“Kapitalizm,
ücretli emek ilişkisini baskıdan çok rıza üreterek, arzu
yönetimi ile sağlamaktadır. Sevince yönelen conatus’a sevinç
nesneleri verilir, çalışanlar sevinçli otomatlara, gönüllü
kölelere dönüştürülür.”
Frédéric
Lordon,
“Kapitalizm,
Arzu ve Kölelik”[1] başlıklı
kitabının önsözünde, ”ilişkileri
konu alan bir yapısalcılık ile duyguları konu alan bir
antropolojiyi, yani Marx ile Spinoza’yı birleştirme savını öne
sürmeyi”
amaçladığını ifade ediyor. Kapitalizmi yeniden tartışmak
isteyen Lordon, bu yeni-yeniden tartışmaya fırsat verecek olanın,
Spinozacı duygu antropolojisi ile ücretli emeği konu alan Marksist
teorinin kesiştiği nokta olan “birinin
arzusu, öbürlerinin etkime gücü ve bunların bir araya gelmesini
belirleyen, ücretli emek ilişkilerinin yapısının ürünü olan
duygular”
olduğunu düşünüyor (Lordon, 2013, s.12-15). İşte bu
kesişme noktasını esas alan Lordon, rızanın tam olarak ne anlama
geldiği sorusunu soruyor. Ona göre bu soru, sömürü ve
yabancılaşmanın ne demek olduğunu yeniden düşünmek, ister
eleştirel ister analitik bakımdan olsun, kapitalizmi yeniden
tartışma fırsatı doğuruyor.
Lordon’un
Spinoza ve Marx’ı birleştirme girişiminin değerlendirilmesinde,
Spinoza ve Marx’tan alınanlar kadar alınmayanlar, dışarıda
bırakılanlar da önem taşıyor. Bunları tespit edebilmek için
Lordon’un Spinoza, Marx ve kapitalizm okumasına odaklanılması
gerekiyor. Ama bundan önce sorulması gereken bir soru daha var:
Geçmişte benzer sentez denemeleri yapılmadı mı?
Spinoza
ve Marx
Lordon’dan
önce de, Spinoza ve Marx’ı ilişkilendirme girişimleri oldu.
Sovyet Felsefesinde, Spinoza ile Marx'ın politik görüşlerini
buluşturmaya yönelik çaba Plehanov ile başlıyor ve 1970’li
yılların ortalarına, Sokolov’a kadar devam ediyor (Andrey
Maidanski, 2013, s.118-135). Batı’da ise, Louis Althusser'in
etkisiyle, Spinoza’nın siyaset bağlamında okunması, daha çok
Antonio Negri ile Étienne Balibar’a, yani Fransızlara ait
(Maidanski, s.131 ve Yücel Kayıran, 2012). Bertell Ollman (2008),
Spinoza’nın, notlarını tuttuğu ciltler dolusu defterlere
bakarak genç Marx’ın büyük bir dikkatle incelediği
düşünürlerden olduğunun tespit edilebileceğini; “içsel
ilişkiler geleneği/felsefesi”ni takip etme/benimseme bakımından
Marx ile aralarında benzerlik bulunan Spinoza’nın, toplam olarak
ele aldıkları varlıklarla/bütünle yoğun biçimde ilgilenme
yönünden ise ayrı düştüklerini belirtiyor (s.68-75). Aslında
Marx Spinoza'yı hiçbir zaman, Hegel veya Ricardo'ya yaptığı
gibi, ataları arasında saymıyor, Spinoza hakkında içten bir söz
etme lütfunu dahi göstermiyor. Bunu yapmadığı gibi, Kutsal
Aile'de duyumcu Bayie ve Condillac'ın Spinoza'ya ve diğer
metafizikçilere açtığı eleştirel yaylım ateşini de coşkuyla
karşılayıp, Spinoza'nın tözünü "insandan ayrılırken
metafizik olarak dönüşen Doğa" olarak niteliyor
(Maidanski, 2013, s.118).
Spinoza
ile Marx arasında yer yer akrabalığa varan kimi önemli
benzerlikler bulunduğu gibi, ayrıldıkları temel noktalara da
dikkat çekilmesi gerekir. Spinoza topluma esas itibariyle bir
psikolog gözüyle bakarken, Marx bir ekonomist gözüyle bakıyor.
