“zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
dört kez çaldı (…)
kurtarıcı mezarda uyumuştur”[1]
Kırık, siyah beyaz bir televizyondan akıyordu o
gün görüntüler. Sessizdi ev. Televizyondan gelen ve Madımak’ı ateşe veren güruh
slogan atıyordu. Gözlerime inanamıyordum. Çocuk aklım bana “sus” diyordu. Annem
bir köşede gözyaşı döküyordu çaresizce. Biz İstanbul’da televizyon başında,
onlar Sivas’ta yangın içinde… İnsanın nefesi nasıl kesilirmiş,
çaresizlik, yanmak, hiçbir şey yapamamak ne o gün öğrendim. Sekiz saat geçmedi.”[2]
“Saat 12'de Madımak Oteli'ne vardım. Lobide Arif
Sağ çalıyordu. Aziz Nesin iki koruma polisiyle birlikte odasındaymış. Otelde
etkinlikler için Sivas'a gelmiş 70 kişiyle birlikte çeşitli asker aileleri de
kalıyormuş. Arif Sağ'ın
türkülerini bir süre dinledikten sonra 12.30-13.00 sularında Ali Çağan ve
Hasret Gültekin'le otelin dışına, yemeğe çıktık. Hasret, yemekte o günün
gazetelerinden ve radikal islamcıların dağıttığı cihat bildirilerinden söz
etti. Birlikte bildiriyi okuduk.”[3]
“Madımak Oteli. Saat 13.30.
Madımak Oteli’nin lobisi kalabalık. Lobidekiler, yarım saat sonra Pir Sultan
Abdal Şenlikleri kapsamında Kültür Merkezi’nde başlayacak Arif Sağ’ın konserine gitmek için son hazırlıklarını yapıyor. Carina Thuijs, aynı odada kaldığı Yasemin ve Asuman Sivri kardeşleri
bekliyor. Bu arada lobidekileri izliyor. Oda arkadaşları Yasemin ve Asuman’ın merdivenlerden inişini görüyor; el sallıyor onlara.”[4]
“Carina Cuanna Thedora Thuys Karadeniz bölgesi
ve Nemrut dağını, Maryze Schoneveld Van Der Linde ise Akdeniz bölgesini ve sonra
Nemrut dağını ziyaret etti. Seyahatler, iki arkadaşta da Türkiye ve kültürüne
dair merak duygusunu artırdı. Carina ve Maryze bu merakla bitirme tezleri için
Türkiye'yle ilgili çalışmaya karar verdi. Tez, 'Türk kadınının aile içi rolü ve
çevre ile ilişkilerini' ele alacaktı.Buna göre Carina asıl olarak Türkiye'de
alan araştırması yapacak, Maryze ise Hollanda'daki Türkiye kökenliler arasında
çalışacaktı.İki arkadaş çalışmalarına yardım istemek için Sosyal Hizmetler Dairesi'ne
başvurdu. Bu sayede Daire'nin Yabancılar Şubesi'nde çalışan Türkiyeli Rahmi
Sivri'yle tanıştılar. Sivri, gençlere birçok konuda bilgi verdi ve Carina'nın
kendi memleketi olan Çorum'da çalışma yapması için ayarlamalar yaptı.Sonunda
planlama yapıldı: Carina, 1993 yazında Çorum'da köylerde (Mollahasan köyü) saha
çalışması yapacaktı. Ancak öncesinde yaklaşık iki ay Ankara'da kalmak ve
Hollanda'da öğrenmeye başladığı Türkçesini geliştirmek istiyordu. Gitme vakti
yaklaşırken Rahmi Sivri Carina'ya, Türkiye'de kalacak yeri olup olmadığını
sordu. 'Hayır' cevabı aldığında kendisine daha önce Hollanda'da yaşayan anne ve
babasının evinde kalabileceğini söyledi. Carina bu teklife çok sevindi ve hemen
kabul etti. Türkiye'yi birlikte gezdiği erkek arkadaşı Michiel ise tedirgindi,
Carina'nın gitmesini istemedi. Ancak Carina, 22 Haziran'da gitti. O gün
itibariyle günlüğüne Türkiye'yle ilgili notlarını almaya başlamıştı. Carina,
Sivri ailesinin gençlerinden Yasemin ve Asuman'la tanıştı. Asuman lise
öğrencisi, Yasemin ise Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü öğrencisiydi. İkisi de Pir Sultan Abdal Derneği’nde görevliydi. Yasemin, derneğin
kütüphane sorumlusu, Asuman ise
semah ekibindendi. Carina bir kaç gün sonra, Yasemin ve Asuman'ın
Sivas'ta düzenlenecek şenliklere katılacaklarını öğrendi. Kendisi de katılmak
istedi. Asuman ve Yasemin'in annesi Yeter Sivri'nin anlattıklarına göre Yasemin
başlarda bu fikre sıcak yaklaşmadı. Yasemin'in programı yoğun olacaktı ve ona
zaman ayıramayacağını düşünmüştü. Yeter Sivri, Carina'nın gitme isteğini şöyle
anlatıyor: "Yasemin 'orada su bulamayacağız, belki lavabo bulamayacağız,
ekmek bulamayacağız, sen bunlara dayanamazın Carina, sen gitme' dedi. Olsun
'ben aç da susuz da kalırım ama geleyim' demiş. Hatta 'orada yeriz, aç
kalmayız' diyerek yola çıkarken yanına bir poşet kraker bisküvi almıştı."[5]
“29
Haziran 1993
Sevgili Anneciğim,
Ben çok iyiyim.
