Nuri Bilge Ceylan’ın bol temalı Kış
Uykusu (2014) isimli filmi, belki de en çok “aydın” teması üzerinden
yorumlandı/değerlendirildi. Senaryosunun temelini Çehov’un Karım ve İyi İnsanlar
öykülerinin oluşturduğu ifade edilen[1]
filme, kimi değerlendirmelerde, aydın temasına ilave olarak “vicdan,
hayırseverlik, pişmanlık, gurur ve kibir” gibi kavramlar üzerinden yaklaşılarak
filmin bu kavramları incelediği dile getirildi.[2] Bu yazıda Kış
Uykusu filmine, ne “aydın” ne de genel olarak “kavramlar/değerler” veya
“çatışma/çelişki” temaları üzerinden değil; bunun yerine, “vicdan” temasını ve
Agnes Heller’ın “vicdan”a ilişkin düşüncelerini esas alan bir yaklaşımla
bakılmaya çalışılacak. Belki de, film üzerinden/vesilesiyle “vicdan”a
ilişkin/yönelik bir bakışın sözün konusu olacağını söylemek, daha doğru bir
ifade olabilir.
Aydın
Ahmet Haluk Ünal’a göre filmdeki temel karakter olan Aydın (Haluk
Bilginer), “kasabalı bir yarı münevver olan Cumhuriyet aydınının da nitelikli
bir temsili ve çürümesinin/ölümünün
imgesi” olarak başarılı biçimde kurulmuş.[3] Bu
yorumdaki “kasabalı yarı münevver” nitelemesi Alin Taşçıyan’ın
değerlendirmesinde “ataerkil toplumun yarı aydını”na dönüşür ve film bu “yarı-aydın”ın
“feodaliteden hiç kopmayan iktidar algısını eleştiren çok katmanlı” bir metin
olarak okunur.[4]
Filme “aydın-halk arasındaki kopukluk” ekseninde yaklaşan yorumlarda çok
sayıda olumsuz özellik “aydın”a yakıştırılarak, filmin aydını bu özellikleri üzerinden eleştirdiği savunulur. Bu bakış
açısına göre filmde; topluma sırtını dönen, kendine benzemeyene yüksekten
bakan, ötekileştirdiğini böcekbilimci gibi inceleyen, kültürel anlamda kendisinden aşağı gördüğü insanlarla yüzleşmekten/gerçek
bir iletişim kurmaktan kaçan, etliye sütlüye dokunmamak için çabalayan, cesur
gibi görünüp esasen çıkarına gelmeyecek bir davayı savunmaktan da imtina eden aydının kibirliliği, yalnızlığı, zavallılığı ve aşağılayıcı/elitist
düzen adamı olması anlatılmaktadır.[5]
Filme yönelik bu “aydın temasından hareket eden bakış” karşısında
yönetmen (Ceylan), “Aydın” karakterine bir ‘aydın’ olarak bakmak
istemediğini, karakterin ismini Aydın koyduğuna da biraz pişman olduğunu söyler,
filmin ‘o karakter üzerinden aydın meselesine bakıyoruz’a indirgendiğini
belirtir: “Ben filmle ilgili çıkan
yazılardaki kadar acımasız bakmıyorum Aydın karakterine, hatta onu anlıyorum.
Kendimi dışta tutarak bakmıyorum ona. Biraz fazla ötekileştirmeye yönelik bir
bakış görüyorum genellikle filmle ilgili yazılarda. (…) Aydın’ı tümüyle negatif
görmüyorum, hepimizden izler taşıdığını düşünüyorum. (…) Aydın’la ilgili
gerçekten kötü olan şey nedir, söylerseniz, ben o konuda muhtemelen Aydın’ı
savunabilir, onun avukatlığını yapabilirim. Yaptığı çoğu şeyi, uygun şartlar
oluştuğunda benim de, sizin de yapabileceğinizi savunabilir, hatta
kanıtlayabilirim belki… Henüz hayatında öyle bir durumda kalmamış olman bunu
yapmayacağın anlamına gelmez. (…)Aydın karakterine bir ‘aydın’ olarak da bakmak
istemiyorum aslında. İsmini Aydın koyduğuma da pişman oldum biraz. O zaman ‘o
karakter üzerinden aydın meselesine bakıyoruz’a indirgeniyor film. Öyle değil.