Toplumsal hayat, Spinoza için duyguların bir mücadelesiyken, Marx
için sınıflar ve onların maddi çıkarları arasındaki
mücadeledir. Spinoza sınıfsal farklılıkların üstünden atlar
ve Spinoza'nın kimi çağdaş Marksistlere çekici gelen çokluk
kavramında bütün farklılıklar lağvedilir. Spinoza çokluk
içinde sadece iki karşıtlığı dikkate alır: Yönetenler ile
halk arasındaki karşıtlık ve yığınlar ile filozoflar
arasındaki karşıtlık (yığınlar tutkularının güdümündeyken,
filozoflar akıl doğrultusunda yaşamaya çabalar). Ayrıca
Spinoza'da materyalist tarih anlayışına, yani emek kavramına
ilişkin herhangi bir köşe taşına rastlanılmaz. Dahası onda,
tarih kavramı da tam anlamıyla kristalleşmiş değildir
(Maidanski, 2013, s.131-132). Peki Lordon Spinoza’ya nasıl
bakıyor?
Spinoza
Lordon,
Marx ve Spinoza’yı birleştirme çabasında, Marx ve Spinoza’dan
neleri alıp Marx’tan neleri dışarıda bırakacağını önsözde
belirtiyor, ilgili bölümlerde ayrıntılandırıyor. Marx’tan
alınan ve dışarıda bırakılanları anlayabilmek için önce
Lordon’un Spinoza okumasını netleştirmek gerekiyor. Zira
Lordon’un Marx’a ve kimi kavramlarına yönelik
eleştirisi/yeniden değerlendirmesi Spinoza’nın kavram ve
düşünceleri temel alınarak gerçekleştiriliyor.
Spinoza
öncelikle duyguların doğrudan ve ilk nedenlerini araştırmaya
girişir. Bir duygu hem zihnin hem de bedenin aktifliği ya da
pasifliğidir. Aktif ya da pasif, her şey Spinoza'nın temel
prensiplerinden conatus uyarınca gücü yettiğince varlığını
sürdürmeye çabalar (Baker, I). Lordon, genel itibariyle arzu’nun
her tür çıkarı bünyesinde topladığını, conatus’un ise
arzu’nun gücü olduğunu söyler. Conatus, var olma gücü,
bedenlerin hareket ilkesidir. Ancak, genel arzulayıcı güç ve
insanın özü olan conatus’un gideceği belirli bir yön yoktur,
yani nesnesi olmayan arzu’dur. Nesneler ise dışarıdan
belirlenmiş olarak gelecektir. Conatus kendi başına olduğu
sürece, sevincin peşinden gidecektir. Zihin mümkün mertebe
bedenin etkime gücünü artıracak ya da ona yardımcı olacak
şeyleri hayal etmeye çabalar ve faaliyetin içeriğini değerle
donatarak orada arzulanabilir şeyler ve sevinç fırsatları bulmaya
çalışır. Spinoza’da özerk irade, egemen kontrol ya da özgür
öz-belirlenim diye bir şey yoktur. Spinozacı bakış açısına
göre, eğer rıza kendi kendini özgürce belirleyen bir içselliğin
sahici ifadesi demekse, o zaman rıza diye bir şey yoktur. Baskı ve
rıza, iktidara ve normalleştirmeye dayalı kurumsal koşullarda,
keder ya da sevinç duygusunun aldığı isimlerden başka bir şey
değildir. Baskı görmek, kederli bir halde bir şeyler yapmaya
belirlenmiş olmak demektir. Razı olmak ise, sevinçli bir duygu
tarafından içsel külfeti hafifletilmiş itaatle yaşamak demektir
(Lordon, s.79-86).
Nesnesiz
arzu anlamına gelen conatus nesnelerini toplumsal dünyada bulur.
