Klasikler
arasında değerlendirilen Karanlığın
Yüreği,
Joseph Conrad’ın, eleştirmenler tarafından üzerinde çok
tartışılmış önemli bir eseridir. Yazarın 1890 yılı yolculuk
notlarına dayanan roman 1899 yılında yayımlanır. Freud’un
Beyond
the Pleasure Principle
ve Einstein'ın Theory
of Relativity
kitaplarından önce yazılmasına rağmen bu yayınlardaki
fikirleri, tezleri içerdiği/barındırdığı öne sürülen[1]
roman üzerine yapılan değerlendirmeler üç başlık altında
toplanabilir. Buna göre esere, emperyalist sömürüyü eleştirdiği,
burjuva ahlakını eleştirdiği veya insan ruhuna odaklanan
psikolojik/sembolik bir roman olduğu yönlerinden yaklaşılır.
Baskın olan görüşe göre roman, temelde psikolojik bir eser
olarak değerlendirilmekte ve bu bakımdan Conrad’ın, Poe ve
Hawthorne’dan ziyade Henry James ve Dostoyevski’ye daha yakın
olduğu belirtilmektedir.[2]
Genelde
Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği’ni eleştirmenler
kişinin kendi benliğini bulma adına yapılan manevi bir yolculuk
olarak değerlendirirler. Bazı eleştirmenler Conrad’ın simge ve
sembolizmini Vergil’in Aeneid’inkine benzer geleneksel epik bir
yolculuğu yansıttığını, kimisi de bazı bölümlerin Dante’nin
İnferno’sunu yankıladığına dikkat çekerler. Kimi
eleştirmenler ise kitabın psikolojik sembolizmle yüklü olduğunu
vurgularlar. Bu görüşü paylaşanlar beyaz adam Kurtz’un ve
roman kahramanı Marlow’nun bir eşi olduğunu ve Freud’un “
id” veya Jung’un gölgesini temsil ettiğini açıklarlar. Eser
bir başka boyutta ele alındığında ise emperyalizmin eleştirisi
olarak gözümüze çarpar. Yapıt Avrupa sömürgeciliğinin
uygarlık maskesi altındaki korkunç yüzü, yirminci yüzyılın
insanının ahlak yönünden çöküşü gibi değişik anlamlarda da
okunabilir. Ne açıdan ele alınırsa alınsın, “ Karanlığın
Yüreği” bu temalarla örülmüş bir içsel yolculukta, kişinin
özüne ulaşabilme çabalarıdır.[3]
‘Ne
dehşet! Ne dehşet!’
Kitap,
Thames Nehri üzerinde demirlemiş, Nellie isimli gezi gemisinin
güvertesinde başlar. İsmi, karakteri ve diğer özellikleri
hakkında, öykünün sonuna kadar hiçbir fikir sahibi olamadığımız
birinci anlatıcı (yazar), öncelikle güvertede bulunanları
okuyucuya üstünkörü tanıtır. Güvertede; birinci anlatıcı ile
birlikte, aynı zamanda Şirketler Müdürü olan kaptan, bir avukat,
bir muhasebeci ve hikayenin ikinci ve asıl anlatıcısı olan gemici
ve gezgin Charlie Marlow bulunmaktadır. Marlow, günün kavuşması
ve karanlığın çökmesinden sonra, kitabın hiçbir yerinde ismi
geçmeyen ve ancak okundukça neresi olduğunu anladığımız Kongo
Nehri’ndeki bir macerasını, güvertedeki dinleyicilere anlatmaya
başlar. Öykü bu anlatım üzerinden kurgulanmıştır. Öyküde,
anlatıcının zamanı ve Marlow’un hikayesinin zamanı olmak üzere
iki ayrı zaman bulunmaktadır. Öykü, kendi içinde başka bir öykü
olarak kurgulanmış, değişmeceli biçem üzerine oturtulmuş
alegorik bir eserdir.
Marlow,
Hint Okyanusu, Büyük Okyanus ve Çin Denizi’ndeki görevini
bitirmiş, Londra’da işsiz güçsüz dolanmaktayken bir süre
sonra sıkılarak, kendisine çalışacak gemi bulma çabasına
girer. Harita incelemeyi seven ve incelediği coğrafyalara gitmeyi
düşleyen Marlow, bu kez gerçekten görmek istediği olağanüstü
bir kıtayı seçer. Burası Afrika Kıtası’dır. Okuyucuya,
kıtanın Afrika olduğu açıkça verilmez; hikaye içinden çıkarım
yoluyla bu sonuca ulaşılır.
