Pazartesi, Aralık 28, 2015

Karanlığın Yüreği veya Yüreğin Karanlığı



Klasikler arasında değerlendirilen Karanlığın Yüreği, Joseph Conrad’ın, eleştirmenler tarafından üzerinde çok tartışılmış önemli bir eseridir. Yazarın 1890 yılı yolculuk notlarına dayanan roman 1899 yılında yayımlanır. Freud’un Beyond the Pleasure Principle ve Einstein'ın Theory of Relativity kitaplarından önce yazılmasına rağmen bu yayınlardaki fikirleri, tezleri içerdiği/barındırdığı öne sürülen[1] roman üzerine yapılan değerlendirmeler üç başlık altında toplanabilir. Buna göre esere, emperyalist sömürüyü eleştirdiği, burjuva ahlakını eleştirdiği veya insan ruhuna odaklanan psikolojik/sembolik bir roman olduğu yönlerinden yaklaşılır. Baskın olan görüşe göre roman, temelde psikolojik bir eser olarak değerlendirilmekte ve bu bakımdan Conrad’ın, Poe ve Hawthorne’dan ziyade Henry James ve Dostoyevski’ye daha yakın olduğu belirtilmektedir.[2]


Genelde Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği’ni eleştirmenler kişinin kendi benliğini bulma adına yapılan manevi bir yolculuk olarak değerlendirirler. Bazı eleştirmenler Conrad’ın simge ve sembolizmini Vergil’in Aeneid’inkine benzer geleneksel epik bir yolculuğu yansıttığını, kimisi de bazı bölümlerin Dante’nin İnferno’sunu yankıladığına dikkat çekerler. Kimi eleştirmenler ise kitabın psikolojik sembolizmle yüklü olduğunu vurgularlar. Bu görüşü paylaşanlar beyaz adam Kurtz’un ve roman kahramanı Marlow’nun bir eşi olduğunu ve Freud’un “ id” veya Jung’un gölgesini temsil ettiğini açıklarlar. Eser bir başka boyutta ele alındığında ise emperyalizmin eleştirisi olarak gözümüze çarpar. Yapıt Avrupa sömürgeciliğinin uygarlık maskesi altındaki korkunç yüzü, yirminci yüzyılın insanının ahlak yönünden çöküşü gibi değişik anlamlarda da okunabilir. Ne açıdan ele alınırsa alınsın, “ Karanlığın Yüreği” bu temalarla örülmüş bir içsel yolculukta, kişinin özüne ulaşabilme çabalarıdır.[3]


Ne dehşet! Ne dehşet!’

Kitap, Thames Nehri üzerinde demirlemiş, Nellie isimli gezi gemisinin güvertesinde başlar. İsmi, karakteri ve diğer özellikleri hakkında, öykünün sonuna kadar hiçbir fikir sahibi olamadığımız birinci anlatıcı (yazar), öncelikle güvertede bulunanları okuyucuya üstünkörü tanıtır. Güvertede; birinci anlatıcı ile birlikte, aynı zamanda Şirketler Müdürü olan kaptan, bir avukat, bir muhasebeci ve hikayenin ikinci ve asıl anlatıcısı olan gemici ve gezgin Charlie Marlow bulunmaktadır. Marlow, günün kavuşması ve karanlığın çökmesinden sonra, kitabın hiçbir yerinde ismi geçmeyen ve ancak okundukça neresi olduğunu anladığımız Kongo Nehri’ndeki bir macerasını, güvertedeki dinleyicilere anlatmaya başlar. Öykü bu anlatım üzerinden kurgulanmıştır. Öyküde, anlatıcının zamanı ve Marlow’un hikayesinin zamanı olmak üzere iki ayrı zaman bulunmaktadır. Öykü, kendi içinde başka bir öykü olarak kurgulanmış, değişmeceli biçem üzerine oturtulmuş alegorik bir eserdir.


Marlow, Hint Okyanusu, Büyük Okyanus ve Çin Denizi’ndeki görevini bitirmiş, Londra’da işsiz güçsüz dolanmaktayken bir süre sonra sıkılarak, kendisine çalışacak gemi bulma çabasına girer. Harita incelemeyi seven ve incelediği coğrafyalara gitmeyi düşleyen Marlow, bu kez gerçekten görmek istediği olağanüstü bir kıtayı seçer. Burası Afrika Kıtası’dır. Okuyucuya, kıtanın Afrika olduğu açıkça verilmez; hikaye içinden çıkarım yoluyla bu sonuca ulaşılır.


