Çarşamba, Aralık 16, 2015

Not My Type/Pas Son Genre (2014): “Budala” Erkeklerin “Kararsız” Sevmeleri


Yalnızca bir kırıntıydın içime ilk düştüğünde,
vakitsiz anda
Bilmediğim bir neden beni alıp götürdüğünde,
o yerlere
Keder ve budalalıktan başka yaşamın anlamı
var mıydı, var mıydı?[1]

Yönetmen Lucas Belvaux, Philippe Vilain’nın aynı adlı romanından (2011) uyarlanan filmde (Pas Son Genre, 2014), Kuzey Fransa’nın işçi sınıfı kenti Arras’ta geçen bir aşk hikayesini anlatmaktadır. Jennifer (Émilie Dequenne) bir kuaförde işçi olarak çalışmakta, Paris aşığı bir entelektüel olan Clement (Loïc Corbery) yeni atandığı Arras’taki bir lisede felsefe öğretmeni olarak görev yapmaktadır. Seyirciyle ilk olarak tanıştırılan karakterin (Clement), öğretmenliğin yanısıra, aşk üzerine kitabı olan bir yazar olduğunu, Paris’ten, sadece ailesiyle birlikte katıldığı zengin kültürel ortamı değil, bir kadınla yaşadığı ilişkiyi de bırakarak/bitirerek Arras’a geldiğini öğreniriz. Duygusal ilişki yaşadığı partnerinden, kadının çocuk sahibi olmak istemesi üzerine ayrılan Clement, taşındığı kentte, saçını kestirmek için gittiği kuaförde Jennifer ile karşılaşır.[2]



Jennifer, en büyük eğlencesi kuafördeki iki arkadaşıyla birlikte, yerel bir gece kulübünde karaoke şarkı söylemek olan, magazin dergileri okumaktan hoşlanan, eşinden/sevgilisinden ayrılmış, neşeli bir karakterdir. Küçük oğluyla birlikte yaşamakta, annelik ve işi arasındaki koşturmaca görüntüleriyle perdeye yansıtılmaktadır. Bu noktadan sonra izleyicinin ilgisini ayakta tutan gerilim, sosyo-kültürel farklılıkları neredeyse zıtlık derecesine varan bu iki karakter arasında gelişen ilişkinin nasıl bir seyir izleyeceği sorusu olacaktır. Aşk; Paris’te opera izleyerek, sanat galerilerine giderek vakit geçiren Clemente ile TV izlemeyi, magazin dergileri okumayı seven Jennifer arasındaki entelektüel/kültürel farktan, diğer bir ifadeyle yaşam tarzı uyuşmazlığından kaynaklanan engeli aşmaya yetecek midir?[3]

Kitaplar: Budala…

İlişki sürecinde Clement, Jennifer’a okuması için Fyodor Dostoyevski, Emile Zola, Marcel Proust ve Charles Baudelaire’den kitaplar verir. Dostoyevski’nin romanlarından Clement’in tercih ettiği, gelmiş geçmiş en büyük aşk romanlarından biri olarak görülen Budala (The Idiot) olur.[4]

Budala romanının kahramanı Prens Mışkin, yaşamı kendi iç dünyasını seyre dalmakla geçiren, insanlarla her türlü alışverişi kesmiş, budalalık derecesinde iyi/dürüst olan, elinden sevmekten başka bir şey gelmeyen birisidir. Ancak, Stefan Zweig’a göre, “niyeti bütünüyle güzel bir insanı anlatmak" olan Dostoyevski için aşk, bir mutluluk hali, bir denge değil, daha yüksek bir düzeye çıkarılmış bir çatışmadır: Dostoyevski'nin insanları sevildikleri kadar sevmek istemezler. Onlar sadece sevmek ve kurban olmak isterler, hep daha fazla veren, hep daha azını alan olmak isterler ve karşılıklı olarak duyguları çılgınca artırırlar, yumuşak bir oyun olarak başlayan şey adeta bir boğulma, bir inleme, bir kavga, bir ıstırap olana kadar. O çılgınca dönüşüm içinde, ancak reddedildikleri, alaya alındıkları, aşağılandıkları zaman mutludurlar, çünkü ancak o zaman onlar veren, sınırsızca veren ve karşılığında hiçbir şey istemeyen kişi olurlar. Dostoyevski'nin kahramanları ararlar, ama gerçek hayatla hiçbir ilişki kurmazlar. Onların farkı budur. Onlar kesinlikle realiteye girmek istemezler, tersine başından itibaren onu aşmak, sonsuzluğa ulaşmak isterler.[5]

Dostoyevski’yi Fransa’da tanıtan kişi olan André Gide, onun için “kendi düşüncelerini dile getirdikten hemen sonra bu düşüncelere sırtını dönen onun gibi bir yazar az görülür” der: Onun düşüncelerinde hemen hiç kesinlik yoktur; bu düşünceler kişilerine göre değişir demek de yetmez, onların bir anından bir anına göre de değişir; her jeste göre değişiklik gösterebilir.”[6] Gide için, insanlık komedyasının olağanüstü zenginliğine rağmen, Dostoyevski’nin kişileri hep aynı düzeyde, alçakgönüllülük ve gurur düzeyinde toplanır ve sıralanırlar: Dostoyevski’nin kadın kahramanları, erkeklerden de fazla kararlıdırlar gururlu olmaya, onları gurur harekete geçirir hep.[7]