Fotoğraflardan burasının ne kadar şirin bir yer olduğunu görmüşsündür. Dil
kursu maalesef çok pahalı (500 gulden). Ama bunun yanı sıra, yanlarında misafir
olarak kaldığım aileye (tanıdıklarım) herhangi bir para ödemem söz konusu
değil. Bazı zamanlar oluyor ki, Hollanda’ca konuşmak ihtiyacını hissediyorum.
Fakat bu şekilde (sadece Türkçe ve ara sıra İngilizce konuşarak) Türkçeyi daha
çabuk öğreneceğim kanısındayım!..
Önümüzdeki günlerde Sivas
kentinde bir Kültür Festivaline gideceğim (8 saat yolculuk). Burada Halk
Oyunları ve Tiyatro gösterileri varmış. Sen nasılsın? Hastane de iyi gelişmeler
oldu mu? (…)
(Sevgiler)
(Carina)”[6]
(Carina)”[6]
“inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.
bak nasıl da kar yağıyor.”
“Yeter
Sivri, o günlerde Yasemin'le konuşmasında Carina'nın iyi olduğunu, dinlediğini
hatırlatıyor: "Yasemin, 'Carina'yı iyi ki Ankara'da bırakıp gelmemişim'
dedi. Carina çok mutlu dedi. 'Bir Hollandalı vardı, onunla tanıştırdık, Carina
onunla iyi arkadaş oldu, onunla geziyorlar' dedi. 'Metin Altıok'la iyi arkadaş
oldu' dedi. 'Aman kızım ilgilenin o misafir' dedim. 'Tabii anne' dedi,
'ilgileniyoruz' dedi." Bunları takiben olanı biteni anlayamadığı son
cümleleri geldi Carina'nın: "Fakat ben bütün bunlardan ne anlarım ki?…
Dışarıdan yüksek tonda bağırmalar geliyor ama ne olduğunu anlamıyorum……."[7]
“2
Temmuz 1993
Yine her bir şeylere şahit
oldum. Şu anda “kapatılmış” bir vaziyette bir otelde oturmaktayız, zira
dışarıdaki kökten dinci Müslümanlar dolaşıp duruyorlar. (…) Fakat şimdi işler
ters gitmeye başlıyor… Biz uzun bir zamandır otelde oturuyoruz. Dışarıda devasa
ve kökten dinci grup (aşırı sağcı) bağırıp naralar atıyor. Bu binada solcu
düşünür ve yazar Aziz Nesin’i saklıyorlarmış. Kendisi “Şeytan Ayetleri’ni”
yayınlamak düşüncesindeymiş. Bunların hepsi nahoş şeyler. Kendimi çok zor ve
sıkıntılı bir durumda hissediyorum, zira biraz sonra burada neler olacak,
tahmin bile edemiyorum. Sonunda bu şehrin bir Türk kökten dinciler topluluğunun
bulunduğu bir yer olduğunu öğrendim. Bir sürü sloganlar atılıyordu ve
bağrışmalar vardı. Bununla birlikte bir sürü de polis vardı. Fakat ben bütün
bunlardan ne anlarım ki?… Dışarıdan yüksek tonda bağırmalar geliyor ama ne
olduğunu anlamıyorum…….”[8]
“SAAT 14.00. Carina’nın el
salladığını gören Yasemin ve Asuman ona doğru
yürüyor. Asuman telaşlı;Carina’ya "Telefon geldi mi" diye
soruyor. Hayır. Halbuki ağabeyi Yalçın Sivri saat tam 14.00’te arayacağını
söylemişti. Yoksa haber tatsız mıydı; ondan mı aramıyordu? Yaseminkardeşini sakinleştiriyor: "Arar merak etme." O sırada lobiye Aziz Nesin geliyor. Herkes hazır; konsere gidilmek üzere
otelin kapısına yöneliyorlar. Dışarıdan slogan sesleri gelmeye başlıyor. Oteldekiler
dışarı çıkmıyor. Ortalığın sakinleşmesini bekliyor.”
“Yemeğin sonlarına doğru, Cuma namazından çıkan 400-500 kişinin sloganlar atarak yürüyüşe geçtiğini gördük; hemen otele döndük. Otelin önünde birkaç polis memuru vardı. Gösterici grup bir süre otelin önünde oyalandı, sonra Kültür Merkezi'ne doğru gitti. Otelde kültür merkezindeki olayları tartıştık.”
