BÖLÜM: n.I
Berger ‘perspektif geleneği’ni görme edimini
fetişleştirmesi dolayısıyla kritize ederken, perspektifin bakışı nesneler
dünyasının merkezine taşıdığına, şeylerin ‘Ben’in görme dünyasına göre
düzenlediğine dikkat çekmektedir. Akabinde- ‘mekanik göz’ metaforuyla komşu
sayfada izi sürülen- seyircinin Tanrı’nın aksine, aynı anda ancak bir tek yerde
bulunabileceğini ifade etmektedir (Berger, 2014, s.16-17). Oysaki kendisinden
‘merkezi perspektif’ denilen şeyin etiyolojisine dair açıklık getirmesi
beklenirdi! Nasıl ki ‘mekanik göz’, seyircisine salt kendi diyaframıyla görebildiği
dünyayı açmakla yetiniyorsa, Berger de seyredilene (perspektif geleneğine)
kendi görebildiği dünya açısından projeksiyon tutmakla yetinmekte, olguları
yaratan/tetikleyen art alanına eğilmemektedir. Bir diğer ifadeyle Berger, sathı
aralamayı ihmal etmektedir. Bu da- okuyucuda- perspektif geleneğinin sanki
tarih öncesi zamanlardan beri var olduğu sanısına (primordiyalist bir
yaklaşımla) yol açmaktadır. Böylesi bir sanıyı ortadan kaldırmak için işe,
perspektifi yaratan/tetikleyen olguların Rönesans döneminin seküler bilgi kodu
ve ona eşlik eden hümanizm geleneği olduğunu belirterek başlamakta fayda var.
Bu kavramlardan Rönesans döneminin seküler bilgi
kodu; şeyler ve insanların kendilerine doğa düzeni içinde yer verebildikleri
zaman anlaşılabilmelerini (Sennett, 2013, s.38) sağlayan bir kodlar setine
işaret eder. Buradan hareketle, perspektif geleneğinin esas olarak fiziki,
duyumsanabilen, dünyevi bir dünyanın temsilini tercih etmekle ilintili olduğunu
söyleyebilmekteyiz. Seküler kodlar setine eşlik eden hümanizma geleneği ise,
Ben’i yani insanı her şeyin ölçüsü olarak görmektedir. Perspektif geleneği, tam
da bu argümana yaslanmakta, biyolojik gözü (insan gözünü/onun görme edimini)
odağa yerleştirmektedir. Artık asli olan kişinin kendi görme rejimi ve kendi
vizyonuna sığdırabildikleridir. Bu onun nesnelere tuttuğu projeksiyona da etki
edecek, nesneleri kendi görüş açısına göre (yeniden) düzenleyebilecektir.
Seyreden güneşin batışını görür, dünyanın güneşe
arkasını döndüğünü bilir. Ne ki bu varsayım pratikte deneyimleneni yeteri kadar
betimleyemez. Sözcüklerle görüngüler arasında daimi bir uçurumun var olduğu
biline gelmiştir. Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız şeyleri görüşümüzü
etkiler, şeylere yüklenen anlamlar biteviye bir değişime tabidir (Berger, 2014,
s.7-8). Berger- bu sözleriyle- görsel anlama edimini/görsel temsili önceleyen,
fetişleştirici bir dil kullanımını yürürlüğe koymakta, görme
etkinliğinin/görsel temsilin zafiyetlerini açıkta bırakmaktadır. Oysaki görme
fonksiyonu mesafeli konum almanın önemini ortadan kaldırmaktadır. Görme bizi
temsil ve vekâlet temelinde yaşamaya itmekte, bizi söz söyleme ve hatırlama
derdinden kurtarmakta, sözlü edimlerimizi dondurulmuş diyagramlar, eğriler,
grafikler, istatistiksel temsiller, alegoriler ve logolar gibi temsillere
kurban etmektedir. Giderek öne çıkan ve çeşitlenen görsel temsil varyantları
ile görsel temsilin kusursuzluğu ve bütünlüğü hedeflenmektedir. Bu suretle, bir
yandan sentetik bilgi, hızlı anlama ve yüzeysel kavrayış gibi kimi faydalar
elde edilmiş olsa da (Ellul, 1998, s.130-165), konuşma, kendini ifadelendirme
pratikleri/yetileri ciddi yaralar almış, bu durum sözlü kültür, toplumsal
bilinç inşası/aktarımı ve cemaat oluşturma/muhafaza gibi olgulara ket
vurmaktadır. Bu minvalde, genel kamuyu doğrudan ilgilendiren kamusal
meselelerin dillendirilmesi ve eşitler arasında müzakereye konu edilmesiyle
oluşacak olan kamuoyu/kamuoyu inşa süreçleri, sözlü dışavurumu
ikincilleştiren/ikonalaştıran günümüz sosyal medya uygulamalarının tehdidi
altındadır.
