece doğru ve dürüsttürler.”
Yanlış yapmaktansa, yanlıştan dolayı acı
çekmeyi tercih eden “iyi” insan, neyin “yanlış” olduğu üzerine de fikir sahibi
olmalıdır. Heller, yanlış yapmanın, ahlaki değerleri ya da normları çiğneyerek
acı vermek ve yanlış yapmaktansa yanlıştan dolayı acı çekmenin de, ahlak
normlarını ve değerlerini çiğneyen insanlar yüzünden acı çekmek olduğunu belirtmektedir.
Öyleyse, yanlış yapmakla yapmamayı ve yanlıştan dolayı acı çekmekle yanlış
yapmaksızın acı çekmeyi birbirinden ayırmak için bir kılavuza ihtiyacımız
vardır. Eğer elimizde böyle bir kılavuz yoksa, böyle kılavuzlar
hazırlayabilmeli ve onlara uyabilmeliyiz. Nihayet, bireyin soyut normları yeniden
yorumlama ve böyle yorumlanan soyut normlar açısından bakarak, o zamana kadar
geçerli somut normları geçersiz görüp reddetme özgürlüğü vardır. Birey, “iyi
olan şu değil, budur” gibi yeniden değerlendirici ifadeleri telaffuz edebilir
ve bu ifadenin doğru olduğunu iddia edebilir.
Heller, kılavuz meselesinin, diğer bir
ifadeyle nasıl davranmamız, nasıl yaşamamız gerektiği sorusunun ancak ahlak
felsefesi tarafından sorulabileceğini ve yanıtlanabileceğini ifade eder ve
kendi kılavuzunu oluşturmayı dener. Öncelikle, “yüce” normların (genel,
evrensel olanlar) ahlaki önceliklerin belirlendiği durumlarda doğru bir
“öncelik” belirleme fırsatı sağladığını belirten Heller, “araç-amaç” formülünün
evrensel düstur olarak kabul edilebileceğini söyler: “Başka insanlara asla sırf araç olarak davranmamalı, kendi içlerinde
amaç olarak da davranmalıyız.” Heller buna, kendi önerdiği birincil (üç
yasaklayıcı ve dört emredici) düsturları ilave eder. Birincil düsturlarla
çelişmemek kaydıyla herkes, pek çok ikincil düstur formüle edebilir. Birisi,
ihtiyacı olan herkese yardım etmeyi, diğeri, yardımı hak eden herkese yardım
etmeyi eyleminin düsturu olarak seçebilir. Ancak birincil düsturlarla çelişen
ikincil düstur seçemeyiz. Örneğin, kendimizi feda etmeyi bir evrensel düstur olarak
seçemeyiz, çünkü bu birincil olan “tüm insan ihtiyaçlarını tanı” düsturuyla
çatışır. Çünkü tüm insan ihtiyaçlarına, kişinin kendi ihtiyaçları da dahildir.
Heller’ın ahlak kuramı, hepsi, evrensel
yönlendirici ilke “ötekilere özen göster” ve onun negatif formülü “bilerek
başkasına kötülük yapma”nın yorumlanması ve somutlaştırılması olan, az sayıda
(evrensel) yönlendirici ilkeye dayanmaktadır. Bu ilkeler arasında, filmdeki
seçim durumlarıyla bağlantı kurulabilecek olan “ötekinin ıstırabına saygıda
kusur etme” ilkesini Heller, “ötekinin ıstırap çektiğini fark etmek” ve
“başkalarının ıstırabını azaltmak için elinden geleni yapmak” şeklinde ikiye
ayırır. İlkenin ikinci kısmına göre doğru bir kişi, kendisine güvenen
insanların ıstırabını azaltmak için elinden geleni yapmalı; telafi edilebilir
ıstırapları azaltmak için zamanı, parası ve enerjisinin belli bir kısmını
ayırmalıdır.