“Koltuklarımıza oturmuş
Arif Sağ’ı beklerken ve saat de 14.00’a yaklaşırken dışarıdan bağırtı
çağırtılar gelmeye başlamıştı. Sahnedeki mikrofona uzanan biri, sakin
olunmasını, dışarı çıkılmamasını salık veriyordu. Tahmin edileceği gibi, bu
anonsu takiben hepimiz dışarıya çıktık. Birkaç yüz kadar kişi, en az yarısı
kadın ve çocuklardan oluşan bizim gruba elli-yüz metre mesafede toplanmış
slogan atıyor, tekbir getiriyordu. Bir süre sonra bizim topluluk da
karşı-slogan atmaya başlayınca, benim birkaç metre önümde duran, omuzları
yıldızlı, rütbeli bir polisin bize çıldırmışçasına bağırdığını hatırlıyorum:
“Onları tahrik ediyorsunuz, slogan atmayın” diyordu. Polis şefi ‘haklı’ydı;
“tahrik edenlerin mağdur edenler / saldıranlar değil, mağdurlar olduğu” gerçeği
memleketin sıradan bir ‘gerçeği’ydi. (…) Toplananların niyetinin kötü olduğu,
yavaş yavaş gelmeye başlayan taşlardan anlaşılıyordu. Güvenlik ihtiyacı
konusunda hiçbir zaman devletin kolluk güçlerine güvenilmemesi hususunda
gerekli tecrübeyi biriktirmiş olan abiler isabetli bir sezgiyle, sağdan soldan
tahta, taş toplamaya başlamıştı bile. Ben ve arkadaşım da abileri izleyerek
savunmada kullanılabilecek her türden nesnenin toplanması işine katıldık. Takip
eden aşama, karşı topluluğun, Kültür Merkezi’nin arka tarafından, muhtelif
sokaklardan taşlarla sopalarla saldırısıydı. İnsanlıktan nasibini alamamış bu
kişiler için, yarımızdan fazlamızın kadın ve çocuklardan oluşmasının tabii ki
önemi olamazdı. Onlar attıkları her taşla, yaralayacakları, öldürecekleri her
insanla, cennet bahçelerine daha bir yaklaşıyorlardı. Bu ilk saldırı başarıyla
püskürtüldü. Saldırı sırasında veya hemen sonrasında, saldırgan güruh bizi
yarı-kuşatma halinde tutarken, askeri araçlarla bir miktar jandarma da geldi ve
arkamızda sıralandı. Polis gibi jandarma da hadiseyi izlemeye programlanmıştı.
İzleyip bir süre sonra da oradan ayrıldılar. Saldırganlar Kültür Merkezi’nden
uzaklaşmış, -sonradan öğrendiğimiz üzere- şehir merkezine, vilayete
yönelmişlerdi.”[9]
“Saat 14.30'du, polisten, Valiliğin, "etkinlikleri iptal ettiği" haberini öğrendik. Bu sırada birkaç polis "Sizi otelden alalım, şehir dışına çıkaralım" dedi. İçeride birtakım tartışmalar oldu, sonra otelden çıkmak için gecikildiğini farkettik. Bu arada yine az sayıda bir grup askerin otelin önüne açılan yolları kestiğini görünce, hepimiz bir parça rahatladık. Çoğunlukla lobideyiz. Dışardaki az sayıda asker ve polise rağmen, Kültür Merkezi'nden dönen gösterici grup, otelin 20-25 metre önünde toplandı.
Aziz Nesin hâlâ odasında. Garsonların lokantadan getirdiği yemek bile odasına çıkartılmadı, hangi odada kaldığı öğrenilmesin diye. Bu sırada Pir Sultan Abdal Tiyatrosu oyuncuları ve semah ekibi otele geldi. Dışarıda slogan ve tekbir sesleri gitgide yoğunlaşıyordu. Bir ara, grubun dağıldığı ve yeniden Kültür Merkezi'ne doğru gittiği haberini aldık. Bir süre sonra polis telsizinden Kültür Merkezi'nin önünde çatışma çıktığını duyuyoruz: Arif Sağ konserini ve "Medya ve Emperyalizm" konulu paneli dinlemeye gelenler, gösterici grubu püskürtmüşler. Gösterici grup bu kez yeniden otele yönelmiş, bu arada da, birileri, belki de polis, göstericilere karşı koyanları otobüslere bindirip Ali Baba Mahallesi'ne götürmüş.
Otelin önünde yeniden toplanan göstericiler "Vali istifa", "Burası Moskova değil", "Şeytan Aziz", "Kanımız aksa da zafer islamın", "Dönmeye değil ölmeye geldik" ve "Şeriat gelecek her şey bitecek" gibi sloganlar atıyorlardı.”
“SAAT 15.30
Carina ilk kez tedirgin oluyor. Çünkü sürekli gülen insanların yüzü
ilk kez asılmaya başlıyor. Salonda gerginlik var. Sorduğunda, "Türkiye’de olur böyle şeyler, aldırma" diyor arkadaşları. "Birazdan biter." Biteceğe pek benzemiyor. Saldırganlar
otele girmeye çalışıyor. Yönetmen Erdal Ayrancı, Ozan Hasret Gültekin, Şehir Planlamacısı Muammer Çiçek, üniversite
öğrencileri Serkan Doğan, Murat Gündüz, Ahmet Özyurt otelin giriş kapısına masa ve
sandalyelerden barikat kurmaya başlıyor. "Yaşlılar, çocuklar yukarıya çıksın!" deniliyor. Carina, Yasemin ve Asuman’la birlikte odasına çıkıyor. O sırada otele ilk taş
atılıyor. Arkasından yüzlercesi mermi gibi yağıyor. Odadan kaçıyorlar. Otelin
tüm camları birkaç saniye içinde kırılıyor. Carina herkes
gibi koridorda taşların durmasını bekliyor, sessizce.”
“Bu sırada Arif Sağ telefonla ulaşabildiği bütün
resmi makamlara hayatlarının tehlikede olduğunu, güvenlik tedbirlerinin
yetersiz kaldığını bildiriyordu.
Otele ilk taş, Arif Sağ'ın telefonla konuştuğu sıralarda atıldı ve lobinin ön
cephesindeki camlar aşağı indi. Bunun üzerine, lobide toplananlardan bir grup
üst kata çıktı. Gençler ellerine geçirdikleri, masa, dolap, yangın söndürücüsü
gibi eşyayla lobide barikat kurmaya başladılar. Otelde kalanlar sokağa penceresi olan
odalardan uzaklaşıp koridora ve merdivenlere sığınıyorlardı.”
