Cumartesi, Şubat 21, 2015

Frédéric Lordon: "Kapitalizm, Arzu ve Kölelik"



Kapitalizm, ücretli emek ilişkisini baskıdan çok rıza üreterek, arzu yönetimi ile sağlamaktadır. Sevince yönelen conatus’a sevinç nesneleri verilir, çalışanlar sevinçli otomatlara, gönüllü kölelere dönüştürülür.

Frédéric Lordon,Kapitalizm, Arzu ve Kölelik”[1] başlıklı kitabının önsözünde, ”ilişkileri konu alan bir yapısalcılık ile duyguları konu alan bir antropolojiyi, yani Marx ile Spinoza’yı birleştirme savını öne sürmeyi” amaçladığını ifade ediyor. Kapitalizmi yeniden tartışmak isteyen Lordon, bu yeni-yeniden tartışmaya fırsat verecek olanın, Spinozacı duygu antropolojisi ile ücretli emeği konu alan Marksist teorinin kesiştiği nokta olan “birinin arzusu, öbürlerinin etkime gücü ve bunların bir araya gelmesini belirleyen, ücretli emek ilişkilerinin yapısının ürünü olan duygular” olduğunu düşünüyor (Lordon, 2013, s.12-15). İşte  bu kesişme noktasını esas alan Lordon, rızanın tam olarak ne anlama geldiği sorusunu soruyor. Ona göre bu soru, sömürü ve yabancılaşmanın ne demek olduğunu yeniden düşünmek, ister eleştirel ister analitik bakımdan olsun, kapitalizmi yeniden tartışma fırsatı doğuruyor.

Lordon’un Spinoza ve Marx’ı birleştirme girişiminin değerlendirilmesinde, Spinoza ve Marx’tan alınanlar kadar alınmayanlar, dışarıda bırakılanlar da önem taşıyor. Bunları tespit edebilmek için Lordon’un Spinoza, Marx ve kapitalizm okumasına odaklanılması gerekiyor. Ama bundan önce sorulması gereken bir soru daha var: Geçmişte benzer sentez denemeleri yapılmadı mı?

Spinoza ve Marx

Lordon’dan önce de, Spinoza ve Marx’ı ilişkilendirme girişimleri oldu. Sovyet Felsefesinde, Spinoza ile Marx'ın politik görüşlerini buluşturmaya yönelik çaba Plehanov ile başlıyor ve 1970’li yılların ortalarına, Sokolov’a kadar devam ediyor (Andrey Maidanski, 2013, s.118-135). Batı’da ise, Louis Althusser'in etkisiyle, Spinoza’nın siyaset bağlamında okunması, daha çok Antonio Negri ile Étienne Balibar’a, yani Fransızlara ait (Maidanski, s.131 ve Yücel Kayıran, 2012). Bertell Ollman (2008), Spinoza’nın, notlarını tuttuğu ciltler dolusu defterlere bakarak genç Marx’ın büyük bir dikkatle incelediği düşünürlerden olduğunun tespit edilebileceğini; “içsel ilişkiler geleneği/felsefesi”ni takip etme/benimseme bakımından Marx ile aralarında benzerlik bulunan Spinoza’nın, toplam olarak ele aldıkları varlıklarla/bütünle yoğun biçimde ilgilenme yönünden ise ayrı düştüklerini belirtiyor (s.68-75). Aslında Marx Spinoza'yı hiçbir zaman, Hegel veya Ricardo'ya yaptığı gibi, ataları arasında saymıyor, Spinoza hakkında içten bir söz etme lütfunu dahi göstermiyor. Bunu yapmadığı gibi, Kutsal Aile'de duyumcu Bayie ve Condillac'ın Spinoza'ya ve diğer metafizikçilere açtığı eleştirel yaylım ateşini de coşkuyla karşılayıp, Spinoza'nın tözünü "insandan ayrılırken metafizik olarak dönüşen Doğa" olarak niteliyor (Maidanski, 2013, s.118).