O bir karakter; hepimiz gibi iyi ve kötü tarafları olan bir insan. (…) Ben
Aydın’ı temelde iyi bir insan olarak görüyorum ve öyle çektim. Ama yanlış
anlaşılmasın. Bu bizim onu, sinir olduğumuz veya eleştirdiğimiz bir yığın
özellikle donatmadığımız anlamına gelmiyor. Sadece bu negatif özelliklerden
kendimizin muaf olduğunu düşünmemize neden olacak formülasyonlara bu kadar
kolay girişmeyelim. Dediğim gibi ona sevgi göstermediğim gibi, onun için sevgi
ya da şefkat de talep ediyor değilim.”[6]
Öte yandan, yönetmenin Aydın’ın şahsında eleştirel bir aydın
portresi çizdiğini reddeden sözleri, Coşkun Liktor’un değerlendirmesine göre,
Aydın’ın, adının da imlediği gibi, halktan kopuk küçük burjuva aydınını temsil
eden bir karakter olarak okunmasının önünü kapatamaz. Liktor için film, “Aydın
karakterine odaklanarak kış uykusuna yatmışçasına gerçeğe gözlerini kapatmış,
kendi narsistik, korunaklı hayatlarının çıkışsızlığı içinde debelenmeye mahkûm
küçük burjuvaların öyküsünü anlatırken ister istemez toplumsal bir alegori de”
sunar. Ayrıca Ceylan, Aydın karakterini tümüyle negatif görmediğini, aksine
hepimizden izler taşıdığını belirten sözleriyle “Aydın’ın narsisizmi, büyüklenmeciliği,
dış dünyada olan bitene duyarsızlığı gibi olumsuz özelliklerinin Aydın’ı
marjinal kılmadığını, aksine onun bu olumsuz özelliklerinin herkese, ama en
başta ait olduğu toplumsal sınıfa mal edilebileceğini bir anlamda kabullenmiş” olmaktadır.[7]
Zeki Demirkubuz’un Bulantı
(2015) filmine yönelik bir eleştiri yazısındaysa, -Nuri Bilge Ceylan da
kastedilerek- her iki yönetmenin de son filmlerinde kendi hezeyanlarından yola
çıkarak aydın sorununa değindiği, aydın sorununun bir karakterin kişisel
buhranlarına indirgenerek sorunun bütünlüğünden koparılıp çarpıtıldığı ve gerçek
dışı bir hale getirildiği görüşü savunulur. Bu değerlendirmeye göre piyasa
baskısıyla gericileşen aydın, bu yönetmenlerin kendi bünyelerinde vücut bulmuş
haldedir: “Türkiye, sanatın ilerici
damarının etkisiz hale getirildiği uzun bir süreci yaşadı ve halen yaşamakta.
Önümüze sunulan bu sinema anlayışı bu sürecin ürünüdür. Ancak işte tam da böyle
bir süreç sanatçının kendisini göstermesini, toplumu ileri taşıma görevini
üstlenmesini gerektirir.”[8]
Özetle filmdeki Aydın karakteri üzerinden filmin tüm olumsuz
özellikleriyle Türkiye’deki “aydın”ı masaya yatırdığına; onu Cumhuriyetin,
ataerkil toplumun kasabalı bir küçük burjuva yarı-aydını olarak eleştirdiğine
yönelik değerlendirmeler yapıldığı söylenebilir.
Kavramlar
Kavram eksenli yorumlara göre Ceylan, Kış
Uykusu filmiyle, özellikle Rus edebiyatının temel dertlerinden biri olan erdem,
vicdan, insanın bilinmez yanları gibi meselelere değinerek daha çok Avrupa
sinemasına yakınlaşmış[9], diğer
Ceylan filmlerinin aksine, sıkıntılarını ya da çelişkilerini farklı formlara
sokarak dillendiren, hatta karşısındakinin suratına kusmaktan çekinmeyen
karakterleri bir araya getirmiş, dolayısıyla özcü bir önermede bulunarak insanın özüne atfedilen bu çatışma durumunun her bireyde farklı
çelişkiler halinde tezahür ettiğini göstermiştir.[10] Bir
başka yorumda Ceylan’ın sadece bu filmde değil bütün filmlerinde
insan varoluşunun çatışma halindeki evrensel gerçekleriyle ilgilendiği savunulmakta,
Kış Uykusu
filminde başkarakter Aydın’ın şahsında, evrensel bir konu olarak, ”bireyin kendini gerçekleştirememe trajedisi”ni
izlediğimiz öne sürülmektedir.[11]
Yönetmense, “gururu, onuru, bu kavramların gerçek anlamlarını
kurcalamak istedik” sözleriyle “kavramlar/değerler” eksenli yorumlara, “aslında bütün karakterlerin zaafları ve birbirlerine
yaptıkları haksızlıklar ortaya çıkıyor filmde” sözleriyle de “çatışma/çelişki”
eksenli değerlendirmelere destek sunmakta[12]; asıl meselesinin “insan denilen muammayı ve onun bağlı
olduğu daha da büyük muammayı anlamlandırmaya çalışmak” olduğunu söylemektedir [13] : "İnsan çok karmaşık (complex) bir yaratıktır. Bu karmaşıklığı olduğu
gibi göstermek istedim. Hepimiz karmaşığız. Bir gün - bu çok iyi bir adamdır -
diye düşünürüz. Ancak ertesi gün o kişi çok zalim olur. Mesela, babam. Herkes
onun çok iyi bir adam olduğunu düşünüyor. Ama annem için o bir baş belası.