Afrika Kıtası’nda, Kongo Nehri üzerindeki ticaret yolunda seyir halindeki istimbotlardan birinde iş bulmaya çalışan Marlow, bu yolda, hiç de alışık olmamasına rağmen kirli dümenler çevirmeye, kendisine dostları sayesinde torpil bulmaya çabalar. Başaramayınca, teyzesi kanalıyla, yüksek mevkilerde görevli olan bir yöneticinin eşine ulaşılır ve istediği işe atanır. Kongo Nehri üzerinde ticareti yürüten Belçikalı şirketin Danimarkalı kaptanının öldürülmesi; Marlow’un ölen kaptanın istimbotunda görevlendirilmesini sağlar. Marlow; Londra’dan, Manş Denizi’ni aşarak, “beyaza boyanmış bir mezarı anımsatan” ve bu anlatımla Belçika’nın Brugges kentinden bahsedildiği izlenimi edindiğimiz, şirket merkezinin bulunduğu yere, sözleşmesini imzalamaya gider. Kitap, bütünüyle metaforlarla örülü olduğundan, okuyucudan beklenilen; zaman, mekan ve karakterler hakkında metaforlardan anlam çıkartarak sonuca gitmeleridir.


Marlow, sözleşmesini imzaladıktan ve gizlilik yemini ettikten sonra, gümrük memurları ve askerlerin indirilmeleri için her limanda duran bir Fransız gemisiyle, görev yerine doğru yolculuğa başlamıştır. Yolda, bir Fransız savaş gemisine rastlarlar; gemi terk edilmiş ıssız bir kıyıyı boşuna bombalamaktadır. Bu kıyının Gine veya Senegal kıyıları olduğu izlenimi uyanır. Savaş gemisinde her gün ortalama üç kişinin hastalık ve açlıktan öldüğü askerlere, memleketlerinden gönderilmiş mektupları vererek yola devam ederler. Sonunda, Kongo Irmağı’nın döküldüğü, dönemin Fransız Kongosu’nun başkent bölgesi olan Brazzaville bölgesi kıyılarına demirlerler. (Kinşasa’dan bahsediyor da olabilir.) Görev yerine ulaşması için daha yolu olan Marlow, nehir üzerinde iki yüz mil öteye gitmek zorundadır. İlk etapta, otuz mil ilerisindeki şirket şubesine ulaşmak için, süvarisi İsveçli olan küçük bir istimbotta kendisine yer bulur. İstimbot, Marlow’u şirketin şubesinin bulunduğu yere getirmiştir.


Marlow, şube binasına doğru patikayı çıkmaya başladığında, sömürgeleştirilmiş toprakların, köleleştirilmiş insanlarına rastlar. Birbirlerine zincirlerle bağlanmış kara derili bu insanlar kendi topraklarında, kafalarının tepesinde dengede tuttukları sepetlerle toprak taşıyarak, demiryolu inşaatında köle olarak çalışmaktadırlar. Başlarında silahlı, kendi halkına yabancılaştırılmış kara derili zalim bir adam vardır ve bu adam beyaz derili Marlow’u görünce kendi halkına yönelttiği silahını yere indirir. Arada bir, uçurumun yola engel olmamasına rağmen, tıpkı Senegal veya Gine kıyılarının terkedilmiş topraklarının amaçsızca bombalanması gibi, yine hiçbir amaca hizmet etmeksizin patlatılan bomba sesleri duyulur. Marlow Şube’ye ulaştığında, kolalı yakalı, beyaz manşetli gömlekli, çevredeki yıkıma tezat bakımıyla dikkat çeken şirketin muhasebecisiyle karşılaşır ve Kurtz’un adını ilk olarak ondan işitir. Kongo Irmağı’nda aynı yolu yukarı aşağı kat eden şirket gemileri, karanlıklara doğru bakır teller, pamuklular taşırken; karşılığında ırmak ağzına doğru değerli fildişlerini ulaştırmaktadır. Bu işte en başarılı olan ise kuşkusuz, şirketin en önemli temsilcisi ve iç şubenin müdürü Kurtz’dur.