“SAAT 16.30
Kalabalığa katılımlar
artıyor. Arif Sağ sürekli telefonla Ankara’yı
arıyor; yetkilileri haberdar ediyor. Yanıt hep aynı: Korkmayın, askerler
geliyor!
Otelde bulunanlar çaresiz. Barikatların arkasında bekleyenler, saldırırlarsa ne yapacaklarını konuşuyor. Herkesin elinde fırça sapı, süpürge sapı, sandalye ayağı var. Kimsenin aklından yangın geçmiyor...”
Otelde bulunanlar çaresiz. Barikatların arkasında bekleyenler, saldırırlarsa ne yapacaklarını konuşuyor. Herkesin elinde fırça sapı, süpürge sapı, sandalye ayağı var. Kimsenin aklından yangın geçmiyor...”
“Otele atılan taşlar giderek artıyordu. Birden, yangın ihtimali konuşulmaya başlandı. "Su lazım olacak" diyerek, bulunan her türlü kap suyla doldurulup bir kenara konmaya çalışıldı. Aynı sıralarda çevre illerden "takviye birliklerin yola çıktığı" haberi yayıldı. Hepimiz umutlandık. Bir ara Arif Sağ'ın, sokağa bakan odasına çıkıp göstericilerin fotoğrafını çektim. Henüz ikinci kez deklanşöre basacaktım ki yeni bir taş yağmuru başladı. Tekrar koridora döndüm. Herkes birbirine "moralimizi bozmayalım, kendimizi kaybetmeyelim" diyordu. Başta Asım Bezirci olmak üzere hemen herkes, herhangi bir linç ihtimaline karşı kendilerini savunmak üzere şişe, sandalye bacağı gibi etrafta ne varsa yanlarına alıyordu. Artık dışardakiler çevrede buldukları taşları bitirmiş, kaldırımları söküyorlardı... Bazıları da otelin karşısındaki binalara çıkmışlardı. Çatılarda buldukları saksıları ve kiremitleri tekbir sesleriyle otele doğru fırlatıyorlardı. Gençler otelin girişine kurdukları barikatın gerisinde beklerken, bir grup gösterici, polis barikatını aşıp içeri girdiler. Korkunç gürültülerle birlikte kısa bir süre büyük bir mücadele yaşandı ve grup püskürtüldü. Aynı şeyi birkaç kez tekrarladılar... Sivas'a semah gösterileri yapmak için gelmiş olan bu gençlerden hemen hiçbiri canlı dönemedi Ankara'ya...”
“SAAT 17.30
Carina, ekipteki kızlarla birlikte
koridorda oturmayı sürdürüyor. 16 yaşındaki lise öğrencisi Özlem ve 17
yaşındaki üniversite öğrencisi Nurcan Şahinkardeşlerle sohbet ediyor.
Aynı anda Özlem, çantasından
çıkardığı rengárenk iplerle üniversite öğrencisi 19 yaşındaki arkadaşı Handan Metin’in saçını örmeye başlıyor. 12 yaşındaki Koray Kaya, başını
ablası 17 yaşındaki Menekşe Kaya’nın dizine koymuş, hiç
sesini çıkarmadan yatıyor. O sırada yanlarına karikatürist Asaf Koçak geliyor;
mızıka çalıyor.”
“Lobide bu çatışmalar olurken Aziz Nesin de eline bir demir çubuk almış, odasından çıkmıştı. Bu sırada fotoğraf çekerken kireç gibi yüzüyle bir kadın yanıma yaklaştı ve "Bunları çekiyorsun ama hiçbirisini göremeyeceğiz" dedi. Takviyenin gelmesinden yavaş yavaş umudumuz kesiliyordu. Bu sıralarda Aziz Nesin, Erdal İnönü ile görüştü. İnönü'ye telefonda güruhun sesini ve camlara fırlatılan taşların sesini dinletti. Erdal İnönü yanıt olarak "Her türlü tedbirin hızla alındığını" söylemiş. Aynı anda Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu otelin önüne gelmişti. Kalabalığa hitaben kısa bir konuşma yaptı. "Biz Sivaslılar olarak bu konuda yeteri kadar tepkimizi gösterdik, artık dağılın" dedi. Gösterici grup, Aziz Nesin'in kendilerine verilmesi yönünde sloganlaratıyordu. Ayrıca Kültür Merkezi'nin önüne dikilen halk ozanı anıtıın da yıkılıp otelin önüne getirilmesini ve burada yakılmasını istiyorlardı.”
“SAAT 18.30
Kalabalık yedi saattir
otelinde önünde. Kültür Merkezi önündeki Ozanlar Anıtı yıkılarak otel önüne
getiriliyor; parçalara ayrılıp otele fırlatılıyor.“
Bunun üzerine belediye başkanı heykeli yıktırıp otelin önüne getirtti. Anıtı, otomobillerden çektikleri benzinle tutuşturup yaktılar. Aralarında Arif Sağ'ın otomobilinin de bulunduğu birçok otomobili ateşe verdiler.
“SAAT 19.30
Yalçın
Sivri, saatlerdir aradığı otelin telefonunu nihayet düşürebiliyor.