Afrika
Kıtası’nda, Kongo Nehri üzerindeki ticaret yolunda seyir
halindeki istimbotlardan birinde iş bulmaya çalışan Marlow, bu
yolda, hiç de alışık olmamasına rağmen kirli dümenler
çevirmeye, kendisine dostları sayesinde torpil bulmaya çabalar.
Başaramayınca, teyzesi kanalıyla, yüksek mevkilerde görevli olan
bir yöneticinin eşine ulaşılır ve istediği işe atanır. Kongo
Nehri üzerinde ticareti yürüten Belçikalı şirketin Danimarkalı
kaptanının öldürülmesi; Marlow’un ölen kaptanın istimbotunda
görevlendirilmesini sağlar. Marlow; Londra’dan, Manş Denizi’ni
aşarak, “beyaza boyanmış bir mezarı anımsatan” ve bu
anlatımla Belçika’nın Brugges kentinden bahsedildiği izlenimi
edindiğimiz, şirket merkezinin bulunduğu yere, sözleşmesini
imzalamaya gider. Kitap, bütünüyle metaforlarla örülü
olduğundan, okuyucudan beklenilen; zaman, mekan ve karakterler
hakkında metaforlardan anlam çıkartarak sonuca gitmeleridir.
Marlow,
sözleşmesini imzaladıktan ve gizlilik yemini ettikten sonra,
gümrük memurları ve askerlerin indirilmeleri için her limanda
duran bir Fransız gemisiyle, görev yerine doğru yolculuğa
başlamıştır. Yolda, bir Fransız savaş gemisine rastlarlar; gemi
terk edilmiş ıssız bir kıyıyı boşuna bombalamaktadır. Bu
kıyının Gine veya Senegal kıyıları olduğu izlenimi uyanır.
Savaş gemisinde her gün ortalama üç kişinin hastalık ve
açlıktan öldüğü askerlere, memleketlerinden gönderilmiş
mektupları vererek yola devam ederler. Sonunda, Kongo Irmağı’nın
döküldüğü, dönemin Fransız Kongosu’nun başkent bölgesi
olan Brazzaville bölgesi kıyılarına demirlerler. (Kinşasa’dan
bahsediyor da olabilir.) Görev yerine ulaşması için daha yolu
olan Marlow, nehir üzerinde iki yüz mil öteye gitmek zorundadır.
İlk etapta, otuz mil ilerisindeki şirket şubesine ulaşmak için,
süvarisi İsveçli olan küçük bir istimbotta kendisine yer bulur.
İstimbot, Marlow’u şirketin şubesinin bulunduğu yere
getirmiştir.
Marlow,
şube binasına doğru patikayı çıkmaya başladığında,
sömürgeleştirilmiş toprakların, köleleştirilmiş insanlarına
rastlar. Birbirlerine zincirlerle bağlanmış kara derili bu
insanlar kendi topraklarında, kafalarının tepesinde dengede
tuttukları sepetlerle toprak taşıyarak, demiryolu inşaatında
köle olarak çalışmaktadırlar. Başlarında silahlı, kendi
halkına yabancılaştırılmış kara derili zalim bir adam vardır
ve bu adam beyaz derili Marlow’u görünce kendi halkına
yönelttiği silahını yere indirir. Arada bir, uçurumun yola engel
olmamasına rağmen, tıpkı Senegal veya Gine kıyılarının
terkedilmiş topraklarının amaçsızca bombalanması gibi, yine
hiçbir amaca hizmet etmeksizin patlatılan bomba sesleri duyulur.
Marlow Şube’ye ulaştığında, kolalı yakalı, beyaz manşetli
gömlekli, çevredeki yıkıma tezat bakımıyla dikkat çeken
şirketin muhasebecisiyle karşılaşır ve Kurtz’un adını ilk
olarak ondan işitir. Kongo Irmağı’nda aynı yolu yukarı aşağı
kat eden şirket gemileri, karanlıklara doğru bakır teller,
pamuklular taşırken; karşılığında ırmak ağzına doğru
değerli fildişlerini ulaştırmaktadır. Bu işte en başarılı
olan ise kuşkusuz, şirketin en önemli temsilcisi ve iç şubenin
müdürü Kurtz’dur.