Yönetmene göre Jennifer ve Clement’in aşkı imkansızdır, çünkü Clement bir kadına bağlanmanın başka kadınları sevmeyi yasakladığını düşünen, bu nedenle bir kadına bağlanamayan, bağlanmaktan korkan bir filozoftur. Bu yönüyle Clement, Dostoyevski’nin budalasına, sevmeye aşık karakterine benzer. Benzer biçimde, Marcel Proust romanındaki kahramanın (Swann) son sözleri de, filmle ilişki kurularak okunabilir. Şöyle der Swann: Hayatımın onca yılını hasrettiğim, uğruna ölmek istediğim, en büyük aşkımı yaşadığım kadın, aslında hoşuma gitmeyen, tipim bile olmayan bir kadınmış meğer![8]

Üç Şarkı
Aradığım aşkı bulduysam, sendedir
Ya bu benim içimde dolaşan da kimdir?
Ya bu benim içimde mekan tutan da kimdir?
Adem evvelinden beri bir yanımız noksandır,
neylersin...
Beni bu alemde divane gibi gezdiren sen değil misin?
Geriye kalan yalnızca tanımadığım bu tendir

Yönetmene göre Jennifer’ın şarkı söylediği karaoke sahnelerinin farklı dramatik işlevleri vardır. Birinci şarkı (You Can’t Hurry Love), Jennifer ve arkadaşlarının karaoke performansını çok ciddiye aldıklarını gösterir. Evde provalar yapıp hazırlanırlar bar performansına. Müzikle uğraşmak onları mutlu eden, bir çeşit hayattan zevk alma yöntemidir. İkinci şarkıda (Live is Life) bir kadının bir adama olan romantik tutkusu anlatılır. Üçüncü şarkıysa (I will survive) adeta bir manifesto, bir vedanın ilan edilmesidir. Dolayısıyla üç şarkı da, Jennifer’ın o anda içinde bulunduğu duygusal durumu izleyiciye gösterme işleviyle yüklüdür.[9]

Şarkıların sözlerine bakıldığında, birinci şarkıda, aşkın sabırla beklenmesi gereken bir şey olduğu, aceleye getirilemeyeceği ve bir alma-verme oyunu olduğu anlatılır. Bu, Budala için söz edilen sadece verme veya almaya odaklı bir anlayıştan farklıdır ve aşkı, karşılıklılık içinden kavrar.

Annem söylemişti hatırlıyorum
Aşkı aceleye getiremezsin
Hayır sadece beklemek zorundasın
O dedi ki aşk kolayca gelmez
Bu bir alma-verme oyunu
Bu üç şarkıdan yalnızca ikincisinde Jennifer’ın yanında aşık olduğu adam (Clemente) bulunmakta ve şarkıya eşlik etmektedir. Bu şarkıyla Jennifer, aşkını, aşkın ona verdiği mutluluğu ortaya koyar.

Hayat, yaşamın tadını çıkarmaktır
Hadi gel sen de
Kalk ayağa ve dans et işte!

Üçüncü şarkı filmin finalinde yer alır ve sözleri anlam bakımından, Ajda Pekkan’ın yorumladığı uyarlamayla (Bambaşka Biri) genel olarak örtüşür.

Sardı korkular gelecek yıllar
Düşündüm sensiz nasıl yaşanacaklar
Gözlerimde canlanıca yaptığın haksızlıklar güçlendim...
Herşey bambaşka olacak

Döndün bak geldin şimdi
Bugünü aslında nasıl sabırla bekledimdi
Seni yalvarırken görmek seni ağlatabilmek
Geçmişi senden geri almak bütün ümidimdi

Olmaz artık kapı açık
Arkanı dön ve çık istenmiyorsun artık
Bir zamanlar sen de bana acımadın
Yalnız kaldım yıkılmadım ayaktayım

Bağlanamayan Clement karakterinin aksine Jennifer için aşk, bağlanmak, geleceğe dair planları/düşleri olmak anlamına gelmekte, Clement ise bağlanmadan sevmeye çalışmaktadır. Sürekli “bilmiyorum, emin değilim” sözcükleriyle şimdiye odaklanan ve geleceğe dair taahhütler altına girmeyen Clement ile Jennifer’ın cinselliğe bakışları da birbirinden ayrılır. İlk tanışmadan itibaren “öpüşme ve sevişme” arzusunu yansıtan Clement, karşısında sürekli bunları erteleyen bir kadın bulur. İlk başlarda tutkuyla gerçekleştirilen sevişmeler, süreç içinde Jennifer’ın kuşkularının sınandığı bir edim haline gelir. Bir sevişme sahnesinde Jennifer’ın, Clement’in aslında kendisine aşık olmadığını anlaması şöyle gösterilir.