Kız kardeşi Asuman’la konuşmak istediğini
söylüyor. Asuman’ın telefona gelmesi zor. "Biz aradığınızı söyleriz"diyor
oteldekiler. Ağabey Yalçın, "Söyleyin kardeşime karnesini
aldım; takdir almış"diyor. Asuman’ın
bütün gün beklediği haber nihayet gelmişti işte; sınıfını takdirle geçmişti. Sevinçli
haberi aldı mı, bilinmiyor. Çünkü... Saat tam 19.50’de otelin elektrikleri
kesiliyor... Sonra... Duman
kokusu... Ardından... Kavurucu bir sıcaklık... Ve alevler... Karanlığın içinde
herkes bir yana savruluyor. Carina, terasa ulaşmak isteyen semah grubunun
arasında. Ulaşamıyorlar. Carina ile birlikte o koridorda oturan
semah grubunun gencecik kızları; Yasemin, Asuman, Belkıs, Handan, Gülsüm,
Gülender, Huriye, İnci, Menekşe, Nurcan, Özlem, Sehergül, Serpil, Yeşim... Hiçbiri kurtulamıyor.”
“Otelin içine yoğun bir gaz kokusu yayıldı. Saat
sekize geliyordu. Bu kokunun nereden geldiğini anlamaya çalışıyorduk ki
elektrik kesildi. Koridor ve
merdivenler gözgözü görmez bir karanlığa büründü. Aşağıda gençler içeri girmeye
çalışanlarla mücadele ederken, genç kızlar dördüncükata çıkarıldı. Ben o sırada
üçüncü kattaydım. Bir toz bulutundan başka bir şey seçemiyordum. Artık cesaret
ve umut tümüyle tükenmişti. Birileri alt kattan "Çantalarınızı alın,
gidiyoruz" diye seslendi. Çantalarımızı alıp el ele tutuştuk. Birinci kata
doğru indik. Birinci kata geldiğimizde aniden bir parlama ortalığı aydınlattı. Birinci
kattaki odalar yanmaya başlamıştı. Bez topaklarını gaza ve benzine bulayıp
yakmışlar ve içeri atmışlardı. İçerde her şey zaten sentetikti ve bir anda yangın yayıldı, her yer
dumana boğuldu. Bütün kontrolümüzü yitirmiştik. Herkes çığlık çığlığa bir çıkış
yolu bulmaya çalışıyordu. O sırada aşağıdan "İçeri giriyorlar" diye
bir ses duyuldu. Birden panik doruğa ulaştı. Sıcak ve duman dayanılmaz
haldeydi. Nefes almakta güçlük çekiyorduk. Ben birinci katla ikinci kat
arasındakimerdivenlerde kalakaldım; ikinci kata çıkanlar da korkunç bir alevle
karşı karşıyaydılar. Artık çığlıktan başka bir şey duyulmuyor, alevlerden başka
da bir şey görünmüyordu. Olaylar başlamadan önce karikatürlerindeki devekuşu
simgesini ne kadar çok sevdiğini bana uzun uzun anlatan Asaf Koçak'ın yanımda
olduğunu farkettim. "Üst kata çıkalım" dedi. Ben yerimde çakılıp
kalmıştım, çıkamadım; O çıktı ve orada öldü! Birinci katın koridorundan dipteki
odalara doğru yürüdüm. O sırada hissettiğim sonsuz bir yalnızlık duygusuydu,
kendi kendime "Bitti" dedim.
Herhalde artık nefes alamıyordum, ama birden bir serinlik çarptı yüzüme;
karanlığın içinde bu serinliğe doğru yürüdüm; vardığım yer, penceresi hava
boşluğuna bakan bir odaymış. İçeride başkaları da vardı. Bu serinliği izleyip
gelen 31 kişi Sivas'tan canlı ayrılacaktı.”
“Camdan
baktığımda üçgenimsi bir küçük bölüm gördüm. Burası bizi bir süre koruyabilir
diye düşündüm. Eşim yanımda olduğu ve onu korumam gerektiği için kurtuldum.
Çünkü eşimin gözlemine göre yanında eşi olmayan arkadaşlar hep bir aradaydı.
Yangında dumandan boğulup ölenler de onlar oldular. 19:30’da elektrikler
kesildi. Otel karanlığa gömüldü. 19:50 sıralarında aşağıdan gaz ve yanık
kokuları gelmeye başladı. Biz merdiven başlarında, koridorlarda, kapı önlerinde
bekliyorduk. Özellikle yanında eşi, hanım arkadaşı olmayan arkadaşlarımız;
Metin Altıok, Behçet Aysan, Erdal Ayrancı, Uğur Kaynar, Kamber Çakır, Asım
Bezirci lobi ile 1. kat arasındaki kahvaltı salonunun merdivenlerinde,
kadınlara, çocuklara karşı olası bir saldırıyı önleyebilmek için barikat
kurmuşlardı. Çocuklar, gençler merdivenlerde oturuyorlardı. Aşağıdan bir ses
“Arkadaşlar aşağı gelin” dedi. Merdivenlere yöneldik. Ama daha iki basamak
inmeden bizi yoğun bir sıcaklıkla duman karşıladı. Aynı anda ses “Arkadaşlar
yukarı” dedi. Sıcaklık ve duman sürekli yukarı çıkıyordu. Aklıma o üçgenimsi
yer geldi. Karanlıkta karımın elinden tutmuşken, karanlığa, “Arkadaşlar, arka
odalara yürüyün, kapıları pencereleri kırın” diye, Camdan dışarı çıktık.”[10]
“ve bu dünya yılan yuvasına benziyor
ve bu dünya
öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki
seni öpüyorken
kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.”
Bir süre sonra pencereden aşağı, boşluğa atladık. Öteki binanın iki penceresi bu hava boşluğuna bakıyordu, pencereleri zorladık. Burası Büyük Birlik Partisi Sivas İl Merkezi'nin pencereleriymiş. Bir süre sonra camlar açıldı ve içerdeki birkaç adam, bizi oraya almak yerine küfredip bağırmaya başladı. Ben adamlardan birinin ellerine sarıldım, yaşamak için oraya girmem şarttı. Ama onlar bunu anlamıyormuşcasına ellerine geçirdikleri sopalarla beni ve benimle birlikte boşluğa atlamış olanları ittiriyorlardı, ısrarla...