Duygu taklidi, arzunun temel yaratıcısıdır. En küçük arzu
taklidinde bile toplum topyekun işbaşındadır. Nitekim bir bütün
olarak toplum, başka şeylerin yanı sıra eğitim, formasyon ve
yönlendirme sistemleri aracılığıyla temayül imgeleri üretmeye
çalışır. Kapitalizmdeki iş bölümünün gereksinmelerine göre
üretilen bu imgeler de bireyleri, yani hizmete girmeyi arzulamak
üzere koşullanmış müstakbel çalışanları önceden hizalar
(Lordon, s.100-103). Lordon’un asıl meselesi kapitalizmde rızanın
nasıl ortaya çıktığıdır. Spinoza’nın conatus kavramı ve
rıza yaklaşımı ona yardımcı olur.
Kapitalizm
Lordon,
kapitalizmin nasıl işlediğiyle ilgilenmektedir. Nasıl oluyor da
insanlar “mutlu” bir biçimde çalıştırılmaktadır? Lordon’un
meselesi tahakkümden çok rıza olduğundan, itaatin nasıl
sağlandığını anlamaya çalışmaktadır. Marx’ın “ücretli
emek ilişkisi” ve Spinoza’nın duygu antropolojisi burada
devreye girer.
Lordon’a
göre, kapitalizmin olanaklılık koşulu, piyasadaki işbölümüne
tamamen bağlı olmasıdır. Bir bağımlılık ilişkisi olan
ücretli emek ilişkisi esas olarak, hizmete alanın arzu’su
(efendi-arzu) ile çalışanın arzu’sunun hizalanması
meselesidir. Esir almak, bedenleri başkasının hizmetinde hareket
ettirmeyi varsayar. Kapitalist patronun yöntemi öncelikle paradır.
Paranın aracılığı ön koşul olduğunda, para tedarikçisine
(işveren) olan bağımlılık, hayatın maddi idamesine yönelik
stratejilere dahil oluverir ve maddi idamenin adeta en temel verisi
haline gelir. Piyasadaki işbölümüne tabi olma, paraya
erişimi zorunlu kılar ve parayı en temel arzu nesnesi haline
getirir. Ücretli emekçilerin bedenlerini hizmete koşma işi,
conatus-arzu’nun para denen nesneye sabitlenmesinden alır gücünü.
Ücretli
emeğe dayalı bağımlılık hiyerarşik bir zincir yaratır ve bu
zincir boyunca tek tek bireyler kendi çıkarları tarafından esir
alınır. İç ve dış rekabet altındaki ücretli emekçi, birbiri
içine geçip duran iç ve dış şiddetin baskısına maruz kalır.
Ancak itaatin nedeni yalnızca bu şiddet ve baskılar değil, aynı
zamanda orada birtakım çıkarlar yani sevinç fırsatları
bulmalarıdır. Nitekim maddi-biyolojik yeniden üretimle ilgili
temel arzuyu “iliğine kadar” sömüren, açlık korkusunu esas
olan ilk seferberlik (işe koşma) rejimi yerini, failleri piyasadaki
sevinçli yabancılaşma aracılığıyla ve gitgide daha fazla
tüketme (malların bollaşması, erişim imkanının artması)
vaadiyle seferber eden Fordist rejime bırakmıştır (Lordon,
s.44-54). Neoliberal evrede ise, kısıtlanmazlık feveranına
kapılan kapitalizm yöntem değiştirme ihtiyacı hissetmiştir. Söz
konusu olan, bireyleri şirketin hizmetine sokan topyekun bir
seferberlik tasarısıdır. Neoliberal arzu üretimi içsel sevinçli
duygular, yani kendiliğinden iş gören ücretli emekçiler
(otomatlar) üretmeye girişir. Başka bir deyişle bu tasarı, bir
büyüleme ve sevindirme tasarısıdır: Sevinçli otomat-Mutlu
itaat-Para dışı arzu. Bu nasıl sağlanacaktır? İnsanın
sevinçli duygulara olan temayülü ve arzunun yaratıcısı olan
duygu taklidinin kullanılması/sömürülmesi yoluyla, yani ücretli
emekçiler gönüllü kölelik denen özel tuzağa düşürülerek.
Bu durumda tek yabancılaşmadan söz edilebilir, o da gönüllü
köleliğe ilişkin yabancılaşmadır. Ancak bu da evrenseldir ve
insanlar arasında hiç mi hiç ayrım yapmaz.