Clement sevişmektedir ama bu bir aşığın sevişmesi değildir Jennifer’a göre. O, aşık olduğu adam olmasına rağmen, kendisinin onu sevdiği gibi sevilmediğini anladığında Clement’i terk eder. Adam elinde çiçeklerle kuaför kapısına geldiğinde, o tası tarağı toplayıp çoktan şehirden ayrılmıştır.

Kutsal Aşk veya Kararsız Vericilik

Yönetmenin filmde Jennifer’ın tarafını tuttuğu iddiasına[10] karşılık, Belvaux, Jennifer’ın Clement’i suçlamadığını, bunu da “sen bana zarar vermek istemedin, öyleyse unutalım gitsin” sözleriyle dile getirdiğini savunur. Filmde bu sözler, iş arkadaşlarıyla karşılaşan Clement’in, onlara yanındaki Jennifer’ı tanıştırmaktan çekindiği sahnenin sonrasında söylenmiştir. Bu, sevişme sırasındaki farkına varma kadar etkili olmuş olsa da, kırgınlık yaratsa da, Jennifer suçlamaz Clement’i. Ancak kabullenmez de bu durumu. Zarar vermek istememesi suçlanmasına engel olur ama ilişkinin devamını sağlamaz. Jennifer, Gide’in Dostoyevski’nin kadın kahramanları gibi “kararlıdır gururlu olmaya”. Ya da bu durum “gurur”dan daha çok, aşka yönelik bakışlar arasındaki farklılıkla izah edilmelidir.

Yoksa erkeklerin bir kurgusu mudur dünyevi aşkın içine kutsal aşkı getirip yerleştirmek, ve böylece kadınlarla yaşanan bir ilişkiyi araçsallaştırmak? Bir yanda “kutsallık” anlatısı, diğer yanda budala düzeyinde vericilik/sevmeye aşık olma miti, hiçbir sorumluluk almaya yanaşmayan, aşkı bir “gönül eğlendirme” olarak algılayan bakışın kılıfı olabilir. Bağlanmayan erkekler, almadan verme oyunu adına, genel “verici” olarak inşa edilen kadınlardan sürekli karşılık beklemeden vermelerini isterler. Bağlanmamak yüceltilir zira “birçok insanın genellikle aşkın yüksek ölçütlerine yükseltilmesindense, bu ölçütler düşürülmüştür. Aşk deneyimlerinin bu ani bolluğu ve belirgin kullanışlılığı, aşkın öğrenilen bir beceri olduğu ve bu konudaki ustalığın öğrencinin teşebbüs sayısıyla ve devamlılığıyla arttığı inancını besleyebilir. Fakat bu bir yanılsamadır.”[11]

Filmde, karakterlerin sınıfsal konumu yalnızca kültürel fark bakımından anlamlıdır ve Jennifer’ın bir işçi olmasının anlamı bu bağlamla sınırlı kalır. Yönetmenin çizdiği çerçeveye sınıfsal fark, yüksek-aşağı kültür çelişkisi olarak girer. Bu da, sosyo-politik bağlamın kültürel boyut düzeyinde kavranmasına neden olur. Oysa Clement’in Jennifer’ı arkadaşlarıyla tanıştıramamasında, entelektüel-kültürel bakımdan “aşağı” olanı temsil ettiği düşüncesi kadar, ve belki de daha çok, Jennifer’ın “kuaför”de çalışan bir işçi olması rol oynamış olabilir. Bunun yanında, kültürün yüksek-aşağı olarak nitelendirilmesi de, bunun sınıflara özgülenmesi de bir sorun olarak görülebilir.



bazı gecelerin sabahı yoktur
yalnızca bir karanlık olarak kalırlar

bazı ayrılıkların dönüşü olmaz
giden gider
borçlarıyla yaşar kalanlar

geleceği yoktur bazı kalplerin
aşk uğramaz onlara bir daha
tek bir hatırayla yaşlanırlar

bazı pişmanlıklar uzun sürer
zamana yayılırlar

kendinden kaçanlara
saklanacak yer kalmaz dünyada
gün gelir kendileriyle tanışırlar
asıl yalnızlık o zaman başlar
hayata geç kalmıştır kendinde geç kalan
şairin dediği gibi
bir daha yaşamak zorunda kalır
geçmişini anlayamayan

bazı geceler
bazı insanlar
bazı yerlerde
sahiden karşılaşırlar
bazı insanlar bazı aşklar bazı şarkılar
bu yüzden unutulmazlar
bazı hayatlar hayal tutmazlar
bu yüzden bazı bazı bazı
çabuk yaşayıp
ansızın kaybolmalar
bazı bazı bazı

Murathan Mungan


[1] Ahmet Aslan’ın Tanımadığım Ten isimli şarkısından
[6] Cengiz Ertem, ANDRE GIDE VE DOSTOYEVSKİ'DE İKİLİK TEMASI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/10 Fall 2013, p. 281-286, ANKARA-TURKEY
[11] Zygmunt Bauman, Akışkan Aşk, Çev.Işık Ergüden, Versus, 2009