Sadece annem için."[14]
Muamma ve/veya Gerilim
Ceylan’ın filmlerinde bir yandan insanın doğası gereği
karmaşık yapısını çözme ya da çözememe işini izleyiciye bıraktığı, öte yandan taşra,
yalnızlık, uzaklık, adalet ve vicdan kavramlarını derinlemesine irdelediği öne
sürülür.[15] Bir
başka deyişle yönetmen, söz konusu kavramlar üzerinden insanın çelişkili
doğasına işaret etmekte, Kış Uykusu
filmi için söylediği “aslında bütün karakterlerin zaafları ve
birbirlerine yaptıkları haksızlıklar ortaya çıkıyor filmde“ sözleriyle de
göndermede bulunduğu gibi, karakterlerin ikircikli tutumlarını göstermeye
çalıştığını belirtmektedir: ”Aydın kadar
karısı ya da kız kardeşi için de geçerli bu. Aynı şekilde imamın da
ikiyüzlülüğünü görüyoruz örneğin. Nihal’in parayı vermeye gittiğinde ağzının
payını alması, Necla’nın Aydın’la tartışmasının sonunda durduğu yer… Film, karakterlerin
zaaflarını yüzlerine çarparak bitiriyor öykülerini…”
Sözlerinin devamında Ceylan,
gururu, onuru, bu kavramların gerçek anlamlarını kurcalamak istediğini
söyler ve bunu örneklendirirken kavramların durumsallığını ve bu durumsallıktan
kaynaklanan karmaşıklığını ve/veya ikircikli yapısını ima eder. Şöyle der: “İsmail (çocukla beraber) filmin en gururlu
insanı ama bu yüzden aynı zamanda en sorumsuz ve bencil insanı belki de. İmam
belki gururunu en ayaklar altına alan insan ama öte yandan en sorumluluk sahibi
olan. Bu kavramları başka şeylerle bir arada ele almak gerekiyor. “Ne gururlu
adam, helal olsun!” diye bakabilecek bir insan değilim. Hangisine daha çok
saygı duyarsın? Birinin paraları ateşe atabilme kahramanlığı göstermesine mi
yoksa Hamdi’nin gururunu hiçe sayıp annesine, ailesine bakıyor olmasına mı?
Gerçek fedakârlık hangisi? Gerçekten değerli olan hangisi? Hayat her
ayrıntısıyla insanı şaşırtıyor, peşin hüküm vermek kolay değil. Peşin hüküm
verebileceğimiz durumların içinde insanı şaşırtacak ayrıntılar olabileceği
kuşkusunu sürekli taşımamız gerektiğini düşünüyorum. Hayat beni devamlı böyle
durumlarla karşı karşıya bırakıyor. Taşradaki insanlar beni daha çok
şaşırtıyor.”[16]
Ceylan’ın “bu kavramları
başka şeylerle bir arada ele almak gerekiyor” sözleri, eylemlere yönelik daha
genel/hiyerarşik olarak üst norm arayışını/ihtiyacını, bu bağlamda Agnes
Heller’ın konuyla ilişkili sözlerini hatırlatmaktadır. Heller, eylem düsturlarının
evrensel (genel) geçerlilik iddiasında bulunabileceğini ve bulunması gerektiğini,
ama eylemlerin böyle bir iddiası olamayacağını ve olmaması gerektiğini
belirtir. Zira bütün eylemler somut olarak durumsaldır. Bir eyleme kalkışmadan
önce o durumun özgül koşullarının ayrımında olunmalı ve karar verme sürecinde
onlar hesaba katılmalıdır. Oysa Ceylan, yukarıda verdiği örneklerle, farklı
durumsallıklara tekabül eden eylemlerden hareket ederek eylem düsturlarına
ilişkin soru işaretleri yaratmakta; gururun gerçek anlamını kurcalarken
fedakarlık, saygı ve değerlilik gibi farklı kavramlara başvurmaktadır.
Yönetmenin insanı muamma
ve karmaşıklıkla nitelemesi ve bunu durumsallık üzerinden gösterme çabası;
insan doğasını ve bu doğanın karmaşık ve çatışmalı/çelişkili yapısını gündeme
getirir. İnsan doğası denen nosyonu çok biçimli, belirsiz ve ikincil
çağrışımlarla aşırı yüklü bir metafor olarak gören Heller, bunun yerine
insanlık durumu kavramını tercih eder. Yeryüzündeki insan hayatı kendini
evcilleştirme sonucu ortaya çıkmış; bu kendini evcilleştirme süreci boyunca,
içgüdü düzeninin yerine toplumsal düzen geçirilmiştir. Heller insanlık durumunu;
içgüdüsel düzenleme yerine toplumsal düzenlemenin geçmesi olarak, tarihsel bir
aralık koşullarında tarihselliğin belirlenmesi ve kendini belirlemesi olarak ve
gerilim içinde yaşama anlamında tarihsellik olarak betimler. Tarihsellik,
niteliği, niceliği ve mahiyeti değişse de her zaman gerilim ile doludur.
İnsanlık durumu böylelikle, gerilim içinde yaşama olarak da
somutlaştırılabilir. Varoluş gerilimi sabit bir zihinsel ya da bedensel durum
olarak değil, dar ya da geniş açılarla salınan sarkaç benzeri bir harekettir.
Bir salınım birleştirirken, diğeri ayırır: Örneğin, ötekilerle
özdeşleşme/ötekilerden farklılaşma, güvenlik arayışı/kişisel özgürlük talebi,
cemaatlere karışma/inziva arayışı tutum çiftleri… Heller’dan hareket
edildiğinde, karmaşık ve çatışmalı/çelişkili bir insan doğası yerine, toplumsal
düzenlemenin kaynaklık ettiği, farklı tutumların/davranış saiklerinin harekete
geçirdiği ve hep var olacak olan bir varoluş geriliminden söz edilmesi gerekir.
Bu, insanı karmaşık ve bilinmez bir yaratık olarak nitelendiren ve bu
karmaşıklığın/çatışmanın/çelişkinin çözülmesine imkan tanımayan bakış açısına
göre, -insanı anlamlandırmak bakımından- daha elverişli bir yaklaşım olabilir.
Yeniden Ceylan’ın “bu kavramları başka şeylerle bir arada ele almak
gerekiyor” sözlerine dönülürse, bu başka şeylerin ne/neler olabileceği
hakkında, belki de filmde irdelenen kavramlar arasında sayılan “vicdan”ın bir
adım öne çıkması, vicdanın ne olduğuna ilişkin bir soruşturma yol gösterici
olabilir.