Kurtz’un
geleceği parlak, kariyerinde önü açıktır. Marlow bu şubede bir
süre geçirdikten sonra, altmış kişilik bir heyetle yaya olarak
Merkez Şube’ye doğru yola çıkar. Yol boyunca kara derilileri
katletmiş vahşi beyazlarla karşılaşır. Yabanıllık ve
vahşiliğin, kara derililerin aksine, sözde ‘uygarlaştırma’
ile görevlendirilmiş sömürgeci beyazlara has bir özellik
olduğuna tanıklık eder. Merkez Şube’ye ulaştığında ise,
görevlendirildiği istimbotun bir kaza sonucunda ırmağın suları
altına gömüldüğünü öğrenir. Merkez Şube’nin müdürü,
Marlow’un gelmesini bekleyemeden geçici bir kaptanla istimbotun
yol almasını istemiştir. Çünkü çok önemli bir temsilci olan
Kurtz’un hastalandığı hatta ölebileceği duyumu alınmıştır.
Kurtz’u kurtarmak gerekmektedir. İşte bu şekilde yola çıkan
istimbot kaza geçirerek batmıştır. Görevine başlayabilmesi
için, Marlow’un gemiyi su altından çıkarıp tamir etmesi
gerekmektedir. Burdan sonra, Marlow’un da görevi değişir ve
Kurtz’a ulaşmak ve onu kurtarmakla görevlendirilir. Marlow
Kurtz’a yaklaştıkça, öykünün ilk anlatıcısının ve asıl
zamanının yer aldığı Nellie isimli gemide; zifiri karanlığın
çökmesi ve gemideki dinleyicilerin Marlow’un yüzünü dahi
seçemeyecek kadar karanlığa gömülmeleri, Kurtz’un karanlık
kişiliğine, daha doğru tabirle karanlığa yaklaşmanın bir
metaforu olarak karşımıza çıkar.
Marlow,
batık gemisini onardıktan sonra; ateşçi, dümenci, yamyamlar ve
hacılardan oluşan mürettebatıyla beraber çeşitli maceralar
yaşayarak Kurtz’a doğru yola çıkar. Irmak kenarındaki
yerlilerle savaşırlar, yol boyu çeşitli tehlikeler atlatır; can
ve mal kaybı yaşarlar. Sonunda Kurtz’un bulunduğu şubeye
vardıklarında, üzeri mavi, kırmızı ve sarı yamalarla
kapatılmış tuhaf kıyafetli, palyaço görünümlü komik bir adam
Marlow’un ekibini karşılar. Burada Belçika ya da Fransa
Kongosu’nun, emperyalist devletlerin çeşitli sömürgeci
şirketleri aracılığı ile köleleştirilmesi; kıyafetin renkleri
ve yamaları ile sembolize edilerek, Kongo büyük emperyal güçlere
yaranmaya çalışan bir palyaçoya benzetilmiş gibi görünmektedir.
Daha sonraki sayfalarda, palyaçonun ceplerinden çıkanlarla
anladığımız kadarıyla; emperyalizm gücünü ve iktidarını,
kitaplar ve silahlar aracılığıyla göstermekte ve yaymaktadır.
Kurtz’un
yaşadığı derme çatma evin etrafı, ölü insanların başlarının
saplandığı sivri uçlu kazıklarla çevrilidir. Kurtz bir fildişi
avcısıdır, ve bu uğurda her türlü kötülüğü yapabilecek bir
insandır. Gerekirse öldürmek de dahil. Bu kafalar bu uğurda
öldürülmüş ‘isyancılar’ın sergilendiği kazıklara
oturtularak; bu haliyle çevre kabile ve köylerdekilere caydırıcı
bir tehdit olarak sergilenmektedir. İsyancılar’ın her dönemde
ismi farklıdır. İşçiler, hükümlüler vb. Kurtz bir sedyeyle
gemide küçük bir kamaraya taşınır. Mektupları ve evrakları da
kamarasına getirilir. Gemi dönüş yoluna çıkmadan o gece orada
dinleneceklerdir. Kurtz gece yarısı kamarasından hasta ve bitkin
bir halde kaçar. Marlow bütün mürettebat uykudayken birden uyanır
ve kamarayı kolaçan eder. Kurtz’un kaçtığını anlayınca
etrafı aramaya çıkar. Dar bir patikada Kurtz’un önünü
keserek, onunla yüzyüze gelir. Marlow, bir anlamda kendi içindeki
yabanla, yani her insanın derininde yatan o kötüyle yüzyüze
gelmiştir.