Spinoza ile Marx arasında yer yer akrabalığa varan kimi önemli benzerlikler bulunduğu gibi, ayrıldıkları temel noktalara da dikkat çekilmesi gerekir. Spinoza topluma esas itibariyle bir psikolog gözüyle bakarken, Marx bir ekonomist gözüyle bakıyor. Toplumsal hayat, Spinoza için duyguların bir mücadelesiyken, Marx için sınıflar ve onların maddi çıkarları arasındaki mücadeledir. Spinoza sınıfsal farklılıkların üstünden atlar ve Spinoza'nın kimi çağdaş Marksistlere çekici gelen çokluk kavramında bütün farklılıklar lağvedilir. Spinoza çokluk içinde sadece iki karşıtlığı dikkate alır: Yönetenler ile halk arasındaki karşıtlık ve yığınlar ile filozoflar arasındaki karşıtlık (yığınlar tutkularının güdümündeyken, filozoflar akıl doğrultusunda yaşamaya çabalar). Ayrıca Spinoza'da materyalist tarih anlayışına, yani emek kavramına ilişkin herhangi bir köşe taşına rastlanılmaz. Dahası onda, tarih kavramı da tam anlamıyla kristalleşmiş değildir (Maidanski, 2013, s.131-132). Peki Lordon Spinoza’ya nasıl bakıyor?

Spinoza

Lordon, Marx ve Spinoza’yı birleştirme çabasında, Marx ve Spinoza’dan neleri alıp Marx’tan neleri dışarıda bırakacağını önsözde belirtiyor, ilgili bölümlerde ayrıntılandırıyor. Marx’tan alınan ve dışarıda bırakılanları anlayabilmek için önce Lordon’un Spinoza okumasını netleştirmek gerekiyor. Zira Lordon’un Marx’a ve kimi kavramlarına yönelik eleştirisi/yeniden değerlendirmesi Spinoza’nın kavram ve düşünceleri temel alınarak gerçekleştiriliyor.

Spinoza öncelikle duyguların doğrudan ve ilk nedenlerini araştırmaya girişir. Bir duygu hem zihnin hem de bedenin aktifliği ya da pasifliğidir. Aktif ya da pasif, her şey Spinoza'nın temel prensiplerinden conatus uyarınca gücü yettiğince varlığını sürdürmeye çabalar (Baker, I). Lordon, genel itibariyle arzu’nun her tür çıkarı bünyesinde topladığını, conatus’un ise arzu’nun gücü olduğunu söyler. Conatus, var olma gücü, bedenlerin hareket ilkesidir. Ancak, genel arzulayıcı güç ve insanın özü olan conatus’un gideceği belirli bir yön yoktur, yani nesnesi olmayan arzu’dur. Nesneler ise dışarıdan belirlenmiş olarak gelecektir. Conatus kendi başına olduğu sürece, sevincin peşinden gidecektir. Zihin mümkün mertebe bedenin etkime gücünü artıracak ya da ona yardımcı olacak şeyleri hayal etmeye çabalar ve faaliyetin içeriğini değerle donatarak orada arzulanabilir şeyler ve sevinç fırsatları bulmaya çalışır. Spinoza’da özerk irade, egemen kontrol ya da özgür öz-belirlenim diye bir şey yoktur. Spinozacı bakış açısına göre, eğer rıza kendi kendini özgürce belirleyen bir içselliğin sahici ifadesi demekse, o zaman rıza diye bir şey yoktur. Baskı ve rıza, iktidara ve normalleştirmeye dayalı kurumsal koşullarda, keder ya da sevinç duygusunun aldığı isimlerden başka bir şey değildir. Baskı görmek, kederli bir halde bir şeyler yapmaya belirlenmiş olmak demektir. Razı olmak ise, sevinçli bir duygu tarafından içsel külfeti hafifletilmiş itaatle yaşamak demektir (Lordon, s.79-86).