Simgesel
şiddet (Bourdieu), yani tahakküm edilenlerin bizzat razı
gelmesinden mütevellit yumuşak tahakküm, sevinçli duyguları
aracı olarak kullanan tahakkümdür. Simgesel şiddet; tahhaküm
edilenlere bölüştürülen küçük sevinçlerin yeterli
görülmesini sağlayan “tatmin hayali” ve büyük sevinçlerden
vazgeçmelerini sağlayan acizlik hayali. Toplumsal arzu bölüşümü
bireylerin, kendileri için tayin edilen şeylerin keyfiliğini sanki
zorunlulukmuş gibi, yani tanrısız bir kader gibi yaşamalarını
sağlar, dolayısıyla da bu bölüşümün özgür bir nedene
dayandığının farz edildiği duruma kıyasla daha az sevgi ya da
nefret içerir. Hizalama, keder verici yönü hiçbir zaman tamamen
ortadan kaldıramaz. Spinoza’nın dediği gibi, karışık
duygular, duygusal hayatın olağan halidir. Öyleyse rızalar
sürekli yumuşar ve yeni duygular yaratan yeni duygulanımlardan
(ücretli çalışma hayatındaki olaylar) ötürü tutarlılığını
her an kaybedebilir (Lordon, s.133-143).
Marx
Lordon,
Marx’tan esas olarak “ücretli emek ilişkisi”ni, bu ilişkinin
(bir tür) kölelik olduğunu ve esir almaya/esarete yol açtığı
fikrini aldığını söylerken; “sömürü” ve “yabancılaşma”
kavramlarının yeniden değerlendirilmesi gerektiğine işaret eder
ve “iki sınıflı şema (sermaye ile emek blokları)” nın
büyük ölçüde zarar gördüğünü dile getirir.
Marx
ve Spinoza’nın büyük ihtimalle ayrıldıkları esas noktanın
“değer” meselesi olduğunu ve bunun görmezden gelinemeyecek bir
çatışma olduğunu ifade eden Lordon, Marx’ın artık değer
teorisini bir kenara bırakıp sömürü kavramını yeniden
tanımlamak gerektiğini, “şayet sömürü diye bir şey varsa,
ekonomik değer teorisinden ziyade, siyasal bir esir alma teorisinin
alanına gireceğini, dolayısıyla Marx’ın nesnel değer
teorisinden vazgeçmenin (para konusundaki polemiğe ve bölüşüm
meselesine boş vermeden) bedelinin en başta göründüğü kadar
büyük olmayacağı”nı öne sürer. Öyleyse, artık değer
teorisinden esir alma siyasetine geçebilmek için esir alınan şeyin
mahiyetinin belirlenmesi gerekmektedir. Esir alınan nedir? Esir
alınan, (Spinoza düşüncesinin esinlediği cevap) etkime gücüdür.
Efendi-arzu, çalışanların etkime gücünü, keder veya sevinç
duyguları aracılığıyla hizaya sokar, esir alır, etkime
güçlerini arzu bölüşümüyle ilintilendirir, yani bu güçlerin
uygulanışını son derece dar alanlarla sınırlar. Çalışanların
conatus sağlayan enerjilerinin, efendi-arzu’ya hizalanarak esir
alınması, ancak duygu belirlenimiyle gerçekleşebilir. Genel
anlamda patronun sömürdüğü de işte budur: Gücü ve duyguları,
duygular tarafından yönlendirilen gücü sömürür (Lordon, 2013,
s.146-155).