İnsan
ruhunun kendi içindeki iyileri ve kötüleri her daim bir kör dövüş
halindedir. Bu kör dövüşü kötünün kazanması halinde insanın
delirdiği, iyinin yenmesi halinde ise Nellie’nin güvertesinde bir
Buddha gibi bağdaş kurarak oturmuş Marlow misali, insanın
bilgeliğe ulaştığı hakikati yine metaforlarla okuyucuya
verilmiştir. Marlow Kurtz’u ikna edip tekrar gemiye götürürken,
tek başına kalmış insan ruhunun asil savaşını vererek ter
dökmüş, içindeki kötüyü yenerek, Kurtz’u yatağına
yatırmıştır. Geminin ‘karanlığın yüreği’nden yahut
‘yüreğin karanlığı’ndan yola çıkarak dönüş için
yaptığı yolculuğun başında Kurtz’un ağzından çıkan şu
sözler, evvel eski ve ebedi, alçak dünya düzenini tanımlaması
bakımından, öykünün belki de en mühim sözleridir: ‘İçinde
gerçekten çıkar sağlanacak bir şey olduğunu gösterirsen,
yeteneğinin tanınmasına engel tüm sınırlar ortadan kalkar.
Tabii, amaçlarına – amaçlarının doğruluğuna- dikkat
etmelisin hep.’...
‘Ne
dehşet! Ne dehşet!’ Kurtz gemide bu son sözleri söylerek ölür.
Marlow ülkesine döndüğünde artık tamamen farklı bir adam
olmuştur. Bir anlamda uyanmıştır da denilebilir. Artık:
‘birbirlerinden biraz para yürütmek; o iğrenç yemeklerini
gövdelerine indirmek, o sağlıksız biralarını içmek, o önemsiz,
aptalca düşlerini görmek için sokaklarda koşuşan adamlara
kızmaya...’, bütün o adamları ‘yaşam üzerine bilgileri
sinir bozucu birer yalandan ibaret olan saldırganlar’ olarak
görmeye başlar. O saldırgan ve sinir bozucu adamların,
‘kendilerine verdiği o salakça önemin doldurduğu yüzlerine
gülmemek için kendini zor tutar’ bir hale gelmiştir.
Yabanda,
Kurtz’un ilkel sevgilisi ile karşılaşan Marlow, öykünün
sonunda Kurtz’un ‘Uygarlık’ta bıraktığı sözlüsüne
ulaşarak son mektupları bırakır. Mülkiyet hırsıyla fildişi
peşinde koşan ve bu uğurda bir katile dönüşen Kurtz’un
Kongo’ya gitmeden önce çok yoksul olduğunu ve zengin sözlüsünün
ailesinin bu nedenle Kurtz’u istemediğini öğreniriz. Kurtz, bu
nedenle Kongo’ya gitmiş, ruhunu yabana satmış, içindeki iyiyi
ise, yabandaki ilkel sevgilisinin doğallığında korumaya
çalışmıştır. Marlow’un anlattığı öykü burada biter ve
Thames Nehri’nde Nellie isimli gemide Marlow’u dinleyenler,
Marlow’un düşünen Buddha görünümüne bakarken; Nellie de,
uçsuz bucaksız bir karanlığın yüreğine akan ırmakta gelgitin
bitmesini beklemektedir.
Yüreğin
Karanlığına Yolculuk
“Karanlığın
yüreği” mi, yoksa “yüreğin karanlığı” mı? İki
tamlamanın ortak terimi “karanlık” olsa da, birincisinde
merkezi unsur “karanlık” iken, ikincisinde “yürek”tir. Bu
durumda, yazar, romanın başlığında yaptığı tercihle
“karanlığı” önceliyor gibidir. Bu kapsamda romanın iki ana
karakteri, insan ruhunun düalizmini simgeler. Marlow iyiliği ve
bilgeliği temsil ederken, Kurtz kötülüğü ve pisliği sembolize
eder. Ancak, güce tapan asalı hacılar, güçlerinin farkında
olmayan ve boyun eğerek kötü tanrıya tapan yaban kabileleri,
yamyamlar, dümenci, ateşçi, Kurtz’un ilkel sevgilisi ve uygar
sözlüsü, şirket müdür ve temsilcileri, insan kaderini ören
yaşlı kadınlar gibi, bütün diğer yan ve yönlendirici
karakterlerin de metaforik ve derin anlamları/önemi vardır. Bu
anlamda hikayedeki fildişleri, bakır telleri ve hatta suaygırı
dahi sembolik öneme sahiptir. Aynı şekilde, Nellie’de bulunan
kaptan, avukat, muhasebeci gibi karakterler dahi özellikle sembolik
olarak seçilmiş karakterlerdir. Bütün karakterlerin özenle
yaratıldığı kitapta, her bir karakterin ayrıca derinlikli olarak
incelenmesi ile oluşturulacak bir değerlendirmenin, en az kitap
kadar başka bir kitabın yazılmasına neden olacağı söylenebilir.