Kurtz’un geleceği parlak, kariyerinde önü açıktır. Marlow bu şubede bir süre geçirdikten sonra, altmış kişilik bir heyetle yaya olarak Merkez Şube’ye doğru yola çıkar. Yol boyunca kara derilileri katletmiş vahşi beyazlarla karşılaşır. Yabanıllık ve vahşiliğin, kara derililerin aksine, sözde ‘uygarlaştırma’ ile görevlendirilmiş sömürgeci beyazlara has bir özellik olduğuna tanıklık eder. Merkez Şube’ye ulaştığında ise, görevlendirildiği istimbotun bir kaza sonucunda ırmağın suları altına gömüldüğünü öğrenir. Merkez Şube’nin müdürü, Marlow’un gelmesini bekleyemeden geçici bir kaptanla istimbotun yol almasını istemiştir. Çünkü çok önemli bir temsilci olan Kurtz’un hastalandığı hatta ölebileceği duyumu alınmıştır. Kurtz’u kurtarmak gerekmektedir. İşte bu şekilde yola çıkan istimbot kaza geçirerek batmıştır. Görevine başlayabilmesi için, Marlow’un gemiyi su altından çıkarıp tamir etmesi gerekmektedir. Burdan sonra, Marlow’un da görevi değişir ve Kurtz’a ulaşmak ve onu kurtarmakla görevlendirilir. Marlow Kurtz’a yaklaştıkça, öykünün ilk anlatıcısının ve asıl zamanının yer aldığı Nellie isimli gemide; zifiri karanlığın çökmesi ve gemideki dinleyicilerin Marlow’un yüzünü dahi seçemeyecek kadar karanlığa gömülmeleri, Kurtz’un karanlık kişiliğine, daha doğru tabirle karanlığa yaklaşmanın bir metaforu olarak karşımıza çıkar.


Marlow, batık gemisini onardıktan sonra; ateşçi, dümenci, yamyamlar ve hacılardan oluşan mürettebatıyla beraber çeşitli maceralar yaşayarak Kurtz’a doğru yola çıkar. Irmak kenarındaki yerlilerle savaşırlar, yol boyu çeşitli tehlikeler atlatır; can ve mal kaybı yaşarlar. Sonunda Kurtz’un bulunduğu şubeye vardıklarında, üzeri mavi, kırmızı ve sarı yamalarla kapatılmış tuhaf kıyafetli, palyaço görünümlü komik bir adam Marlow’un ekibini karşılar. Burada Belçika ya da Fransa Kongosu’nun, emperyalist devletlerin çeşitli sömürgeci şirketleri aracılığı ile köleleştirilmesi; kıyafetin renkleri ve yamaları ile sembolize edilerek, Kongo büyük emperyal güçlere yaranmaya çalışan bir palyaçoya benzetilmiş gibi görünmektedir. Daha sonraki sayfalarda, palyaçonun ceplerinden çıkanlarla anladığımız kadarıyla; emperyalizm gücünü ve iktidarını, kitaplar ve silahlar aracılığıyla göstermekte ve yaymaktadır.


Kurtz’un yaşadığı derme çatma evin etrafı, ölü insanların başlarının saplandığı sivri uçlu kazıklarla çevrilidir. Kurtz bir fildişi avcısıdır, ve bu uğurda her türlü kötülüğü yapabilecek bir insandır. Gerekirse öldürmek de dahil. Bu kafalar bu uğurda öldürülmüş ‘isyancılar’ın sergilendiği kazıklara oturtularak; bu haliyle çevre kabile ve köylerdekilere caydırıcı bir tehdit olarak sergilenmektedir. İsyancılar’ın her dönemde ismi farklıdır. İşçiler, hükümlüler vb. Kurtz bir sedyeyle gemide küçük bir kamaraya taşınır. Mektupları ve evrakları da kamarasına getirilir. Gemi dönüş yoluna çıkmadan o gece orada dinleneceklerdir. Kurtz gece yarısı kamarasından hasta ve bitkin bir halde kaçar. Marlow bütün mürettebat uykudayken birden uyanır ve kamarayı kolaçan eder. Kurtz’un kaçtığını anlayınca etrafı aramaya çıkar. Dar bir patikada Kurtz’un önünü keserek, onunla yüzyüze gelir. Marlow, bir anlamda kendi içindeki yabanla, yani her insanın derininde yatan o kötüyle yüzyüze gelmiştir.