Bu durumda, filmdeki birinci seçim dikkate
alındığında, ıstırap çekenin Sandra olduğu ve “doğru” davranışın, bu ıstırabın
fark edilmesini ve ıstırabı azaltmak için “zaman, para ve enerjinin” belli bir
kısmının ayırılmasını gerektirdiği düşünülebilir. Sandra’nın ıstırabının
kaynağı işini kaybetmesi, bu ıstırabı azaltmanın yolu da onun işe geri
dönmesine yardım etmekse, iyi kişiye düşen, oylamada, ikramiye yerine “işe
dönüş”ü tercih etmek, bu yönde “seçim/karar” verip oy kullanmak olmalıdır.
Fakat bunun, “tüm insan ihtiyaçlarını tanı” evrensel düsturuyla çeliştiği de
iddia edilebilir. İyi kişinin diğerkam olmadığının Heller tarafından sık sık
vurgulandığı göz önüne alındığında, ikramiyeden vazgeçmenin diğerkamlığa
girdiği, başka bir deyişle görev-ötesi bir iyilik olduğu savunulabilir. İyi
insandan, kendi çıkarını göz etmemesi beklenmez ama bu iddia, “çıkar/menfaat”
nedir sorusunu gündeme getirir.
Menfaat
Heller, dünyanın kötülükleri tartışıldığında
ve İlk Günah ve doğal saldırganlığımıza ilişkin konular tüketildiğinde, sonraki
kozun kesinlikle doğuştan ben-merkezli oluşumuz olacağını belirtir. İnsanlar
kendi çıkarlarını takip ederler, zararlarına olanı değil, faydalarına olanı
yaparlar ve bunda bir kötülük yoktur. Ama onlar, çıkarlarının nerede yattığını
nasıl bilebilirler? Her şeyden önce, geçmişlerini bilebilen insanlar,
kararlarının sonucu söz konusu olduğunda kesinlikle karanlıktadırlar. Diğer bir
ifadeyle, insanlar neyin çıkarlarına olduğunu bilemezler, çünkü geleceği,
kararlarının sonucunu öngöremezler. Öyleyse, esasen insanları, yapabilecekleri
ve yapmaları gereken bütün iyi şeylerden uzak tutan “kendi çıkarları” değildir.
Heller’a göre bunun sebebi daha ziyade korkaklık, saf çıplak korkudur: “Biz insanların, servet, pozisyon, ün, inanç,
iman, bize yakın olan biri ya da başka bir şey; her ne ise elde ettiğimiz her
şeyi kaybetme korkumuzdur. Keşke işlerin çok kötüye gitmeyeceğini, en azından
hayatta kalacağımızı bilsek, ama bilemeyiz. Bu yüzden en kötüsünü hayal ederiz
ve elimizi bırakmayız. Bütün ahlaki seçimler; iletişim, karar ve düşünümsellik
sürecinde meydana gelir. Bu tür bir seçim doğası gereği pratik değil
kuramsaldır. Doğru kişi doğru olanı yapmak (veya yanlış olandan kaçınmak)
gerektiğinde cesarete ihtiyaç duyar. Doğruluk erdemleri ve cesaret erdemi
farklı türlerdendir, ancak doğru erkek ve kadınların kişiliklerinde içkin bir
şekilde iç içe geçmiştir. Ahlaki cesaret hareketi kendini kurban etme
hareketiyle aynı değildir.”
Burada Heller, insanların, kendi çıkarlarını
düşünmekten ziyade, elindekini kaybetme korkusuyla doğru davranış
sergilemediğini savunurken, daha çok “eyleme geçmeyen” özneyi düşünür,
“eylemli” hatta “cesaretle” çıkarının peşinde koşan, bu uğurda riskleri göze
alan faili hesaba katmaz. Diğer bir ayrım da, çıkarını gözetmekle, çıkarını her
şeyin üzerinde tutmak arasındadır ve ikincisinin ahlaki olmadığı kabul edilebilir.