Nesnesiz arzu anlamına gelen conatus nesnelerini toplumsal dünyada bulur. Duygu taklidi, arzunun temel yaratıcısıdır. En küçük arzu taklidinde bile toplum topyekun işbaşındadır. Nitekim bir bütün olarak toplum, başka şeylerin yanı sıra eğitim, formasyon ve yönlendirme sistemleri aracılığıyla temayül imgeleri üretmeye çalışır. Kapitalizmdeki iş bölümünün gereksinmelerine göre üretilen bu imgeler de bireyleri, yani hizmete girmeyi arzulamak üzere koşullanmış müstakbel çalışanları önceden hizalar (Lordon, s.100-103). Lordon’un asıl meselesi kapitalizmde rızanın nasıl ortaya çıktığıdır. Spinoza’nın conatus kavramı ve rıza yaklaşımı ona yardımcı olur.

Kapitalizm

Lordon, kapitalizmin nasıl işlediğiyle ilgilenmektedir. Nasıl oluyor da insanlar “mutlu” bir biçimde çalıştırılmaktadır? Lordon’un meselesi tahakkümden çok rıza olduğundan, itaatin nasıl sağlandığını anlamaya çalışmaktadır. Marx’ın “ücretli emek ilişkisi” ve Spinoza’nın duygu antropolojisi burada devreye girer.

Lordon’a göre, kapitalizmin olanaklılık koşulu, piyasadaki işbölümüne tamamen bağlı olmasıdır. Bir bağımlılık ilişkisi olan ücretli emek ilişkisi esas olarak, hizmete alanın arzu’su (efendi-arzu) ile çalışanın arzu’sunun hizalanması meselesidir. Esir almak, bedenleri başkasının hizmetinde hareket ettirmeyi varsayar. Kapitalist patronun yöntemi öncelikle paradır. Paranın aracılığı ön koşul olduğunda, para tedarikçisine (işveren) olan bağımlılık, hayatın maddi idamesine yönelik stratejilere dahil oluverir ve maddi idamenin adeta en temel verisi haline gelir.  Piyasadaki işbölümüne tabi olma, paraya erişimi zorunlu kılar ve parayı en temel arzu nesnesi haline getirir. Ücretli emekçilerin bedenlerini hizmete koşma işi, conatus-arzu’nun para denen nesneye sabitlenmesinden alır gücünü.

Ücretli emeğe dayalı bağımlılık hiyerarşik bir zincir yaratır ve bu zincir boyunca tek tek bireyler kendi çıkarları tarafından esir alınır. İç ve dış rekabet altındaki ücretli emekçi, birbiri içine geçip duran iç ve dış şiddetin baskısına maruz kalır. Ancak itaatin nedeni yalnızca bu şiddet ve baskılar değil, aynı zamanda orada birtakım çıkarlar yani sevinç fırsatları bulmalarıdır. Nitekim maddi-biyolojik yeniden üretimle ilgili temel arzuyu “iliğine kadar” sömüren, açlık korkusunu esas olan ilk seferberlik (işe koşma) rejimi yerini, failleri piyasadaki sevinçli yabancılaşma aracılığıyla ve gitgide daha fazla tüketme (malların bollaşması, erişim imkanının artması) vaadiyle seferber eden Fordist rejime bırakmıştır (Lordon, s.44-54). Neoliberal evrede ise, kısıtlanmazlık feveranına kapılan kapitalizm yöntem değiştirme ihtiyacı hissetmiştir. Söz konusu olan, bireyleri şirketin hizmetine sokan topyekun bir seferberlik tasarısıdır. Neoliberal arzu üretimi içsel sevinçli duygular, yani kendiliğinden iş gören ücretli emekçiler (otomatlar) üretmeye girişir. Başka bir deyişle bu tasarı, bir büyüleme ve sevindirme tasarısıdır: Sevinçli otomat-Mutlu itaat-Para dışı arzu. Bu nasıl sağlanacaktır? İnsanın sevinçli duygulara olan temayülü ve arzunun yaratıcısı olan duygu taklidinin kullanılması/sömürülmesi yoluyla, yani ücretli emekçiler gönüllü kölelik denen özel tuzağa düşürülerek. Bu durumda tek yabancılaşmadan söz edilebilir, o da gönüllü köleliğe ilişkin yabancılaşmadır. Ancak bu da evrenseldir ve insanlar arasında hiç mi hiç ayrım yapmaz.