Vicdan
Filme yönelik bir yorumda şöyle deniliyor: “Taşlar arasına sıkışıp kalmış karakterler,
kendileriyle, vicdanlarıyla, ne olduklarıyla, ne olmak istedikleriyle, dürüst
olmayan yanlarıyla hesaplaşıyorlar.”[17]
Böyle bir hesaplaşmanın en önemli kavramının vicdan olduğu kabul edildiğinde,
vicdanın ne olduğu sorusu ortaya çıkar. Agnes Heller[18],
genel olarak, ahlak çerçevesinde iki temel yapısal değişimin yaşandığını
savunur. Birincisi, yaklaşık üç bin yıl önce belli medeniyetlerde insan
davranışında utancın düzenlenmesi
ile vicdanın düzenlenmesi arasındaki
farklılaşma ile ortaya çıkmış; ikincisi değişimse, günümüzün yakın geçmişinde
ahlakın eş zamanlı olarak evrenselleştirilmesi, çoğullaştırılması ve
bireyselleştirilmesi ile meydana gelmiştir. Heller, utancı, dışsal ahlaki yargı
otoritesine müdahil olma anlamında tipik bir tepkisel-düşünümcü duygu olarak;
vicdanıysa, içsel ahlaki yargı otoritesine müdahil olma anlamında ve bağımsız
bir fail olarak değil, norm yaratımındaki bir katılımcı olarak ele alır.
Normlar ve kurallar bir
şeyi yapmamız ya da yapmamamız yönünde emir verdikleri ya da öneri getirdikleri
müddetçe kendiliklerinden ahlaki otorite
taşırlar. Eğer insanlar seçim yapmaksızın ya da çift-nitelikli düşünmeksizin
gruplarının ya da topluluklarının her somut normuna boyun eğiyorlarsa, ahlaki
otorite tamamen dışsal demektir.
Buradaki dışsal terimi bir içselleşme yokluğuna değil, normların otorite veren
içeriğinin kaynağına gönderme yapar. Her halükarda, ampirik bir insani evrensel
olarak utanç, benliğin dışsal yargı
otoritesinden (başkalarının gözünde) onay alıp almamasıyla ilgilidir. İster tüm
ötekiler, isterse yalnızca belli ötekiler olsun, ötekilerin sunduğu tanıma
benlik kuruluşunun temel direklerinden biri olduğundan, insanlar ellerinden
geldiğince utanç duyacakları şeylerden kaçınırlar.
İnsan, dışsal otorite
kadar içsel otoriteye de müdahil olur ve bu içsel ahlaki otoriteye müdahil
olmaya vicdan denir. Vicdan (conscience) sözcüğünün bilgiyle (con-scienta) bir ilişkisi vardır ve bu
da söz konusu ahlaki duygunun akılla malul olduğu anlamına gelir. Dışsal
otoriteye müdahil olmak öz olarak tepkisel olmak durumundadır, çünkü ötekinin
gözünün verdiği veya vermediği onaya göre gösterilen tepkilerde ortaya çıkar.
Bununla birlikte vicdan görsel değildir, bir iç sestir. Vicdan bize seslenir,
bizi uyarır ve tavsiyelerde bulunur; bizi ödüllendirir ve cezalandırır. Vicdan,
utanç ya da ampirik bir insani evrensel gibi doğuştan bir duygu değildir.
Bilişsel bir duygu, pratik akla (iç ahlaki otorite) müdahil olma olarak vicdan
ahlakla, pratik uygun aklın ortaya çıkışıyla birlikte görülür.
Özetle ahlak burada
bireyin doğru davranış normları ve kurallarıyla pratikteki ilişkisi, bireyin
pratiğe dönük tutumudur. Bu ilişkinin nesnel boyutu, dışsal ahlaki otorite
olarak doğru davranış norm ve kuralları; ahlaki tutumda harekete geçen pratik
akıl da içsel ahlaki otorite olarak tanımlanabilir. Utanç, dışsal ahlaki
otoriteye müdahil olma, vicdan da içsel ahlaki otoriteye müdahil olma olarak
tanımlanır. Ahlaki karar verme, ahlaki ilkeler ve fikirler, ahlaki duygular
doğrudan eylemde ya da yargıda bulunurken bu iki otoriteye başvurur. Dışsal ve
içsel otorite arasındaki denge değişebilir, biri daha ağır basabilir,
ilişkilerinin de yapısı değişebilir ama her iki otoriteye de başvurulmuşsa
ancak o zaman “ahlaki bakış açısı”, ahlak, etik hakkında meşru olarak tartışılabilir.
Heller, modern öncesi/geleneksel
toplumlarda içsel ahlaki rehberliğin genelde normların uygulanması, görev-ötesi
eylem ve normların yorumuyla sınırlı olduğunu ifade eder. İçsel otorite (pratik
akıl) ve otoriteye müdahil olma (vicdan) birbirini tamamlar, böylelikle de
dışsal otoritenin işlevini tümlemiş olurlar. Doğru davranışın norm ve
kurallarıyla bireyin pratikteki ilişkisi olarak ahlaktaki ilk yapısal değişim
bu ilişkinin, otoritenin farklılaşıp iç otoriteye dönüşmesi ve sonuçta ortaya
çıkan bu iki otorite biçimine (utanç ve vicdan) müdahil olmadaki farklılaşma
sürecinden geçerek, öznel yanının ortaya çıkışıyla olmuştur. Ahlaktaki ikinci
yapısal değişim iç ve dış otorite arasındaki artan dengesizlikten gelişmiştir.