İnsan ruhunun kendi içindeki iyileri ve kötüleri her daim bir kör dövüş halindedir. Bu kör dövüşü kötünün kazanması halinde insanın delirdiği, iyinin yenmesi halinde ise Nellie’nin güvertesinde bir Buddha gibi bağdaş kurarak oturmuş Marlow misali, insanın bilgeliğe ulaştığı hakikati yine metaforlarla okuyucuya verilmiştir. Marlow Kurtz’u ikna edip tekrar gemiye götürürken, tek başına kalmış insan ruhunun asil savaşını vererek ter dökmüş, içindeki kötüyü yenerek, Kurtz’u yatağına yatırmıştır. Geminin ‘karanlığın yüreği’nden yahut ‘yüreğin karanlığı’ndan yola çıkarak dönüş için yaptığı yolculuğun başında Kurtz’un ağzından çıkan şu sözler, evvel eski ve ebedi, alçak dünya düzenini tanımlaması bakımından, öykünün belki de en mühim sözleridir: ‘İçinde gerçekten çıkar sağlanacak bir şey olduğunu gösterirsen, yeteneğinin tanınmasına engel tüm sınırlar ortadan kalkar. Tabii, amaçlarına – amaçlarının doğruluğuna- dikkat etmelisin hep.’...


Ne dehşet! Ne dehşet!’ Kurtz gemide bu son sözleri söylerek ölür. Marlow ülkesine döndüğünde artık tamamen farklı bir adam olmuştur. Bir anlamda uyanmıştır da denilebilir. Artık: ‘birbirlerinden biraz para yürütmek; o iğrenç yemeklerini gövdelerine indirmek, o sağlıksız biralarını içmek, o önemsiz, aptalca düşlerini görmek için sokaklarda koşuşan adamlara kızmaya...’, bütün o adamları ‘yaşam üzerine bilgileri sinir bozucu birer yalandan ibaret olan saldırganlar’ olarak görmeye başlar. O saldırgan ve sinir bozucu adamların, ‘kendilerine verdiği o salakça önemin doldurduğu yüzlerine gülmemek için kendini zor tutar’ bir hale gelmiştir.


Yabanda, Kurtz’un ilkel sevgilisi ile karşılaşan Marlow, öykünün sonunda Kurtz’un ‘Uygarlık’ta bıraktığı sözlüsüne ulaşarak son mektupları bırakır. Mülkiyet hırsıyla fildişi peşinde koşan ve bu uğurda bir katile dönüşen Kurtz’un Kongo’ya gitmeden önce çok yoksul olduğunu ve zengin sözlüsünün ailesinin bu nedenle Kurtz’u istemediğini öğreniriz. Kurtz, bu nedenle Kongo’ya gitmiş, ruhunu yabana satmış, içindeki iyiyi ise, yabandaki ilkel sevgilisinin doğallığında korumaya çalışmıştır. Marlow’un anlattığı öykü burada biter ve Thames Nehri’nde Nellie isimli gemide Marlow’u dinleyenler, Marlow’un düşünen Buddha görünümüne bakarken; Nellie de, uçsuz bucaksız bir karanlığın yüreğine akan ırmakta gelgitin bitmesini beklemektedir.


Yüreğin Karanlığına Yolculuk


Karanlığın yüreği” mi, yoksa “yüreğin karanlığı” mı? İki tamlamanın ortak terimi “karanlık” olsa da, birincisinde merkezi unsur “karanlık” iken, ikincisinde “yürek”tir. Bu durumda, yazar, romanın başlığında yaptığı tercihle “karanlığı” önceliyor gibidir. Bu kapsamda romanın iki ana karakteri, insan ruhunun düalizmini simgeler. Marlow iyiliği ve bilgeliği temsil ederken, Kurtz kötülüğü ve pisliği sembolize eder. Ancak, güce tapan asalı hacılar, güçlerinin farkında olmayan ve boyun eğerek kötü tanrıya tapan yaban kabileleri, yamyamlar, dümenci, ateşçi, Kurtz’un ilkel sevgilisi ve uygar sözlüsü, şirket müdür ve temsilcileri, insan kaderini ören yaşlı kadınlar gibi, bütün diğer yan ve yönlendirici karakterlerin de metaforik ve derin anlamları/önemi vardır. Bu anlamda hikayedeki fildişleri, bakır telleri ve hatta suaygırı dahi sembolik öneme sahiptir. Aynı şekilde, Nellie’de bulunan kaptan, avukat, muhasebeci gibi karakterler dahi özellikle sembolik olarak seçilmiş karakterlerdir. Bütün karakterlerin özenle yaratıldığı kitapta, her bir karakterin ayrıca derinlikli olarak incelenmesi ile oluşturulacak bir değerlendirmenin, en az kitap kadar başka bir kitabın yazılmasına neden olacağı söylenebilir.