Simgesel şiddet (Bourdieu), yani tahakküm edilenlerin bizzat razı gelmesinden mütevellit yumuşak tahakküm, sevinçli duyguları aracı olarak kullanan tahakkümdür. Simgesel şiddet; tahhaküm edilenlere bölüştürülen küçük sevinçlerin yeterli görülmesini sağlayan “tatmin hayali” ve büyük sevinçlerden vazgeçmelerini sağlayan acizlik hayali. Toplumsal arzu bölüşümü bireylerin, kendileri için tayin edilen şeylerin keyfiliğini sanki zorunlulukmuş gibi, yani tanrısız bir kader gibi yaşamalarını sağlar, dolayısıyla da bu bölüşümün özgür bir nedene dayandığının farz edildiği duruma kıyasla daha az sevgi ya da nefret içerir. Hizalama, keder verici yönü hiçbir zaman tamamen ortadan kaldıramaz. Spinoza’nın dediği gibi, karışık duygular, duygusal hayatın olağan halidir. Öyleyse rızalar sürekli yumuşar ve yeni duygular yaratan yeni duygulanımlardan (ücretli çalışma hayatındaki olaylar) ötürü tutarlılığını her an kaybedebilir (Lordon, s.133-143).
       
Marx

Lordon, Marx’tan esas olarak “ücretli emek ilişkisi”ni, bu ilişkinin (bir tür) kölelik olduğunu ve esir almaya/esarete yol açtığı fikrini aldığını söylerken; “sömürü” ve “yabancılaşma” kavramlarının yeniden değerlendirilmesi gerektiğine işaret eder ve  “iki sınıflı şema (sermaye ile emek blokları)” nın büyük ölçüde zarar gördüğünü dile getirir.

Marx ve Spinoza’nın büyük ihtimalle ayrıldıkları esas noktanın “değer” meselesi olduğunu ve bunun görmezden gelinemeyecek bir çatışma olduğunu ifade eden Lordon, Marx’ın artık değer teorisini bir kenara bırakıp sömürü kavramını yeniden tanımlamak gerektiğini, “şayet sömürü diye bir şey varsa, ekonomik değer teorisinden ziyade, siyasal bir esir alma teorisinin alanına gireceğini, dolayısıyla Marx’ın nesnel değer teorisinden vazgeçmenin (para konusundaki polemiğe ve bölüşüm meselesine boş vermeden) bedelinin en başta göründüğü kadar büyük olmayacağı”nı öne sürer. Öyleyse, artık değer teorisinden esir alma siyasetine geçebilmek için esir alınan şeyin mahiyetinin belirlenmesi gerekmektedir. Esir alınan nedir? Esir alınan, (Spinoza düşüncesinin esinlediği cevap) etkime gücüdür. Efendi-arzu, çalışanların etkime gücünü, keder veya sevinç duyguları aracılığıyla hizaya sokar, esir alır, etkime güçlerini arzu bölüşümüyle ilintilendirir, yani bu güçlerin uygulanışını son derece dar alanlarla sınırlar. Çalışanların conatus sağlayan enerjilerinin, efendi-arzu’ya hizalanarak esir alınması, ancak duygu belirlenimiyle gerçekleşebilir. Genel anlamda patronun sömürdüğü de işte budur: Gücü ve duyguları, duygular tarafından yönlendirilen gücü sömürür (Lordon, 2013, s.146-155).