Ama bu ikinci değişim tek yönlü değildir. Artan bu dengesizlik iki ayrı yapıyı
billurlaştırabilir. İç otorite (vicdan) eylem seçiminde ve insan davranışının
yargılanmasında nihai hakem olarak
hareket edebilir. İç otorite ayrıca bu konularda yegane hakem olarak da hareket edebilir. İç otoritenin ortaya
çıkışı, ahlaki ilerlemenin bir göstergesi olarak kabul edilebilse bile, eylem
seçiminde ve davranışı yargılamada yegane hakem olarak iç otorite ahlaki
gerilemeyi temsil eder.
Pratik akıl (vicdan),
eğer norm çelişkisi ve değer çelişkisi durumunda son ve bağlayıcı bağlılığını
sergileyen özneyse, eylem seçimi ve insan davranışının yargılamasında nihai hakemdir. İlk bakışta nihai hakem
olarak vicdanın faaliyeti yapıbozumcu görünür ve bir noktaya kadar öyledir de.
Bu nihai hakem tarafından yasaklar kaldırılır, yasak işaretleri sökülür ve
emirler iptal edilir. Yine de, nihai hakem olarak vicdan yapıbozumcu olduğu
kadar kurucudur da. İlkin, vicdan yeni ve son derece soyut normlar koyar;
bağlayıcı olan normlar ve evrensel değerler kurulur. Nihai hakem olarak vicdan,
geçerli kılındıklarında çok büyük sayıda somut tabuyu silip süpüren soyut ve
evrensel tabuları temsil eder ve kabaca üç temel tutum olarak kendini
gösterdiği/ortaya çıktığı söylenebilir. Kötü
vicdanda, ahlak üzerine (bireysel, öznel hakemlik üzerine) yapılan muazzam
vurgu, özel ve mahrem alanlardaki yeni değer ve normların somutlaştırılmasıyla
dengelenir. Yasa Koyucu vicdan, norm
ve değerlerin soyutlanmasına ve evrenselleştirilmesine vurgu yapar ve onları
siyasi ve yasal alanda somutlaştırır. Kuşkucu
vicdan, yapıbozuma daha çok vurgu yapar, ama bu arada yargının söz konusu
olduğu hem kamusal hem de özel alanda ve ağırlıklı olarak eylem seçiminin söz
konusu olduğu özel alanda, kurucu bir değer olan genel hoşgörüyü tartışmaya
açar.
Vicdanın yegane hakem olması, karşılıklı olarak
birbirini destekleyen ve pekiştiren iki tutumun bileşimi olarak ortaya çıkar.
Bir yanda, bu bileşim ahlaki sorumluluğu sırtından atmış, ama hakemlik gücünü
korumuştur; öte yanda ise, ahlaki sorumlulukla birlikte hakemlik gücünü de
sırtından atmıştır. Eğer her bağlayıcı ahlaki norm ve kural yapıbozuma
uğratılmış ve yeni bir norm ya da kural konulmamışsa, yani yürürlükte hiçbir
dış ahlaki otorite kalmamışsa, pratik akıl yegane hakem haline gelir. Koşulsuz
kabul edilen hiçbir değer ya da norm kalmamıştır; bağlayıcı olarak kabul
edilecek hiçbir değer ya da norm yoktur. Başarı ya da başarısızlık kendini
yargılamanın tek kriteri haline gelir. Böylelikle pratik ve pragmatik-araçsal
eylem ve yargı tek şey haline gelir. Bireycilik koruma duvarlarını aşmaya ve
dışsal otoritenin son kalıntılarını sırtından atmaya doğru bir amok koşusu
tutturur. Ne var ki, böyle yapmakla genelde otoriteden kurtulmuş olmaz, hiçbir
ahlaki içerik taşımayan yeni otoriteleri olumlar.
Eylem seçiminde ve
davranışın yargılanmasında yegane
hakem olarak pratik aklın dört ana tipi sayılabilir: Narsistik vicdan, Özel Hesapçı vicdan, Kamu Hesapçı vicdan ve Temiz vicdan. Vicdan, kişi özel olarak
yalnızca ampirik kendi üzerine düşünümle meşgulse, narsistik vicdan haline
gelir. Ne ahlak normları ne de değerler kendi üzerine düşünüm açısı oluşturur;
bu tür düşünümde seferber edilen yorumlayıcı çerçevenin tamamı ahlakın dışındadır
(psikolojik ya da psikolojikleştirilmiş, bir anlamda toplumsal olabilir).