Marlow’un Kurtz ile karşılaşmasından önce, Nellie isimli gemideki dostlarına Kurtz’u anlattığı satırlar, Kurtz’un insan ruhunun kötülüklerine ilişkin göndermelerle yüklü kişiliği nedeniyle, önemli bir paragraftır ve öykünün ana düşüncesi de bu paragrafta yatıyor gibidir. Bu bağlamda romanın ana temasının, insan ruhunun tek başına kalarak kendini tanıyabilmesi ve gereken bilgeliğe erişebilmesi için, öncelikli olarak yine kendi içindeki kötü ve kötülüklerle yüzyüze gelmesi gerektiği argümanının olduğu söylenebilir.


Ülkenin iblisleri arasında yüksek bir yere oturmuştu. Hem de gerçekten. Anlayamazsınız. Nasıl anlarsınız? Ayağınızın altında sağlam bir kaldırım, çevrenizde sizi alkışlamaya, üstünüze düşmeye hazır iyi yürekli komşular, polisle kasabın arasından kibarca geçip rezaletten, darağacından ve tımarhaneden korkarak yaşıyorsunuz; bağsız ayakların insanı yalnızlık yoluyla, denetimsiz, tam yalnızlıkla, sessizlik yoluyla, iyi yürekli komşuların kamuoyundan fısıldayıp uyarmadıkları tam sessizlik yoluyla; ilk çağların hangi bölgelerine götüreceğini düşünebiliyor musunuz? Bu küçük ayrıntılar çok önemli. Yok oldukları zaman, insan kendi doğal gücüne, kendi sadakat yeteneğine güvenmek zorunda kalıyor. Tabii yanılamayacak kadar ahmak da olabilirsin, karanlık güçlerin saldırısı altında olduğunu anlamayacak kadar küt. Ama hiçbir ahmağın şeytanla oturup ruhunun pazarlığını yaptığını da sanmıyorum: Ya ahmak fazla ahmaktır ya da şeytan fazla şeytan – hangisi bilemiyorum. Ya da öylesine akıl almaz derecede ulu bir kişisindir ki, ulvi olmayan tüm ses ve görüntülere tamamen kör ve sağırsındır. O zaman da senin için dünya yalnızca üstünde durmaya yarayan bir yerdir ve böyle olmak senin kazancına mıdır, kaybına mıdır bilemem. Ama çoğumuz bunlardan ne birine, ne ötekine benzeriz. Dünya bizim için yaşanacak bir yerdir, bu yüzden de tahammül etmemiz gereken görüntüler, sesler, kokular vardır. Hey Tanrım! Sıkıysa suaygırı leşi mesela, kokla da kirlenme. Ve işte orada – anlıyor musunuz? – gücünüz devreye giriyor: pislikleri gömmek için göze batmayacak çukurlar açabilme yeteneğinize duyduğunuz güven, kendinize değil de ne idüğü belirsiz, ağır bir işe bağlanabilme gücünüz. Oldukça da zordur bu. Aslında özür aramaya, hatta açıklamaya bile çalışmıyorum. Kendimle hesaplaşmaya çalışıyorum, Bay...Bay Kurtz için. Boşluğun ötelerinden gelen bu iblisleşmiş hayalet, tümüyle yok olmadan önce akıl almaz itiraflarıyla onurlandırdı beni...Tüm Avrupa’nın katkısı vardı Kurtz’un yaratılmasında; sonradan öğrendiğime göre de, Uluslararası Vahşi Alışkanlıkları İtlaf Cemiyeti çok uygun bir iş yapmış, Kurtz’dan, gelecekteki çalışmalarına ışık tutması amacıyla bir rapor hazırlamasını istemişti...Başlangıçta, biz beyazların, varmış olduğumuz gelişme noktası açısından, ‘onlara (vahşilere) doğaüstü yaratıklar gibi görünüyoruz, onlara birer tanrı kadar güçlüymüşçesine yaklaşıyoruz,’ falan diye yazmıştı. ‘Yalnız irademizi kullanarak, sınırsız denebilecek iyilik yapabilme gücümüz var.,’ vs. O andan itibaren uçmuştu, beni de yanında götürmüştü. Vardığı sonuç çok görkemliydi, ama akılda kalmıyordu, anlıyor musunuz? Yüce Bir İyilik Gücü’nün yönettiği yabancı bir Sonsuz’u düşündürüyordu bana. Heyecandan titriyordum. Güzel anlatımın – sözcüklerin – soylu, dağlayan sözcüklerin sınırsız gücüydü bu. Cümlelerin büyülü akışını kesecek pratik bilgiler yoktu, yalnızca son sayfanın dibine titrek bir elle çok sonradan eklendiği belli olan bir not, aklındaki yöntemin bir açıklaması sayılabilirdi. Çok basitti, ve tüm esirgemesiz duyguları kamçılayan o seslenişin sonunda, duru bir gökte çakan bir şimşek gibi korkunç, ışıl ışıl parlayıveriyordu önünüzde: ‘Telef edin hayvanların tümünü!’ İşin tuhafı, bu değerli hamişi unutmuş olduğu anlaşılıyordu, çünkü sonradan, deyimi uygunsa, biraz kendine geldiğinde, (kendi ifadesiyle) ‘risalesine’ iyi bakmak için tekrar tekrar yalvardı, çünkü bu yazdıklarının gelecekte kendi meslek yaşamına olumlu katkıları olacağına inanıyordu...Unutulmayacak o. Her ne idiyse, sıradan bir adam değildi. İlkel canlara, kendi onuruna cadı dansları yaptıracak kadar büyüleyici ya da korkutucu bir gücü vardı, hacıların küçük ruhlarını da ürkünç endişelerle doldurabiliyordu: En azından bir sadık dostu vardı ve bu dünyada ne ilkel, ne bencil olan birisini kazanmasını bilmişti. Hayır; onu unutamam, ama ona ulaşmak için yitirdiğimiz canlara değdiğini de söyleyemem...