“Bu kez
karşımızda iki Aczimendi, sopalarıyla bizi karşıladılar. “Geldiğiniz yerden
çıkın, buraya gelmeyin” deyip ağız dolusu sövgüler yağdırdılar. Yanımızda Şair
Ali Yüce'yle karısı o zaman 65 yaşında olan Nimet Abla vardı. Ona da ağır
küfürler ediyorlardı. O da öyle sakin, güzel bir insan ki “Evladım ben sizin
anneniz yaşındayım, nasıl böyle sözler söylersiniz” dedikçe onlar daha çok
sövüyorlardı.”[11]
"Sizi buraya biz mi çağırdık, ne haliniz varsa görün" diyorlardı. Biz yine de ağlayarak yalvarmayı sürdürüyorduk. Oteldeki çığlıklar dinmemişti. Tam o sırada partinin il yöneticilerinden yaşlı bir adam pencerenin önüne geldi ve elini bana uzatıp "Gel kızım" dedi; 31 kişinin hayatını kurtarıyordu...
“Baktım, o iki
Aczimendi gitmiş, karşımızda tıknaz, kır saçlı bir adam bize “Gelin arkadaşlar”
diyor. Bir anda öbür pencerede Aziz Nesin'in bir korumasını gördüm. İki
koruması daha önceden kaybolmuştu. Üçüncü koruma elinde telsizle “Arkadaşlar
gelin” dedi. 31 kişi öyle geçtik oraya. Bir salona alındık, gittiğimiz yerin
BBP İl Binası olduğunu bilmiyorduk. Onlar da şaşkındılar, bize nasıl
davranacaklarını bilmiyorlardı. Çünkü BBP'nin Alperen Ocakları militanları
dışarıda oteli taşlayanlar arasındaydı. Kadınları ayırdılar, çünkü o partinin
kadın üyesi yokmuş. Kadınlar mutfak tarafına geçti, salona bizi aldılar. Cam
kıyılarına da kendi üyelerini oturttular, dışarıdan bakanlar içeride sadece
BBP'liler var desinler, diye. Sayım yapıldı. 45 dakika kadar orada oturduk.
Aziz Nesin'in koruması komiser oradaydı, telefonun başına geçti. Belediye'den
bir personel aracı sağladı bize. Işıkları söndürülmüş merdivenlerden, ışıkları
söndürülmüş personel aracına bindik Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldük.”[12]
“BBP İl
Başkanı Ahmet Yıldız: Saat 19.00-19.30 sularında biz parti binamızda 8-10
kişi oturuyorduk. Ön tarafta salon, arkada da iki tane oda vardı. Parti
daireden bozmaydı. Büyük odanın camları aniden kırıldı. Bizim arkadaşlarımızla
onlar arasında münakaşalar, bağrışmalar oldu. Ben diğer arkadaşlarla beraber
koridordan yatak holünden arka tarafa, odalara geçtim. Partinin arka tarafında
1 metre genişliğinde aydınlığımız vardı ve yüksek duvarlarla çevriliydi. Başka
binalar da oraya bakıyordu ama hiçbirinin penceresi yok sanıyordum. Meğer
pencereden dışarı bakınca sağ tarafımızda da 100-150 santim yüksekliğinde
aydınlık devam ediyormuş ve bu arayı saçla, ahşapla kapatmışlar. Pencereden
kırılan camdan baktığımda insanların o saçları yatırdığını ve onların üstünde
toplu şekilde, korkmuş vaziyette durduğunu gördüm. “İl başkanıyım, bütün
sorumluluk bana ait, lütfen partiye gelin” dedim. İçlerinden yaşlı bir bayan,
“Öleceksem de burada öleceğim” dedi, girdi. Onun peşinden de diğer insanlar
girdi. Toplam 35 kişiyi içerde ağırladık. Tabi içeri girdikleri zaman bir
karışıklık oldu. Münakaşa falan olmasın diye konuşmayı yasakladım. Bir süre
sonra dışardan silah sesleri gelmeye başladı. Herkesi yere oturttum, dışarısı
kalabalık olduğu için apartmanın girişine iki kişi bıraktım. Kardeşime bile
‘otelden buraya sığınanlar oldu, burda birileri var` demedim. Çünkü o kalabalık
duyarsa, partimizi de basarlar diye korkuyorduk. Emniyete de haber vermedik.
Oradaki insanlardan ikisinin cam kırılması nedeniyle eli kanıyordu, onları bir
arkadaşımla hastanaye gönderdim. Partide otururken sakinleştikten sonra, hatta
ikinci çaylarını içtikten sonra gelen arkadaşlardan ikisi ağlamaya başladı.
“Orada arkadaşlarımız kaldı, onları da kurtaralım” dediler. İki kişi ve ben
arka tarafa doğru yürüdük. Yatak olan kısımda kapıyı açtığımız zaman, arka iki
odanın tamamen dumanla dolduğunu gördük. “Ben gelemem. Siz arkadaşlarınızı
getirebilirseniz, getirin” dedim. Onlar da biraz sonra benim peşimden gelip
geri döndüler. Silah sesleri kesildikten sonra emniyete telefon ettik ve 35
arkadaşın 2`sini hastaneye gönderdik. 33 arkadaş için de sivil bir araba
gönderdiler, 33 kişiyi teslim ettim. Sarıldık, öpüştük. “Geçmiş olsun” dedik,
gönderdik. Yukardaki insanların havasızlıktan dolayı vefat ettiğini ancak eve
geldikten sonra televizyondan duydum. Velhasıl göz göre göre saat 14.00`den
17.00`ye kadar bu kalabalık seyredildi orada, bir şekilde dağıtılabilirdi.