Narsistik kişiliğin utanca karşı tehlikeli olabilecek kadar düşük duyarlılığı
karakter zayıflığıyla değil, bizatihi tutumun yapısıyla açıklanmalıdır. Özel Hesapçı
vicdan, iyi/kötü ve başarılı/başarısız denilen iki değer yönelim kategorisi
çiftinin kaynaşmasını temsil eder, burada başarı iyi, başarısızlık kötüdür. Bu
durumda pragmatik sonuçlar kendi üzerine düşünümün (ahlaki olmayan) ölçütü
haline gelir. Bütün öteki ölçütler kaybolur. İyi güdülenim, iyi hesaba eşittir;
vicdan sızısı ancak hesap kötü sonuç verirse (sonuç başarı değil başarısızsa)
hissedilir. Narsistik vicdanın aksine ve vicdanın tek hakem olduğu durumlara
çok benzer bir biçimde, özel hesapçı vicdan utanç karşısında aşırı, neredeyse
histerik bir duyarlılık gösterir. Özel Hesapçı vicdan sahibi kişiler yanlış
hesap ve başarısızlık ortaya çıktığında başkalarının gözüne görünmektense
sıklıkla intiharı tercih eder. Kamu Hesapçı vicdan, değer yönelim
kategorilerinin ayrı iki çiftinin kaynaşmasını temsil eder; bu defa kaynaşma
iyi/kötü ve faydalı/zararlı kaynaşmasıdır. Bir millet, bir halk, bir sınıf, bir
grup için faydalı olan iyidir. Herhangi bir yerin lideri, diktatörü ya da
seçkin tabakası geriye kalanlar (referans grup) için neyin faydalı olduğunu
belirler ve “faydalılığın” doğru hesap yapılarak belirlendiği önvarsayılır.
Faydalı olan iyi olarak tanımlandığından, toplumsal otoriteye gözü kapalı
itaat, hesabın bu kaynağı, erdemliliktir; itaatsizlik bir kötülüktür. Arzulanan
sona götürdüğü sanılan her araç iyi olarak görülmelidir. Ne var ki, Özel Hesapçı
vicdanda olduğu gibi gerçek başarının onayına gerek yoktur. Büyük Hesapçı’ya
inancın kaybolması kendi başına bir utançtır. Başkalarının gözü, çıplak iktidar
kadar bu çıplak iktidarın yan ürünlerinin de ifadesidir; dolayısıyla utanç
korkuyla, cezalandırılma ve ayrık olma korkusuyla karışıktır. Nihilizmin sonuna
vardırdığı ve ters yüz ettiği Temiz vicdan son tanrılaşma atağıdır. Ne tanrılar
ne de normlar varsa, tanrı benim. Eğer öteki insanlar egonun kendini tam
gerçekleştirmesinin araçları olarak kullanılıyorsa Temiz vicdan kişiye özeldir.
Burada ego kendini üstinsan olarak tasarlar. Ama bu Ego-Tanrı, Tanrı’nın temel
bir vasfından, yani ölümsüzlükten yoksundur. O büyük korku, ölüm korkusu
tanrılık oyununun arkasında pusuya yatmış bekler. Ölümlülük, kendini
tanrılaştıran egonun bu büyük utancı giderilemez. Ne var ki, Temiz vicdan
nadiren kişiye özeldir. Üstinsan, gözleriyle “ilahiliğini” yeniden onaylayacak
takipçilere ihtiyaç duyar. Bu insanlar, Üstinsanın ayna imgesinden başka bir
şey değildir. Bu insanlar Üstinsana gözü kapalı itaat eder. Onun tasvibi bu
insanlara onur kazandırır, reddi utanç verir. Ve o ötekileri körü körüne
itaatle yükümlü kılarken kendisi de bu itaate bağımlıdır. Ondan ne korkan ne de
utanan insanlar kişi olarak bu üstinsanı tehdit eder ve onu ölümlü kılarlar.
Özetle, pratik akılda
mantığın nasıl işlediği en iyi “helezon” imgesiyle gösterilebilir. Başlangıçta
pratik akıl içseldir. Dışsal otorite insanların tabi oldukları tüm somut
normlardır. Biri insanın böyle kendi kendini tabi kılmasına karşı gelirse,
başkalarının gözleri bu kişiyi ayıplar. Daha sonra pratik akıl ve vicdan ortaya
çıkar, bunlarla birlikte de ahlak ve otoritenin suretleri. Ardından yapıbozum
süreci başlar. Somut normların tartışmasız kabul edilmesi sanki kalkmış ve
yerini son derece soyut ve evrensel norm ve değerler almıştır. Kendi üzerine
düşünümün yarı-aşkın özelliği tamamen ortaya çıkmış ve pratik akıl bütün
ağırlığını argüman kullanmaya vermiştir.
Sonunda ilk sahneye geri döneriz ama bu defa başlangıçta var olandan yapısal
olarak daha üst ama ahlaksal olarak daha düşük bir sahnedir bu. Dışsal ahlaki
otorite, içsel otoritenin ahlaki içeriğiyle birlikte, yapıbozuma uğratılmıştır.
Ötekiler (ahlaki olmayan bir otorite olan) ego tarafından tamamen
araçsallaştırılmıştır ve bu ego kendini tamamen ahlaki içerikten yoksun bir
dışsal otoriteye tabi kılmıştır. İç otoriteye müdahillik olarak vicdan (pratik
akıl) bir gölge-fenomen haline gelir ve başkalarının gözü artık sadece
erişilecek son noktanın (başarı ya da başarısızlığın) aynası ve utançtan
kaçınma hareketinde kişinin tabi olduğu çıplak iktidarın taşıyıcısıdır.