Eğer filmdeki “ikramiye” tercihi, “kendi çıkarını her şeyin üzerinde tutmak”
olarak görülürse doğru davranışın tesbiti bakımından sorun çözülür. Aksine,
çıkarını gözetmek olarak kabul edilirse, “tüm insanların ihtiyaçlarını tanı” ve
“ıstırabı azaltmaya yardım et” normları arasında bir ahlaki çatışmanın var
olduğundan söz edilebilir. Böyle bir durumda daha genel, soyut, üst bir norma,
bir evrensele başvurmamız gerekir ancak Heller’ın önerdiği düstur ve
yönlendirici ilkeler bu konuda bize yardımcı olmaz. O zaman, hangi ilkeye
aykırı hareketin daha fazla ihlal olduğu, hangisinin sonuçlarının daha ağır
olacağını dikkate alarak çatışmayı çözmeye çalışmaktan başka yol kalmaz.
İkramiyeden vazgeçmekle, işini kaybetmenin bedeli kıyaslanmalı, ayrıca “tüm
insanların ihtiyaçlarını tanı” ilkesinin sadece “kendi ihtiyaçlarını tanı”
anlamına gelmediği, dolayısıyla Sandra’nın ihtiyaçlarının da bu ilke kapsamına
girdiği hesaba katılmalıdır. Bütün bunların yanında, Heller, ahlaki çatışma söz
konusu olduğunda, doğru davranışı, “sistem”i de hesaba katarak yalnızca
“seçim”e yönelik davranışla sınırlandırmaz.
Eylem
Kurumsal “ethos”la genel ethos arasında bir çatışma algılayan,
kurumsal “ethos”ta ahlaki yanlışlık, tutarsızlık gören doğru kişi ne yapabilir?
Heller bunu şöyle yanıtlar; 1) kurumu terk edebilir, 2) kurumda kalır ve
belirli kurallara meydan okuyarak ahlaki tutarsızlıkları ortadan kaldırmaya
çalışabilir (emirlere uymayarak veya emir vermekten kaçınarak) 3) kendi
durumuna benzer durumda olanlara dönüp onları kolektif eylemin gerekliliği
konusunda ikna etmeye çalışabilir. Üçüncü seçenekte, kolektif eylem çağrısına
cevap coşkuluysa ve çağrılanlar çağrı konusu kuralın “adil” olup olmadığını
daha önce sorgulamışlarsa ahlaki risk yoktur. Aksi durumda, kolektif eylem
henüz şüphelenilmemiş bir kurala karşı önerildiyse ve eylemi başlatanlar
aslında böyle bir eyleme katılmaya hiç niyeti olmayan kişileri kendi yanlarına
çekmek için çaba harcıyorsa ahlaki risk çok yüksek demektir. O zaman bu tür
edimler veya inisiyatif almalar ahlaki yönelimin genel ilkesiyle (başkasının
özerkliğine özen göster) çelişir (Heller, 2006).
Doğru kişi için dördüncü bir seçenek daha vardır
ve Heller için bu en uygun hal tarzıdır. Doğru kişi ne kurumu terk eder, ne
gizlice kurallarını ihlal eder ne de kolektif bir eylemin düzenleyicisi olur. Bunun
yerine, kamuya başvurabilir ve geçerli olan normların ve kuralların belli bir
grubuna karşı, hem onların değişiminin gerekliliğini önererek hem de değişimin
yönünü tayin ederek, argümanlar sunabilir.
Buraya kadar, filmdeki seçim durumlarında
bırakılan failler üzerinden yürütülen tartışmanın odağı, bu noktadan sonra,
bizzat seçim durumuna, bu durumu yaratan faile kayar. Artık söz konusu olan,
ahlaki bir durumdaki faillerin seçimi değil, durumun ahlaki olup olmadığıdır.