Yabancılaşma kavramıyla ilgili olarak Lordon, Marx’ın bu kavramına yeniden hayat vermek isteyenlerin “yitirme ya da ayrılık” kavramıyla ilişkiye geçtiklerini, bu kavramların (kişinin kendi gücünü yitirmesi ya da ondan ayrılması) Spinoza felsefesiyle çeliştiğini ileri sürer. Yabancılaşma, yitirme değil, kapatılma ve daralma demektir. Kapitalist ücretli emek ilişkisi, çalışanları üretim araçlarından ve özelliklerinden ayırırken, duygusal sömürü bireyleri kendi güçlerinden ayırmaz, bununla beraber güçlerini birtakım fevkalade kısıtlı hedeflere -efendi arzunun hedeflerine- sabitler. Yabancılaşma; sabitlenmek, bedenin zaruretten ötürü talepte bulunması, arzuya sunulan şeylerin sınırlı çeşitlilikte olması, sevinç dağarcığının epey muğlak olması, saplantılar ile sabit fikirlerin gücü tek bir yerde tutup uygulamalarına engel olması demektir. Dikeyleşmekse, sabitlenmemeye başlayarak yeniden genişlemek demektir ve böyle bir olanak vardır (Lordon, 2013, s.177-180).

Lordon’a göre, kapitalizmin toplumsal görünümü ve özellikle “yönetici kesimin genişlemesi” diye adlandırılabilecek durumdan yani gitgide daha çok sayıda ücretli emekçinin simgesel olarak (Bourdieu) “sermaye tarafına” geçmesinden ötürü Marx’ın “iki sınıflı şema”sı zor durumdadır. Simgesel olarak sermaye tarafına geçmek, sevinçli “gerçek boyunduruk” altına girmek demektir. Bu bakımdan sınıf görünümü, ücretli emeğe dayalı duygusal görünümün yarısıdır, yalınlığını yitirmiştir ve bulanıktır. Öyleyse, tarihe ait çatışmanın itici gücü artık “sermaye-emek” çatışması olamaz. O halde, bu yeni çatışmanın ana bileşeni duygulardır. Hiçbir şeyin değişmesini istemeyen ya da  aynı şeyi isteyen sevinçliler ile başka bir şey isteyen memnuniyetsizlerin çatışmasıdır söz konusu olan. Dünyanın seyrine yeni bir yön verebilecek olan çokluk, memnuniyetsizlerden oluşan çokluktur. Sınıf çatışmasına dayalı bir bakış açısı ortadan kalkmış değildir, ancak içeriği ve kılıfı değişmiştir ve sınıf artık, gitgide büyüyen ve ortak duyguya sahip olması nedeniyle homojen olan memnuniyetsizler sınıfıdır. Tam da halinden memnun ücretli emekçiler yaratmak amacıyla yöntemlerini geliştirmeye uğraşan kapitalizm, yıllardır çalışanlara görülmemiş ölçüde kötü muamele etmekte, memnuniyetsizliği yaymakta ve “bir çokluğun toplanmasını sağlayabilecek ortak duyguyu” beslemektedir. Bu ise ücretli emekçilerin maddi durumları ile duygusal durumlarının örtüşmesine, sermaye tarafındaki ücretli emekçilerin de saf değiştirmesine yol açacaktır (Lordon, 2013, s.181-185).

Ne var ki kapitalizme özgü toplumsal yapılardan kurtulmak, duygusal kölelikten kurtulmamamızı sağlamaz. Marx’ın yaptığı en büyük antropolojik hata budur der Lordon: “Şiddeti kökünden yok edebileceğini sanmak; oysa en az tahripkar şiddet biçimlerini aramak dışında bir hedef olamaz, zira duyguların dış belirlenimi ezeli-ebedi koşuldur ve “kapitalizmin aşılması gibi, “recommune” de bizi kurumsal düzenlemeler icat etmekten muaf kılmaz.” Sahici komünizmin tanımını Spinoza sunar Lordon’a göre. Çünkü duygusal sömürü ancak insanlar ortak arzularını, artık tek taraflı ele geçirilemeyecek nesnelere yönlendirmeyi (ve girişim, ama komünist girişim oluşturmayı) başarabildiklerinde - yani gerçek yararın kişinin, başkalarının da kendisi kadar o yararın sahibi olmasını dilemesine bağlı olduğunu anladıklarında- son bulur. Eğer ilerleme kavramının bir anlamı varsa, bu anlam hayatın, sevinçli duygular ve olanaklar bakımından ve sonrasında da bu duygular arasından güç uygulamalarımıza sunulan olanaklar alanını genişleten ve bunları “hakiki yarara” yönlendiren duygular bakımından zenginleştirilmesinden başka bir şey olamaz  (Lordon, 2013, s.190-197).