BÖLÜM: n.V
Bir sanat türü olarak yağlı boya resim çok
eski zamanlardan beri bilinen boyaları yağla karıştırma yöntemine
dayanmaktadır. Yağlı boya geleneğinin diğer resim türlerine olan üstünlüğü;
nesnelerin dokunulabilirliğini, dokusunu, parlaklığını ve katılığını
yansıtabilmesinden ileri gelmektedir. Yağlı boya geleneği, bu nedenledir ki,
“anlatılamayacak” bir yaşam görüşünün yansıtabilmesi açısından özel bir konuma
sahip olmuş, özel mülke ve alışverişe karşı edinilen yeni tutumlarla belirlenen
dünyayı görme biçimleri görsel anlatımını yağlı boya resimde bulmuştur (Berger,
2014, s.84-87). Bilhassa tempera/fresko tekniklerinden yararlanılıyor oluşu,
geleneksel yağlı boya resminin özel bir misyonu- üst sınıfların ayrıcalıklı
yaşamlarının “dayanılmaz” halesini toplumun geri kalanına teşhir etmek- icra
etmesi için görevlendirilmesiyle sonuçlanmıştır. Dönemin ayrıcalıklı sınıfı
sanata yön vermiş, servet sanatsal çıktıların mahiyetini belirler olmuştur.
Ortaçağ’da varsıl sınıfın özel mülkiyet ve ganimetleri yağlı boya sanatının
içine nüfuz etmiş, tablolara konu edilen temalar toplumsal sınıf ve statü
farklılıklarının yeniden üretildiği ve temaşaya dönüştürüldüğü bir eksen olarak
işlev görmüştür.
Seyirci-sahiplerin yağlı boya tabloları ile
resmedilen maddi görüngülerde kendisinin ya da ailesinin soyluluğunu başka bir
biçimde yeniden buluyor oluşu (age, 101), bizleri 19.yüzyıl’ın yeni seküler
koduna götürmektedir. Dönemin aşkınlıktan içkinliğe doğru evrilen yeni
sekülerizm yorumuna göre; “hiçbir koşul ya da işaretin a priori olarak
yersiz görülüp göz ardı edilemezdi. İçkinliğin seküler bilginin ilkesi olduğu
bir dünyada her şey önemlidir; çünkü her şey önem kazanabilir” (Sennett, 2013,
s.39). Artık duyum ve nesne kategorilerini birbirinden ayıran kalın çizgiler
silikleşmiş, kategorik bir ayrımın yapılamayacağı hükmüne varılmıştır. Bu
durumda, nesneler metafizik gizler taşıyabilecek, nesnelerin gizil yanlarının
olabileceği basitçe göz ardı edilemeyecekti. Böylelikle, fiziksel
nesnelerin/antitelerin psikolojik veçhelere sahip olabileceği inancı
yerleşikleşmeye başlamış, tıpkı her nesne gibi, sıradan bir yağlı boya resminin
de bir şahsiyete sahip olabileceği- Marx’ın ‘meta fetişizmi’ olarak
işaretlediği- ön görüsü basitçe irrasyonel bulunamayacaktı. Bir tür ‘parrhesia
sözleşmesi’1ni anımsatırcasına, yağlı
boya resim seyirci-sahibinin karşısına dikilerek vücut bulacak, seyirci-sahip
kendi hayatına dair “yüce” hakikatleri, bir de hizmetine koştuğu yağlı boya
tablosunun- tabloya her bakışıyla- dilinden dinleyecekti. Bu yolla, öz
varlığını bir kez daha onaylayacak, geçmiş ve şimdiki yaşamı arasında bağ
kurabilecek, soyluluk bilincini diri tutarak kendisinden sonraki dönemlere aktarabilecekti.
Kaynakça
Berger, J. (2014). “Görme Biçimleri”, İstanbul:
Metis
Sennett, R. (2013). “Kamusal İnsanın Çöküşü”,
İstanbul: Ayrıntı
Foucault, M. (2013). “Doğruyu Söylemek”,
İstanbul: Ayrıntı