Bu perspektiften bakıldığında, filmdeki ne seçime zorlanan işçilerin, ne de
seçimin konusu yapılan Sandra’nın, durumun ahlakiliğini sorgulamadıkları,
kurumsal ethos ile ahlaki bir çatışma içine girmedikleri görülür. Çünkü
yukarıda sıralanan eylem seçeneklerinin hiçbirini denememişler, “seçim”i veri
kabul edip, “evet veya hayır” oylarına kilitlenmişlerdir. Bu birinci seçim için
böyle olsa da, ikinci seçimde Sandra’nın, patronun yaptığı teklifi reddederek,
kurumu terk etme eylem tarzını benimsediği söylenebilir. Birinci seçimde sadece
iş arkadaşlarını iknaya çalışan, böyle bir seçimin nesnesi olmaya itiraz
etmeyen Sandra bu noktaya nasıl
gelmiştir?
Modernite
ve Varoluş Seçimi
Tarihsel olarak ahlakın iki yapısal değişim
geçirdiğini ileri süren Heller’a göre ilk yapısal değişim, bizatihi “ahlak”ın,
yani eylemi ve yargıyı düzenleyen iç ahlaki otorite olarak “pratik akıl ve
vicdanın” ortaya çıkışıyla meydana gelmiştir. İkinci (modern) yapısal değişimse,
ortak ethosun (Sittlichkeit) alansal ahlaki bölünmesi, gündelik hayat alanında
somut ahlak normlarının çoğullaşması ve belli değerlerin evrenselleşmesiyle
birlikte ortaya çıkar. İkinci değişime kadar, ahlak normlarının içeriği
değişmiş, “yanlış yapma”nın yorumu etrafında istisnai de olsa çatışmalar
yaşanmış olsa da; iyiliğin biçimsel yapısı değişmemiştir. Soyut normlar, erdem
normları ve en azından bazı somut normların ortak olması, değerler ve erdemler
hiyerarşisinin sabitliği; insanların başkalarına ne zaman zarar vereceklerini ve
ne zaman başkalarına yanlış yapmadan acı vereceklerini, ne zaman başkalarının
yanlışlığı yüzünden acı çekeceklerini ve ne zaman kendisine yanlış yapılmadığı
halde acı çekeceklerini bilmelerini sağlamıştır. Ancak moderniteyle birlikte
her şey değişir, çünkü değişime uğrayan yalnızca normların içeriği değil, aynı
zamanda ahlakın yapısıdır. Heller için, günümüzde, egemen anlamlı dünya
görüşünün (bilim) hayata ahlak normları sağlamakta yetersiz kalmasıyla gündelik
hayatın ahlaki içeriği zayıflamış, ortak bir ethos da yaratılamamıştır. Alana
içkin normların gündelik hayatı istilası ve gündelik hayatın ahlaki dokusuna
yıkıcı etkilerde bulunması tehlikesine ve bu tehlikenin arttığına dikkat çeken
Heller şöyle der: “Habermas’ın gündelik
hayatın gündelik olmayan alanlar tarafından giderek “sömürgeleştirildiği” tezi
bu eğilim ışığında anlam kazanıyor. Habermas’ın aklında özellikle siyaset ve
ekonomi alanları vardı ama Foucault ile birlikte bilim alanını ve sanat alanını
da listeye ekleyebiliriz.”
“Telos”u olmayan bir olasılıklar kümesi olarak
doğan, ortak ethosu olmayan bir “dünyaya fırlatılmış” olan modern kişi, olumsal
bir kişidir ve “varoluş seçimi”yle karşı karşıyadır: “Gündelik hayatta temel tutumun bir seçim meselesi olabilmesi ve bu
seçimin bir varoluş seçimi olması (bir tutumu seçerek kendimizi seçmiş oluruz)
modern bir fikirdir. Ahlaki olmayan fikirler ve yaklaşımlar tarafından
düzenlenen gündelik hayat tarzları mümkün olsa bile, tek bir varoluş seçimi
vardır; bu da kendimizi ahlaki varlıklar olarak seçmemizdir. Ama bir kere bu
seçimi yaptıktan sonra, kendimizi yalnızca gündelik hayat alanında değil, bütün
alanlarda da seçmiş oluruz.”