Sonuç

Marx ile Spinoza’yı birleştirme amacıyla yola çıkan Lordon’un bu çabasının birleştirmeden çok bir eklemleme olacağı; Marx’taki yabancılaşma ve sömürüyü yeniden değerlendirmeye tabi tutacağını ve iki sınıflı şemanın yetersizliğini söylemesinden seziliyordu. Spinoza’nın “duygu antropoloji”si ile kapitalizmi eleştirirken, bu eleştiriyle uyumlu olmayan Marx’a ait kavramlar adım adım terk edildi, yeniden değerlendirilmeye tabi tutularak biçim ve anlam değiştirdi.

Lordon, sömürü kavramını “artık-değer” sömürüsünden arındırıp duyguların (arzunun, var olma gücünün) sömürülmesine, yabancılaşmayı ise arzunun sabitlenmesine bağladı. Yabancılaşma, gücün (conatus) azalması ya da yitirilmesi olarak anlaşıldığında Spinoza düşüncesi ile çelişiyordu. Bu çelişme, arzuya sunulan şeylerin sınırlı çeşitlilikte olması anlamına gelen bir yabancılaşma anlayışı ile aşılmaya çalışıldı. İki sınıflı şema da, yönetici konumunda çalışanların sermaye tarafında olmaları hususunu açıklayamadığı, bununla çeliştiği gerekçesiyle terk edildi. Daha sonra sınıf kavramı değerlendirilmeye tabi tutuldu ve memnuniyetsizlerden oluşan bir çokluk olarak yeniden kavramlaştırıldı. Son olarak devletin sönümlenmesi gibi bir şeyin Spinoza felsefesine aykırılığı nedeniyle komünizm de imkansız bir hayalden ibaret görülerek terk edildi.

Bu hususların varlığı bile, ayrıca tartışılması bir yana, Lordon’un birleştirme çabasının, aslında hemen hemen Marx’tan hiçbir şey almadan kapitalizmin Spinoza’cı bir eleştirisine dönüştüğünü görmek için yeterli olmaktadır. Böyle olunca, Lordon’un kapitalizm eleştirisi; kapitalizmin olanaklılık koşulu olan “işbölümü”nün ve duyguların sömürülmesini sağlayan “ücretli emek ilişkisi”nin eleştirisi biçiminde gerçekleşir. Kapitalizm bir “hizalama”, esas olarak, hizmete alanın arzu’su (efendi-arzu) ile çalışanın arzusu’nun hizalanması meselesidir. Bu hizalama ise nesnesiz arzu olan, nesne yönelimi olmayan conatus’a “arzu nesnesi” sağlanarak sağlanır. Kapitalizm, ücretli emek ilişkisini baskıdan çok rıza üreterek, arzu yönetimi ile sağlamaktadır. Sevince yönelen conatus’a sevinç nesneleri verilir, çalışanlar sevinçli otomatlara, gönüllü kölelere dönüştürülür.

Spinoza’ya göre irade özerk değildir, duygular, yani sevinç ve keder gibi rıza da dıştan belirlenir. Dıştan belirlemenin nesnel koşulu bu durumda ücretli emek ilişkisidir. Öyleyse yapılması gereken ücretli emek ilişkisi kaldırılmasıdır. Ancak gerek ücretli emek ilişkisi, gerekse de “özel mülkiyet”in kaldırılması yeterli olmaz. Çünkü bunlar duyguların sömürülmesini engelleyemez. Conatus, var olma ve varlığını sürdürme gücü, yerinde durmaya devam eder. Arzu-çıkarlar önlerine çıkan her şeyi pervasızca, hatta kimi zaman şiddetle ortadan kaldırır ve ne mülkiyet biçimlerinin dönüşümü ne de birlik ilişkilerinin genelleşmesi bunları tamamen zararsız duruma getirebilir. Lordon açıkça söylemese de, Spinoza’daki Devlet ya da kurumsal düzenlemeye ihtiyaç fikri komünizmle çelişmektedir. Sahici komünizmin tanımını ise Spinoza sunar: Duygusal sömürü ancak insanlar ortak arzularını, artık tek taraflı ele geçirilemeyecek nesnelere yönlendirmeyi başarabildiklerinde son bulur. Lordon’un önerisi ve savı, yine açıkça söylenmese de, Spinoza daki “erdem” anlayışı ve bu dolayımda “birey”e seslenme ile sonuçlanır.