Marlow’un
Kurtz ile karşılaşmasından önce, Nellie isimli gemideki
dostlarına Kurtz’u anlattığı satırlar, Kurtz’un insan
ruhunun kötülüklerine ilişkin göndermelerle yüklü kişiliği
nedeniyle, önemli bir paragraftır ve öykünün ana düşüncesi de
bu paragrafta yatıyor gibidir. Bu bağlamda romanın ana temasının,
insan ruhunun tek başına kalarak kendini tanıyabilmesi ve gereken
bilgeliğe erişebilmesi için, öncelikli olarak yine kendi içindeki
kötü ve kötülüklerle yüzyüze gelmesi gerektiği argümanının
olduğu söylenebilir.
Ülkenin
iblisleri arasında yüksek bir yere oturmuştu. Hem de gerçekten.
Anlayamazsınız. Nasıl anlarsınız? Ayağınızın altında sağlam
bir kaldırım, çevrenizde sizi alkışlamaya, üstünüze düşmeye
hazır iyi yürekli komşular, polisle kasabın arasından kibarca
geçip rezaletten, darağacından ve tımarhaneden korkarak
yaşıyorsunuz; bağsız ayakların insanı yalnızlık yoluyla,
denetimsiz, tam yalnızlıkla, sessizlik yoluyla, iyi yürekli
komşuların kamuoyundan fısıldayıp uyarmadıkları tam sessizlik
yoluyla; ilk çağların hangi bölgelerine götüreceğini
düşünebiliyor musunuz? Bu küçük ayrıntılar çok önemli. Yok
oldukları zaman, insan kendi doğal gücüne, kendi sadakat
yeteneğine güvenmek zorunda kalıyor. Tabii yanılamayacak kadar
ahmak da olabilirsin, karanlık güçlerin saldırısı altında
olduğunu anlamayacak kadar küt. Ama hiçbir ahmağın şeytanla
oturup ruhunun pazarlığını yaptığını da sanmıyorum: Ya ahmak
fazla ahmaktır ya da şeytan fazla şeytan – hangisi bilemiyorum.
Ya da öylesine akıl almaz derecede ulu bir kişisindir ki, ulvi
olmayan tüm ses ve görüntülere tamamen kör ve sağırsındır. O
zaman da senin için dünya yalnızca üstünde durmaya yarayan bir
yerdir ve böyle olmak senin kazancına mıdır, kaybına mıdır
bilemem. Ama çoğumuz bunlardan ne birine, ne ötekine benzeriz.
Dünya bizim için yaşanacak bir yerdir, bu yüzden de tahammül
etmemiz gereken görüntüler, sesler, kokular vardır. Hey Tanrım!
Sıkıysa suaygırı leşi mesela, kokla da kirlenme. Ve işte orada
– anlıyor musunuz? – gücünüz devreye giriyor: pislikleri
gömmek için göze batmayacak çukurlar açabilme yeteneğinize
duyduğunuz güven, kendinize değil de ne idüğü belirsiz, ağır
bir işe bağlanabilme gücünüz. Oldukça da zordur bu. Aslında
özür aramaya, hatta açıklamaya bile çalışmıyorum. Kendimle
hesaplaşmaya çalışıyorum, Bay...Bay Kurtz için. Boşluğun
ötelerinden gelen bu iblisleşmiş hayalet, tümüyle yok olmadan
önce akıl almaz itiraflarıyla onurlandırdı beni...Tüm
Avrupa’nın katkısı vardı Kurtz’un yaratılmasında; sonradan
öğrendiğime göre de, Uluslararası Vahşi Alışkanlıkları
İtlaf Cemiyeti çok uygun bir iş yapmış, Kurtz’dan, gelecekteki
çalışmalarına ışık tutması amacıyla bir rapor hazırlamasını
istemişti...Başlangıçta, biz beyazların, varmış olduğumuz
gelişme noktası açısından, ‘onlara (vahşilere) doğaüstü
yaratıklar gibi görünüyoruz, onlara birer tanrı kadar
güçlüymüşçesine yaklaşıyoruz,’ falan diye yazmıştı.