Kendilerini varoluş seçiminde iyi kişiler
olarak seçenlerin hepsi, seçmenin iyi veya kötü arasında seçim anlamına geldiği
kendilerine söylenene kadar bekleyemez ve “iyi ile kötü” arasında seçim yapma iradesini
gösterirler. Bir eylemi kafalarında tartarken veya eylemin gidişatı içinde,
kendilerine eylemin iyi ile kötü arasında bir seçimi ima edip etmediği sorusunu
yöneltirler ve “doğru ve yanlış” kategorilerinin kılavuzluğu altında olası tüm
eylemleri değerlendirirler. Karşılaştıkları durumu “iyiyle kötü arasında bir seçim” olarak gördüklerinde, iyinin seçimi, “olası
tüm seçimlerin çeşitleri üzerinde olduğu kadar amaçlar, çıkarlar, tutkular,
özel veya kamusal yararlar gibi başka bir seçimin yapılması nedenlerinin
üzerinde mutlak bir tercih halini alır”. Doğru kişiler, kendi iyiliği için
doğru olduklarında dahi, başkalarının da iyiliği için eylemde bulunur, hatta
bazen onlar için fedakarlıklarda bulunurlar: “Ne var ki, kendi iyiliği için doğru olan insanlar diğerkam da
değildirler, çünkü ne zaman başkalarının iyiliği için eylemde bulunsalar doğru
olmayı kendi iyilikleri için de sürdürürler. Böyle birisi, kendisinin iyiliği için
doğru olur ve sonuçta evrenselin koltuk değneğine kendisinin iyiliği için
başvurur.”
Sandra’nın
Seçimi
“Bir kişi, eğer yanlış yapmayıp
acı çekmektense başkalarına yanlış yapmayı (tutarlı bir biçimde ve sürekli
olarak) tercih ederse, bayağıdır (bad), kötü (evil) değil. Bayağı olmaya
yatkın, ama doğrudan bayağı olmayan insanlar, hiçbir tutarlılık
sergilemedikleri için, normalde içten de değildir. Böyle insanlar, kendilerinin
ya da başkalarının gözünde yaptıkları bayağı edimleri mazur gösteren iç ve dış
kısıtlamalara (koşulların baskısı ya da itkinin zorlamasına) gönderme yaparak,
iyi olduklarına inanmayı tercih ederler. Ama açık ki, ne koşulların baskısı ne
de içsel itkiler bayağı bir karaktere gerekçe oluşturmaz. Koşullar veya iç
itkilerin baskısı ancak kişi onların sorumluluğunu almazsa karşı konulmaz olur.”
Giriş kısmında, Sandra’nın seçiminin esas
alınacağı söylenmesine rağmen, tartışma, ağırlıklı olarak işçilerin yaptığı
seçim üzerinden yürüdü. Çünkü Sandra’nın reddi, birinci seçim deneyimi sonunda
ortaya çıkmıştı. Sandra, tüm çabasına karşın oylamada “ikramiye”ye yenik düşer,
“bir işe sahip olmamanın” ne demek olduğunu çok iyi bilen arkadaşları onun
ıstırabını gidermeye yardım etmek yerine “ikramiye”yi tercih eder ve bu deneyim
Sandra’nın kararını etkiler. Böylece kendi seçiminde artık o, ahlaki bir durum
karşısında olduğu, seçimin “iyi/kötü, doğru/yanlış” arasında olduğu bilincine
varmıştır. Yüzündeki gülümseme de bunun
bir ifadesi olarak okunabilir. Belki Sandra da, bu deneyimden önce, eğer
birinci seçimle karşı karşıya kalan işçilerin durumunda olsa, oylamada
“ikramiye”yi seçecekti. Ancak oylamayı kıl payı kaybettiğini hatırlarsak, bazı
arkadaşlarının ikramiyeden vazgeçmeyi göze alabildiklerini de unutmamış oluruz.
Onlar, Heller’ın dediği gibi, “iyi insan”ların var olduğunun kanıtları olarak
düşünülebilir. Belki Sandra, bu deneyimden sonra, yine aynı durumla
karşılaşırsa, bu sefer farklı eylem seçeneklerini deneyebilir, “ikramiye”
karşısına bir seçenek olarak konulmasına izin vermez.