Kitaptaki anlatıcı ana karakterin ismi seçilirken, Conrad tarafından Christopher Marlowe’a gönderilen bir selamdan bahsetmek mümkün olduğu gibi, Kurtz’u da Doktor Faustus olarak değerlendirmek imkan dahilindedir. Joseph Conrad bu kitabı nedeniyle, çeşitli çevrelerce döneminde ve döneminden sonra ırkçılıkla suçlanmış olsa da, bu suçlamanın baş aktörü Chinua Achebe’nin bu konudaki tezlerini ileri sürmek suretiyle, esasen dikkatleri kendi üzerine çektiği ve bu sayede tanınmış olduğu da hesaba katılmalıdır. Kitapta kullanılan beyaz tenli ve siyah tenli insan profilerinin bu anlamda yine metaforik olarak seçildiği düşünülebilir. Conrad’ın büyük bir deha ürünü olan eseri, gerek kurgu ve üslup, gerekse karakter ve anlatımı ile başından sonuna kadar okuyucuyu soluksuz bırakmaktadır. Doktor Faustus’un aksine, bu kez şeytan değil, insan ruhundaki iyi kazanmış görünse de; aslında düzenin ve insanlığın yüreğindeki karanlık, aynı acımasızlığıyla devam etmektedir.

Gaye Çiftçi


Kitabın Künyesi


Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği ve Kongo Günlüğü (Heart Of Darkness with The Congo Diary), Çev.Sinan Fişek, İletişim Yayınları, 2015, İstanbul


[2] John Tessitore, Freud, Conrad, and "Heart of Darkness", College Literature, Vol. 7, No. 1 (Winter, 1980)
[3] Raşel Rakella Asal, Karanlığın Yüreğine Yolculuk, http://dipnotkitap.net/ROMAN/Karanligin.htm