‘Yalnız irademizi kullanarak, sınırsız denebilecek iyilik
yapabilme gücümüz var.,’ vs. O andan itibaren uçmuştu, beni de
yanında götürmüştü. Vardığı sonuç çok görkemliydi, ama
akılda kalmıyordu, anlıyor musunuz? Yüce Bir İyilik Gücü’nün
yönettiği yabancı bir Sonsuz’u düşündürüyordu bana.
Heyecandan titriyordum. Güzel anlatımın – sözcüklerin –
soylu, dağlayan sözcüklerin sınırsız gücüydü bu. Cümlelerin
büyülü akışını kesecek pratik bilgiler yoktu, yalnızca son
sayfanın dibine titrek bir elle çok sonradan eklendiği belli olan
bir not, aklındaki yöntemin bir açıklaması sayılabilirdi. Çok
basitti, ve tüm esirgemesiz duyguları kamçılayan o seslenişin
sonunda, duru bir gökte çakan bir şimşek gibi korkunç, ışıl
ışıl parlayıveriyordu önünüzde: ‘Telef edin hayvanların
tümünü!’ İşin tuhafı, bu değerli hamişi unutmuş olduğu
anlaşılıyordu, çünkü sonradan, deyimi uygunsa, biraz kendine
geldiğinde, (kendi ifadesiyle) ‘risalesine’ iyi bakmak için
tekrar tekrar yalvardı, çünkü bu yazdıklarının gelecekte kendi
meslek yaşamına olumlu katkıları olacağına
inanıyordu...Unutulmayacak o. Her ne idiyse, sıradan bir adam
değildi. İlkel canlara, kendi onuruna cadı dansları yaptıracak
kadar büyüleyici ya da korkutucu bir gücü vardı, hacıların
küçük ruhlarını da ürkünç endişelerle doldurabiliyordu: En
azından bir sadık dostu vardı ve bu dünyada ne ilkel, ne bencil
olan birisini kazanmasını bilmişti. Hayır; onu unutamam, ama ona
ulaşmak için yitirdiğimiz canlara değdiğini de söyleyemem...
Kitaptaki
anlatıcı ana karakterin ismi seçilirken, Conrad tarafından
Christopher Marlowe’a gönderilen bir selamdan bahsetmek mümkün
olduğu gibi, Kurtz’u da Doktor Faustus olarak değerlendirmek
imkan dahilindedir. Joseph Conrad bu kitabı nedeniyle, çeşitli
çevrelerce döneminde ve döneminden sonra ırkçılıkla suçlanmış
olsa da, bu suçlamanın baş aktörü Chinua Achebe’nin bu
konudaki tezlerini ileri sürmek suretiyle, esasen dikkatleri kendi
üzerine çektiği ve bu sayede tanınmış olduğu da hesaba
katılmalıdır. Kitapta kullanılan beyaz tenli ve siyah tenli insan
profilerinin bu anlamda yine metaforik olarak seçildiği
düşünülebilir. Conrad’ın büyük bir deha ürünü olan eseri,
gerek kurgu ve üslup, gerekse karakter ve anlatımı ile başından
sonuna kadar okuyucuyu soluksuz bırakmaktadır. Doktor Faustus’un
aksine, bu kez şeytan değil, insan ruhundaki iyi kazanmış görünse
de; aslında düzenin ve insanlığın yüreğindeki karanlık, aynı
acımasızlığıyla devam etmektedir.
Gaye
Çiftçi
Kitabın
Künyesi
Joseph
Conrad, Karanlığın Yüreği ve Kongo Günlüğü (Heart Of
Darkness with The Congo Diary), Çev.Sinan Fişek, İletişim
Yayınları, 2015, İstanbul
[2]
John Tessitore, Freud, Conrad, and "Heart of Darkness",
College Literature, Vol. 7, No. 1 (Winter, 1980)
[3]
Raşel Rakella Asal, Karanlığın Yüreğine Yolculuk,
http://dipnotkitap.net/ROMAN/Karanligin.htm