Hayırseverlik
Filme yönelik bir eleştiride, filmde Ceylan’ın hayır
kurumları, dernekler, yardım kuruluşları aracılığıyla yoksullara vicdan borcunu
ödemeye çalışan egemen zenginin riyakârlığını yüzüne vurduğu savunulmaktadır. Yönetmen,
sosyal ve ekonomik eşitsizliği bir ideoloji sorunu olarak görmeyip suçluluk
duygusunu yoksullara yardım ederek hafifletmeye çalışan muktedirin kalıcı ve
nihai bir çözüm sunmaktan uzak bu reçetesini yırtıp atmaktadır.[19]
Bu ve buna benzer okumalarda vicdan, bir yandan yapılan büyük bir
haksızlığın/yanlış yapmanın farkında olan, öte yandan bu haksızlığı/yanlışlığı
telafi etmeye yeterli olmayan bir eylemle rahatlayacak/borcu ödenecek bir iç
ses olarak konumlandırılmaktadır. Dolayısıyla vicdanın, Heller’ın saydığı tiplerden,
psikoloji/psikolojikleştirmeyle ilişkili olan Narsistik vicdan ve öteki
insanların egonun kendini tam gerçekleştirmesinin araçları olarak kullanılıyor
olması bakımından Temiz vicdan olarak
anlaşıldığı söylenebilir. Böylece vicdanın yegane ve nihai hakem/otorite
olmasına itiraz edildiği, eylemi yargılama açısından yetersizliğinin kabul edildiği
düşünülebilir. Ancak genel olarak yardımseverlik eyleminin bir ahlaki normla/norma
uymayla değil de ağırlıklı olarak vicdanla ve vicdan rahatlatmayla
ilişkilendirilmesinin nedeni de sorulmalıdır. Zira bu yaklaşım da,
hayırseverliği iyi/kötü ölçütü yerine başarı/fayda üzerinden yargılamakla,
Heller’ın modern döneme ilişkin olarak söylediği vicdanın yegane ve/veya nihai
hakem/otorite olması savının bir tezahürü olmayla malul olmaktadır.
Filmde hayırseverlik faaliyeti yürüten esas olarak Nihal karakteridir ve
bu faaliyet ona sosyal bir çevre kazandırır. Eşi Aydın’dan yardım isteyen bir
öğretmenin bu girişimini eleştiren Nihal’in bu belirli bir sosyal çevre
içindeki hayırseverlik faaliyetine bu sefer de eşi Aydın’ın müdahale etmesi, hayırseverlikten
çok sosyal çevreden rahatsız olmayla ilişkili olarak da yorumlanabilir. Bu
durumda yardımseverlik bakımından bir ikircikli olma halinden daha çok Heller’ın
bahsettiği birbiriyle çelişen tutum çiftleri kaynaklı gerilimden/varoluş
geriliminden söz edilebilir. Başka bir deyişle Aydın, eşini kıskanmakla
hayırseverliğine göz yumma arasında bir gerilim yaşamaktadır. Aynı şekilde
Nihal’in de, eşinden yardım isteyen kişinin kadın olması, dolayısıyla
kıskançlık nedeniyle olumsuz bir tutum takındığı düşünülebilir.
Yukarıda,
“yönetmenin muktedirin reçetesini yırtıp attığı” yorumuna kaynaklık eden para
yakma sahnesinde Nihal, hayırseverlik faaliyetinin dışında bir yardım etme
çabasına girişmiş, eşinin mağdur ettiği aileye ihtiyaçları olan parayı vermek
için gitmiş ancak verdiği para ateşe atılarak yakılmıştır. Nuri Bilge Ceylan
sinemasına kadın temsili odaklı bakan bir değerlendirmede bu para yakma
sahnesi, kadının zayıf ve saflığının temsili olarak yorumlanır: “Kadın iyi niyetlidir, ancak oldukça saf bir
varlıktır. O paranın yakılacağını tüm izleyenler bile çoktan anlamış ama bu saf
kadın şoka girmiştir.”[20]
Fakat bu yorumda söz edilen ve zayıflıkla eş tutulan saflık, olumlu anlamda,
paranın yakılacağını hissedemeyecek denli iyi niyetli/bozulmamış/arı olma
halini de imliyor olabilir. Yardımseverlik bakımındansa sahne, vicdanı
rahatlatma olarak geçiştirilebileceği gibi, “ihtiyacı olana yardım et” gibi bir
ahlaki norma, Heller’ın deyişiyle bir ahlaki otoriteye uyma davranışı olarak da
yorumlanabilir. Ceylan’ın “bu kavramları başka şeylerle bir arada ele almak
gerekiyor” sözlerindeki başka şeylerin vicdan değil, ahlaki norm/dışsal ahlaki
otorite olduğu savunulabilir.
Ceylan kendi sinemasıyla
ilgili olarak meseleyi bulandırmayı sevdiğini ve filmin ne üzerine olduğunun dokuz
kat zar altına saklanmasını tercih ettiğini söyler: “Ben yaptığım filmin tam
olarak ne üzerine olduğunun bile fazla anlaşılmasını istemem. Karmaşık, iç içe,
bir konuyu açıklığa kavuşturmaktan çok, meseleyi tersine daha da
bulandırmayı seven biriyim. Varsa bile böyle bir şey, bunun dokuz kat zar
altına saklanmasını tercih ederim.”[21] Bu yazıda Kış Uykusu filminin ne üzerine
olduğunun saptanması hedeflenmediğinden, girişte de belirtildiği gibi esas olarak filme vicdan
üzerinden, daha doğrusu film vesilesiyle vicdana bakmak amaçlandığından “dokuz
kat zar altında saklı olan”ın keşfedilmesine girişilmemiştir. Odaklanılan tema
olan “vicdan” konusundaysa Heller’ın yaklaşımı, günümüz hakim söyleminde
siyasetçiler de dahil olmak üzere neden ahlaki normdan çok “vicdan”a
başvurulduğu hakkında bir fikir verebilir. Ayrıca, hayırseverlikle vicdan
arasında kurulan ilişkinin, hayır/yardım eleştirilerinde de, ahlaki norm yerine
vicdanın esas alınmasıyla sürdürüldüğü düşünülebilir. Tıpkı, para yakma
sahnesinin, parayı yakanın saikinin “gurur/onur” üzerinden yorumlanması zorunlu
olmadığı gibi. Yoksa mesele bulandırılmak mı istenmektedir? Ceylan’ın aşağıdaki
sözlerine kıyasla, “Alakası yok tabii ama insan o an elinde olmadan”
öyle düşünebiliyor, denilebilir.