Yönetmenler, öyle görmemiş/göstermemiş olsa
da, hem seçim durumları hem seçime zorlanan faillerin edimleri “normatif” olana
gönderme yapar. “Bir kişi her hakim somut
norma uymaz, ama yine de soyut normlar, değerler ve fikirler tarafından
yönlendirilir ve kendi vicdanının geçerli diyerek olumladığı somut normları
gözetir.” Gözetilen normun “dayanışma” olmaması, “dayanışma”ya ahlaki bir
bakış açısıyla yaklaşılmamasıyla da ilişkilidir. Bunun sonucunda, böyle bir
ahlaki norm yaratılamadığı gibi böyle bir amaç güdülmesi dahi söz konusu olmaz.
Neoliberal paradigmaya yapılan vurgular, onun normatif dünyasının yalnızca “feda/kurban”,
“kendini takdir” vb. üzerinden yürümediğini, aynı zamanda “fayda-maliyet”, “kar-zarar”
ve “kendi çıkarını gözetme” ile “kendi çıkarını her şeyin üstünde tutma”
arasındaki ayrımın silikleşmesinden beslendiğini hesaba katmaz. Ya da kendilerine
faillik atfedilmeyen özneleri çepeçevre kuşatan sistem tek sorumlu olur. Yine
de onlardan, “dayanışma”nın da ötesinde, kendilerini dava uğruna “feda” etmeleri
beklenir. Heller’ın söylediği gibi, cesur kişilerin iyi olduğu söylenemeyebilir
ama iyi olmak cesaret ister. Cesaret erdemine başvurulurken “ahlaki”lik gündeme
gelmez ama, “iyi olmak” üzerine düşünmek “ahlakçılık” eleştirisiyle bile
karşılaşabilir. Sonuç olarak, “iyi olan şu değil, budur” diyebilmek için, “iyi
olan şu değil, ama ne?” sorusuyla başlamak gerekmektedir.
Kaynakça
Agnes Heller, Bir Ahlak Kuramı, Ayrıntı, 2006
Alin Taşçıyan, İkramiye mi yoksa arkadaşının
işi mi?, Star gazetesi, 27 Aralık 2014, http://www.star.com.tr/yazar/ikramiye-mi-yoksa-arkadasimin-isi-mi-yazi-985165/
A.O.Scott, Specializing in
ordinary ordeals,SATURDAY-INTERNATIONAL NEW YORK TIMES
SUNDAY, OCTOBER 4-5, 2014 |
Benedicte
Vidaillet, Unplugged - Two days, one night, or the objective violence of
capitalism,.M@n@gement, AIMS, 2016, 19 (2), pp.127-132. <hal-01366763>
Bert
Cardullo (Ed.), Committed Cinema: The Films of Jean-Pierre and Luc Dardenne;
Essays and Interviews, Preface, Cambridge Scholars Publishing, UK, 2009
Joanne
Laurier, The Dardenne brothers’ Two
Days, One Night: Who should pay for the present situation?, 29 January
2015, wsws.org
John Caruana, The Dardenne Brothers and the
Invisible Ethical Drama: Faith without Faith, Religions 2016, 7, 43
Melina Gills, Book Review: The Cinema of the
Dardenne Brothers: Responsible RealismThe Cinema of the Dardennes Brothers:
Responsible Realism by Philip Mosley, Film Quarterly, Vol. 67, No. 1 (Fall
2013), pp. 82-84 Published by: University of California
Robert
E. Watkins, “Turning the Social Contract Inside Out: Neoliberal Governance and
Human Capital in Two Days, One Night”, For Presentation at the Annual
Meeting of The Western Political Science Association San Diego, California,
March 24-27, 2016
Sarah Cooper, Mortal
Ethics: Reading Levinas with the Dardenne Brothers Film-Philosophy, 11.2
August 2007
Yoann Bazin, Why don’t employees collectively rebel
against organizational injustice?, Voices - Two days, one
night! M@n@gement, vol. 19(2): 124-151