Burada emniyetin basiretsizliği var. Yangın da zaten 18.00-18.30 gibi oldu. O
zamana kadar bu kalabalık dağıtılırdı.”[13]
Yaşadığımıza hâlâ inanamıyorduk. Koridorda
sıkıştığımızı sanmıştık, kurtulamayacağımıza inanmıştık. Oysa tersine umutla
üst katlara çıkanlar öldü. Partide geçirdiğimiz bir saat içinde bunun böyle
olduğunu bilemiyorduk, çünkü otelin üst katlarındaki sesler kesilmişti,
zannetmiştik ki itfaiye geldi ve onlan kurtardı. Kurtulamadılar... Aslında Aziz
Nesin de dahil, içerdekilerin kurtulup kurtulamadığını bilemiyorduk. Sonradan
öğrendiğimize göre alevler ve duman iyiceyükseldiğinde Aziz Nesin ve Lütfi
Kaleli otelin dördüncü katma kadar çıkmışlar. Atılan taşlara rağmen
pencerelerden sarkarak yardım istemişler. Üstünde bir itfaiye eriyle birlikte
araç yaklaşmış, o arada "O ölecek olan adam, onu kurtarmayın" diye
sesler çıkınca itfaiye eri geri inmiş. Ama bu arada zaten yolu yarılamış olan
Aziz Nesin ve Lütfi Kaleli aracın üstüne inmişler. O arada bir saldırgan elindeki
sırıkla Aziz Nesin'e hücum etmiş ve dengesini bozmuş; Aziz Nesin kafasını ciddi
şekilde yaralamış. Hemen
Kayseri'ye doğru yola çıkmışlarsa da Aziz Nesin çok kan kaybettiğinden
üniversite hastanesine yönelmişler.İlk yardım yapılmış, sonra "bilinmeyen
bir yöne doğru" gitmişler. Bir kandırmaca yaşatmışlar saldırganlarla Aziz
Nesin arasında... Bütün bu ölüm korkusu içinde bir de "tuhaflıktan"
söz etmek lazım. Bir insanın varlığının ne kadar anlamlı olduğunu düşündüm,
unutmak hiçmümkün değil. Aziz Nesin'e, biri telsizli komiser, öteki otomatik
silahlı iki polis koruma vermişler. Olayların patlak verişinden bir süre sonra
silahlı olan gözden kayboldu. Telsizli komiser ise bizimle birlikte canını
dişine taktı; barikattaki gençlerle birlikte saldırganlara karşı koydu, hava
boşluğuna açılan pencereden
inmemizi sağladı, sanki en yakın dostlarıymışız gibi davrandı hep... Unutmak
mümkün değil...
“Sentetik
halıların yanmasından oluşan zehirli dumanın şey ettiği söyleniyor... Olabilir.
Çok pis genzi yakıyor, mahvediyor insanı. Burnunun direği kırılıyor. İçeride 5
dakika duramadım. Girip çıkıyorum. İçeride telsiz sesi duydum. Sesin olduğu
yere gittim, Aziz Nesin. Telaşlanmış, beyaz saçlı, gözleri yuvadan fırlamış. O
komiser mi, komiser muavini mi, bana dedi ki, “Hocayı dışarı verelim. Merdiven
kuruluyor” dedi. Ben hemen koluna girdim Aziz Nesin’in, beraber merdivene verdik.
Nereye gitti, bilmiyorum, daha ben içerdeyim. Otelin üst katlarına doğru
çıktım. Fener bulmuştum bir yerden. Şıpır şıpır itfaiyenin sıktığı sular,
duman, karbondioksit gazı zaten var. O arada koridorlarda feneri tuttuğumda,
insanlar üst üste. Elleri, nabzı var mı, atışı var mı diye, elim sıcaklığıyla
yapışıyordu insanlara... Yine bir inilti duydum az ilerde. Genç bir kız. Vurdum
sırtıma aşağı indim, ambulansa bindi gitti. (…) Emniyet Müdürü anons ediyor,
diyor ki: “Zor kullanayım Valim.” “Zor kullanma” diyordu Vali. Yani burada zor
kullanılsaydı sonradan yaşanacak olaylar olmayacaktı. Buradan, Sayın Vali zaten
alt kata, sığınak gibi yere inmişti. Ordaki cam çerçeve indi. Temel
Karamollaoğlu, zamanın belediye başkanı, topluluğa hoparlörden “Sakin olun”,
“Taşkınlığa meydan vermeyin” diye yatıştırıcı konuşma yaptı. Yatışmadı. Daha da
azgınlaştı o topluluk. Zaten ben topluluğun arkasından gittiğimde Madımak
Oteli’nin önü 10 bin, 15 bin kişi olmuştu. 450 kişi polis kuvvetin var, tüm
kuvveti Kültür Merkezi’ne yığıp da biz onları zaten 10 dakikada dağıtırdık.