Yabancılaşma
kavramıyla ilgili olarak Lordon, Marx’ın bu kavramına yeniden
hayat vermek isteyenlerin “yitirme ya da ayrılık” kavramıyla
ilişkiye geçtiklerini, bu kavramların (kişinin kendi gücünü
yitirmesi ya da ondan ayrılması) Spinoza felsefesiyle çeliştiğini
ileri sürer. Yabancılaşma, yitirme değil, kapatılma ve daralma
demektir. Kapitalist ücretli emek ilişkisi, çalışanları üretim
araçlarından ve özelliklerinden ayırırken, duygusal sömürü
bireyleri kendi güçlerinden ayırmaz, bununla beraber güçlerini
birtakım fevkalade kısıtlı hedeflere -efendi arzunun hedeflerine-
sabitler. Yabancılaşma; sabitlenmek, bedenin zaruretten ötürü
talepte bulunması, arzuya sunulan şeylerin sınırlı çeşitlilikte
olması, sevinç dağarcığının epey muğlak olması, saplantılar
ile sabit fikirlerin gücü tek bir yerde tutup uygulamalarına engel
olması demektir. Dikeyleşmekse, sabitlenmemeye başlayarak yeniden
genişlemek demektir ve böyle bir olanak vardır (Lordon, 2013,
s.177-180).
Lordon’a
göre, kapitalizmin toplumsal görünümü ve özellikle “yönetici
kesimin genişlemesi” diye adlandırılabilecek durumdan yani
gitgide daha çok sayıda ücretli emekçinin simgesel olarak
(Bourdieu) “sermaye tarafına” geçmesinden ötürü Marx’ın
“iki sınıflı şema”sı zor durumdadır. Simgesel olarak
sermaye tarafına geçmek, sevinçli “gerçek boyunduruk” altına
girmek demektir. Bu bakımdan sınıf görünümü, ücretli emeğe
dayalı duygusal görünümün yarısıdır, yalınlığını
yitirmiştir ve bulanıktır. Öyleyse, tarihe ait çatışmanın
itici gücü artık “sermaye-emek” çatışması olamaz. O halde,
bu yeni çatışmanın ana bileşeni duygulardır. Hiçbir şeyin
değişmesini istemeyen ya da aynı şeyi isteyen sevinçliler
ile başka bir şey isteyen memnuniyetsizlerin çatışmasıdır söz
konusu olan. Dünyanın seyrine yeni bir yön verebilecek olan
çokluk, memnuniyetsizlerden oluşan çokluktur. Sınıf çatışmasına
dayalı bir bakış açısı ortadan kalkmış değildir, ancak
içeriği ve kılıfı değişmiştir ve sınıf artık, gitgide
büyüyen ve ortak duyguya sahip olması nedeniyle homojen olan
memnuniyetsizler sınıfıdır. Tam da halinden memnun ücretli
emekçiler yaratmak amacıyla yöntemlerini geliştirmeye uğraşan
kapitalizm, yıllardır çalışanlara görülmemiş ölçüde kötü
muamele etmekte, memnuniyetsizliği yaymakta ve “bir çokluğun
toplanmasını sağlayabilecek ortak duyguyu” beslemektedir. Bu ise
ücretli emekçilerin maddi durumları ile duygusal durumlarının
örtüşmesine, sermaye tarafındaki ücretli emekçilerin de saf
değiştirmesine yol açacaktır (Lordon, 2013, s.181-185).
Ne
var ki kapitalizme özgü toplumsal yapılardan kurtulmak, duygusal
kölelikten kurtulmamamızı sağlamaz. Marx’ın yaptığı en
büyük antropolojik hata budur der Lordon: “Şiddeti kökünden
yok edebileceğini sanmak; oysa en az tahripkar şiddet biçimlerini
aramak dışında bir hedef olamaz, zira duyguların dış
belirlenimi ezeli-ebedi koşuldur ve “kapitalizmin aşılması
gibi, “recommune” de bizi kurumsal düzenlemeler icat etmekten
muaf kılmaz.” Sahici komünizmin tanımını Spinoza sunar
Lordon’a göre. Çünkü duygusal sömürü ancak insanlar ortak
arzularını, artık tek taraflı ele geçirilemeyecek nesnelere
yönlendirmeyi (ve girişim, ama komünist girişim oluşturmayı)
başarabildiklerinde - yani gerçek yararın kişinin, başkalarının
da kendisi kadar o yararın sahibi olmasını dilemesine bağlı
olduğunu anladıklarında- son bulur. Eğer ilerleme kavramının
bir anlamı varsa, bu anlam hayatın, sevinçli duygular ve olanaklar
bakımından ve sonrasında da bu duygular arasından güç
uygulamalarımıza sunulan olanaklar alanını genişleten ve bunları
“hakiki yarara” yönlendiren duygular bakımından
zenginleştirilmesinden başka bir şey olamaz (Lordon, 2013,
s.190-197).