Spinoza’da insanın özgür olmamasının, zorunlulukla belli biçimde davranmasının, yani zorunluluğun kaynağı, kendi kendinin nedeni olarak sonsuz yüklem taşıyan töz olan tanrı’dır. Zorunlu olarak duygularına bağımlı ve dolayısıyla tutarsız ve değişken insanlar birbirine ancak duyguların bastırılması yoluyla güvence verebilirler. Gerekli, dahası zorunlu olan duyguların denetlenmesi bilgi aracılığıyla mümkündür. Duygular, ancak kendilerinden daha güçlü ve kendilerine aykırı bir duygu tarafından bastırılabilir ve her insan daha büyük bir zarara uğrayacağından korkarsa zarar vermekten kaçınır. İşte kelimenin olağan anlamıyla toplum, bu yasal güvencenin kurulmasıyla, pozitif hukukun inşasıyla var olur. Toplum devletleşmektir ve devletleşmek medeniliktir. Toplum, devlet ve medeni durum birbirinin yerine geçer ya da birbirini gerektirir. Spinoza felsefesinde özgürlük, Platon’un özgürlük görüşüyle uyumlu bir şekilde, zorunlulukla iç içe, Aristoteles’in özgürlük görüşüyle uyumlu bir şekilde, bilgiye bağlıdır. Özgürlük, Spinoza için, insanın kendi doğasının zorunluluğunu bilerek eylemesidir (Yavuz Adugit, 2013, s.71-74). Bu bakımdan Lordon’un Spinoza okuması, esas itibariyle, Spinoza felsefesi ile çelişkili değildir. Lordon, Spinoza üzerinden bir kapitalizm eleştirisi yapmakta, bunu yaparken en az kapitalizm kadar Marx’ı da eleştirmektedir. Ücretli emek ilişkisinin kaldırılması gerektiğini söylemekte, ancak kurumsal düzenleme ihtiyacını da kabul ettiğinden komünizmi de bir hayal olarak görmekte, sosyalizmi ise tartışmaya dahil etmemektedir. Bunun yerine, “insanca bir yaşam” kurulması için bireye seslenerek Spinoza’daki erdem tavsiyesiyle çalışmasını bitirmektedir.

Halil Çelik




Adugit, Yavuz, Özgürlüğün Kısa Tarihi,  FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2013 Güz, sayı:16, s. 63-93

Baker, Ulus, (I), Spinoza ve Aşkın Diyalektiği, http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,141,0,0,1,0

Baker, Ulus, (II), Spinoza’nın Etika’sının Sunuluşu, http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,144,0,0,1,0

Kayıran, Yücel, Spinoza Okumaları, 2013, http://www.radikal.com.tr/kitap/spinoza_okumalari-1076287

Maidanski, Andrey, “Sovyet Spinoza: Anlama Arayışındaki İnanç”, Marx’tan Spinoza’ya Spinoza’dan Marx’a Güncel Müdahaleler, Der.Eylem Canaslan, Cemal Bali Akal, Dost Yay.

 

Ollman, Bertell, Yabancılaşma, Yordam Kitap, 2008, İstanbul
Özgen, Mehmet Kasım, 2013, Spinoza’da Aşk Felsefesi, Beytulhikme An International Journal of Philosophy, Cilt 3, Sayı 1, Haziran 2013


[1] Çev. Akın Terzi, Metis, Birinci Basım, Mart 2013, İstanbul (Capitalismedésir et servitude, La fabrique, 2010)