SORU: Kış Uykusu insanlara güncel
siyaseti en fazla çağrıştıran filminiz oldu. Bir Zamanlar Anadolu’da filminde
de vardı belki ama oradaki daha genel anlamda “memleket meselesi”ydi. Buradaysa
yorumlar çok daha somut bir hal aldı. Aydın’ı Kemalistlerle bağdaştıranlar ya
da tersine ‘çapulcu’ kelimesini kullandığı için onda siyasi iktidarın
otoriterliğini görenler oldu. Sizin niyetinizden bağımsız olarak, referansını
reel siyasetten alan birçok farklı yorum yapıldı.
NBC: Türkiye’de yaşayıp da, özellikle Cihangir’de, hele bir de taşra tarafınız varsa, bazı şeyleri görmemek imkânsız oluyor. Mesela, 1999 seçimleri miydi, sokağa bakan balkonda sigara içiyorum, gençler sokağa afiş falan asmaya geliyorlar. Beş altı tane ÖDP’li genç geldi, boyunlarında fularlar var filan, karşı duvara afiş asmaya çalışıyorlar. Hepsi birden uğraşıyorlar ama bir türlü olmuyor, afiş düşüyor, yeniden uğraşıyorlar bu sefer afiş kırışıyor, düzeltmeye çalışıyorlar, yırtılıyor. En sonunda yamuk yumuk olsa da asmayı başardılar. Arkadan bir MHP’li genç geldi, tek başına, ‘şrak’ diye asıp geçti elindeki afişi. Alakası yok tabii ama insan o an elinde olmadan bunlar iktidara gelse “koca ülkeyi nasıl yönetecekler” falan diye düşünmeden edemiyor. Bugün CHP’nin de halkın gözünde biraz böyle bir duygu uyandırıyor olabileceğini düşünüyorum. Ama ideolojiden çok bugünkü kadrolarla ilgili bir durum bu belki.[22]
NBC: Türkiye’de yaşayıp da, özellikle Cihangir’de, hele bir de taşra tarafınız varsa, bazı şeyleri görmemek imkânsız oluyor. Mesela, 1999 seçimleri miydi, sokağa bakan balkonda sigara içiyorum, gençler sokağa afiş falan asmaya geliyorlar. Beş altı tane ÖDP’li genç geldi, boyunlarında fularlar var filan, karşı duvara afiş asmaya çalışıyorlar. Hepsi birden uğraşıyorlar ama bir türlü olmuyor, afiş düşüyor, yeniden uğraşıyorlar bu sefer afiş kırışıyor, düzeltmeye çalışıyorlar, yırtılıyor. En sonunda yamuk yumuk olsa da asmayı başardılar. Arkadan bir MHP’li genç geldi, tek başına, ‘şrak’ diye asıp geçti elindeki afişi. Alakası yok tabii ama insan o an elinde olmadan bunlar iktidara gelse “koca ülkeyi nasıl yönetecekler” falan diye düşünmeden edemiyor. Bugün CHP’nin de halkın gözünde biraz böyle bir duygu uyandırıyor olabileceğini düşünüyorum. Ama ideolojiden çok bugünkü kadrolarla ilgili bir durum bu belki.[22]
[4] http://www.hurriyet.com.tr/sinema-yazarlari-kis-uykusunu-degerlendirdi-26592088?_sgm_campaign=scn_a004850058058000&_sgm_source=26592088&_sgm_action=click-dynamic
[6] https://sinekutuphane.wordpress.com/2015/05/25/nuri-bilge-ceylanla-kis-uykusu-uzerine-dolu-dolu-bir-roportaj/
[8] http://haber.sol.org.tr/blog/sinema-bir-senliktir/gulcan-beyaz/sinemada-ego-savaslarinin-son-urunu-bulanti-133239
[12] https://sinekutuphane.wordpress.com/2015/05/25/nuri-bilge-ceylanla-kis-uykusu-uzerine-dolu-dolu-bir-roportaj/
[14] http://www.theguardian.com/film/2014/nov/13/nuri-bilge-ceylan-winter-sleep-we-are-not-eating-sugar-in-life-all-the-time
[15] http://cinsiyetintoplumsalinsasi.blogspot.com.tr/2015/01/1990-sonras-turk-sinemasnda-kadnn-yeri.html
[16] https://sinekutuphane.wordpress.com/2015/05/25/nuri-bilge-ceylanla-kis-uykusu-uzerine-dolu-dolu-bir-roportaj/
[18]
Agnes Heller, Bir Ahlak Kuramı,
Ayrıntı, 2006
[20] http://cinsiyetintoplumsalinsasi.blogspot.com.tr/2015/01/1990-sonras-turk-sinemasnda-kadnn-yeri.html
[21]
http://www.magaradergisi.com/component/content/article/69-mansetler/449-kis-uykusu