Sonuç
Marx
ile Spinoza’yı birleştirme amacıyla yola çıkan Lordon’un bu
çabasının birleştirmeden çok bir eklemleme olacağı; Marx’taki
yabancılaşma ve sömürüyü yeniden değerlendirmeye tabi
tutacağını ve iki sınıflı şemanın yetersizliğini
söylemesinden seziliyordu. Spinoza’nın “duygu antropoloji”si
ile kapitalizmi eleştirirken, bu eleştiriyle uyumlu olmayan Marx’a
ait kavramlar adım adım terk edildi, yeniden değerlendirilmeye
tabi tutularak biçim ve anlam değiştirdi.
Lordon,
sömürü kavramını “artık-değer” sömürüsünden arındırıp
duyguların (arzunun, var olma gücünün) sömürülmesine,
yabancılaşmayı ise arzunun sabitlenmesine bağladı. Yabancılaşma,
gücün (conatus) azalması ya da yitirilmesi olarak anlaşıldığında
Spinoza düşüncesi ile çelişiyordu. Bu çelişme, arzuya sunulan
şeylerin sınırlı çeşitlilikte olması anlamına gelen bir
yabancılaşma anlayışı ile aşılmaya çalışıldı. İki
sınıflı şema da, yönetici konumunda çalışanların sermaye
tarafında olmaları hususunu açıklayamadığı, bununla çeliştiği
gerekçesiyle terk edildi. Daha sonra sınıf kavramı
değerlendirilmeye tabi tutuldu ve memnuniyetsizlerden oluşan bir
çokluk olarak yeniden kavramlaştırıldı. Son olarak devletin
sönümlenmesi gibi bir şeyin Spinoza felsefesine aykırılığı
nedeniyle komünizm de imkansız bir hayalden ibaret görülerek terk
edildi.
Bu
hususların varlığı bile, ayrıca tartışılması bir yana,
Lordon’un birleştirme çabasının, aslında hemen hemen Marx’tan
hiçbir şey almadan kapitalizmin Spinoza’cı bir eleştirisine
dönüştüğünü görmek için yeterli olmaktadır. Böyle olunca,
Lordon’un kapitalizm eleştirisi; kapitalizmin olanaklılık koşulu
olan “işbölümü”nün ve duyguların sömürülmesini sağlayan
“ücretli emek ilişkisi”nin eleştirisi biçiminde gerçekleşir.
Kapitalizm bir “hizalama”, esas olarak, hizmete alanın arzu’su
(efendi-arzu) ile çalışanın arzusu’nun hizalanması
meselesidir. Bu hizalama ise nesnesiz arzu olan, nesne yönelimi
olmayan conatus’a “arzu nesnesi” sağlanarak sağlanır.
Kapitalizm, ücretli emek ilişkisini baskıdan çok rıza üreterek,
arzu yönetimi ile sağlamaktadır. Sevince yönelen conatus’a
sevinç nesneleri verilir, çalışanlar sevinçli otomatlara,
gönüllü kölelere dönüştürülür.
Spinoza’ya
göre irade özerk değildir, duygular, yani sevinç ve keder gibi
rıza da dıştan belirlenir. Dıştan belirlemenin nesnel koşulu bu
durumda ücretli emek ilişkisidir. Öyleyse yapılması gereken
ücretli emek ilişkisi kaldırılmasıdır. Ancak gerek ücretli
emek ilişkisi, gerekse de “özel mülkiyet”in kaldırılması
yeterli olmaz. Çünkü bunlar duyguların sömürülmesini
engelleyemez. Conatus, var olma ve varlığını sürdürme gücü,
yerinde durmaya devam eder. Arzu-çıkarlar önlerine çıkan her
şeyi pervasızca, hatta kimi zaman şiddetle ortadan kaldırır ve
ne mülkiyet biçimlerinin dönüşümü ne de birlik ilişkilerinin
genelleşmesi bunları tamamen zararsız duruma getirebilir. Lordon
açıkça söylemese de, Spinoza’daki Devlet ya da kurumsal
düzenlemeye ihtiyaç fikri komünizmle çelişmektedir. Sahici
komünizmin tanımını ise Spinoza sunar: Duygusal sömürü ancak
insanlar ortak arzularını, artık tek taraflı ele geçirilemeyecek
nesnelere yönlendirmeyi başarabildiklerinde son bulur. Lordon’un
önerisi ve savı, yine açıkça söylenmese de, Spinoza daki
“erdem” anlayışı ve bu dolayımda “birey”e seslenme ile
sonuçlanır.