Prim verildi topluluğa. Madımak Oteli’nin önünde bulunan tüm araçlar, taksiler
ne varsa devrildi, yakıldı. Otelin içine girdim. Oteli kordona aldığımız 50-60
kişilik polis kuvvetiydi. Nerdeydi yani 400 kişi, neredeydi? 15 bin kişi içinde
kayboldu mu, ne oldu? Ben bilmiyorum...”[14]
Yeter
Hanım, dönemin siyasi sorumlularının da yargı önüne çıkarılmasını istiyor:
“Belki de şu anda cezaevinde yatanlar suçlu değil, nereden bileceğim. Sokaktan
topladıklarını götürdüler. Sivas katliamının esas suçlusu baştakiler, çünkü
olaylara müdahale etmediler. Demirel, Çiller ve Özal sabıkalı Sivas’tan.
Demirel’den, Çiller’den, Özal’dan, İçişleri Bakanı, Kültür Bakanı’ndan halkın
huzurunda davacıyım. Hepsinin yargılanmasını istiyorum. Erdal İnönü öldü ama
Hak huzurunda ahirette davacıyım.”[15]
“Erdal
İnönü: Sivas’ta bir ihmal var,
ama nereden kaynaklandığını anlayamadım. ‘Orada yeterince güçlü bir komutan ya
da vali olsaydı müdahale edip durdururdu’ diye düşünüyorum, ama öyle olmadı
anlaşılan. Oradaki yerel yönetim, zaaf gösterdi. Hükümet de acemilik etti.
Belki oradakilerle daha sıkı temas etseydi, İçişleri Bakanı Vali’ye ‘Ne yap
yap, durdur’ deseydi, daha farklı olabilirdi. O bakımdan hükümetin ortak
sorumluluğu var. Ben de hükümetteydim, benim de sorumluluğum var. Gerçi ben
uzaktaydım, bir şey yapmak için en zor durumdaydım, ama sonuçta hükümetteydik
hep beraber. Demek ki tahmin edemedik böyle birşey olacağını. Zamanında
müdahale edemedik. Oradaki durumu engelleyememek, birtakım masum insanların
ölümüne sebep oldu; acıklı olan o... Onu affetmedi bizim partililerimiz... Ne
zaman bir toplantıya gitsem ‘Sivas’ta katliamı niye durdurmadınız’ diye suçluyorlar.
Ben anlatıyorum baştan sona kadarÖ Birşey söylemiyorlar, ama benim gerekeni
yapmadığım, hata ettiğim şeklinde bir izlenim hep devam ediyor. Çünkü kendi
canları yandı. Sivas’ta zulüm görenler beni seven, sosyal demokrat insanlardı.
Bir kısmı Alevi idi. Tabi Aleviler, onları seven birisi Başbakan Yardımcısı
iken kendilerine hiçbir kötülük gelmeyeceğini düşünüyorlardı. Onları seven
birisi iktidardayken bu iş nasıl oldu, onu bir türlü anlayamıyorlardı. O yüzden
de bu talihsiz sonuçtan dolayı beni affetmediler. ‘Senin bizi koruman
gerekirdi, niye korumadın’ dediler hep...“[16]
“Jose'nin Göğü'nü, Asım'ın, Behçet'in, Metin'in, Hasret'in
göğü olarak düşünelim isterim...
Josê’nin Göğü
bir düzlükte vurdular gençliğini
çayırların tutuştuğu ateşle
işte orada, o sebepsiz kıraçta
bir çığlığa sustum
bir geceye söndüm
sonra ilerleyen pazar
durmadan kararan kanla
beni kendine kattı
ah o zalim derinlik
üzdün gözlerimi, yalnız
bi vakit bir düzlükte bulundum
oysa eriyip gitmek isterdim
atınla yazılmış o ıssızlığa
kanatlarıyla geçtiğin rüzgâra
bir çiçeği savunmanın sesi,
ellerinle dokunmak için
dünyaya nişanlanan isyana
taşıdın kendini o büyük sonsuzlukla
bir düzlüğün bir dağı geçişi
bu olmalı işte korkunç büyük yenilmek
dört nala göğü boşaltmak
jozê, bu yazı bir gençlikte anlatılmaz
Josê’nin Göğü
bir düzlükte vurdular gençliğini
çayırların tutuştuğu ateşle
işte orada, o sebepsiz kıraçta
bir çığlığa sustum
bir geceye söndüm
sonra ilerleyen pazar
durmadan kararan kanla
beni kendine kattı
ah o zalim derinlik
üzdün gözlerimi, yalnız
bi vakit bir düzlükte bulundum
oysa eriyip gitmek isterdim
atınla yazılmış o ıssızlığa
kanatlarıyla geçtiğin rüzgâra
bir çiçeği savunmanın sesi,
ellerinle dokunmak için
dünyaya nişanlanan isyana
taşıdın kendini o büyük sonsuzlukla
bir düzlüğün bir dağı geçişi
bu olmalı işte korkunç büyük yenilmek
dört nala göğü boşaltmak
jozê, bu yazı bir gençlikte anlatılmaz
“zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
dört kez çaldı (…)
kurtarıcı mezarda uyumuştur
ve toprak, ağırlayan toprak,
dinginliğe bir
belirtidir.”
[1] Furuğ FERRUHZAD Çeviri: Haşim HÜSREVŞAHİ
[4] Soner
Yalçın http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/6810704.asp
[10] Hidayet
Karakuş http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/madimaki-yakanlar-isid-destekcisi-h55842.html
[11] Hidayet
Karakuş http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/madimaki-yakanlar-isid-destekcisi-h55842.html
[12] Hidayet
Karakuş http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/madimaki-yakanlar-isid-destekcisi-h55842.html
[13] Neslihan Özaydın'ın
söyleşisi http://www.haber7.com/guncel/haber/416683-madimakta-35-cani-kurtaran-bbpli-konustu