Spinoza’da
insanın özgür olmamasının, zorunlulukla belli biçimde
davranmasının, yani zorunluluğun kaynağı, kendi kendinin nedeni
olarak sonsuz yüklem taşıyan töz olan tanrı’dır. Zorunlu
olarak duygularına bağımlı ve dolayısıyla tutarsız ve değişken
insanlar birbirine ancak duyguların bastırılması yoluyla güvence
verebilirler. Gerekli, dahası zorunlu olan duyguların denetlenmesi
bilgi aracılığıyla mümkündür. Duygular, ancak kendilerinden
daha güçlü ve kendilerine aykırı bir duygu tarafından
bastırılabilir ve her insan daha büyük bir zarara uğrayacağından
korkarsa zarar vermekten kaçınır. İşte kelimenin olağan
anlamıyla toplum, bu yasal güvencenin kurulmasıyla, pozitif
hukukun inşasıyla var olur. Toplum devletleşmektir ve devletleşmek
medeniliktir. Toplum, devlet ve medeni durum birbirinin yerine geçer
ya da birbirini gerektirir. Spinoza felsefesinde özgürlük,
Platon’un özgürlük görüşüyle uyumlu bir şekilde,
zorunlulukla iç içe, Aristoteles’in özgürlük görüşüyle
uyumlu bir şekilde, bilgiye bağlıdır. Özgürlük, Spinoza için,
insanın kendi doğasının zorunluluğunu bilerek eylemesidir
(Yavuz Adugit, 2013, s.71-74). Bu bakımdan Lordon’un Spinoza
okuması, esas itibariyle, Spinoza felsefesi ile çelişkili
değildir. Lordon, Spinoza üzerinden bir kapitalizm eleştirisi
yapmakta, bunu yaparken en az kapitalizm kadar Marx’ı da
eleştirmektedir. Ücretli emek ilişkisinin kaldırılması
gerektiğini söylemekte, ancak kurumsal düzenleme ihtiyacını da
kabul ettiğinden komünizmi de bir hayal olarak görmekte,
sosyalizmi ise tartışmaya dahil etmemektedir. Bunun yerine,
“insanca bir yaşam” kurulması için bireye seslenerek
Spinoza’daki erdem tavsiyesiyle çalışmasını bitirmektedir.
Adugit,
Yavuz, Özgürlüğün Kısa Tarihi, FLSF (Felsefe ve Sosyal
Bilimler Dergisi), 2013 Güz, sayı:16, s. 63-93
Baker,
Ulus, (I), Spinoza ve Aşkın Diyalektiği,
http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,141,0,0,1,0
Baker,
Ulus, (II), Spinoza’nın Etika’sının Sunuluşu,
http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,144,0,0,1,0
Kayıran,
Yücel, Spinoza Okumaları, 2013,
http://www.radikal.com.tr/kitap/spinoza_okumalari-1076287
Maidanski, Andrey, “Sovyet Spinoza: Anlama Arayışındaki İnanç”, Marx’tan Spinoza’ya Spinoza’dan Marx’a Güncel Müdahaleler, Der.Eylem Canaslan, Cemal Bali Akal, Dost Yay.
Ollman,
Bertell, Yabancılaşma, Yordam Kitap, 2008, İstanbul
Özgen,
Mehmet Kasım, 2013, Spinoza’da Aşk Felsefesi, Beytulhikme An
International Journal of Philosophy, Cilt 3, Sayı 1, Haziran 2013
[1]
Çev. Akın Terzi, Metis, Birinci Basım, Mart 2013, İstanbul
(Capitalisme, désir
et servitude, La
fabrique, 2010)