Bloglar
2000’li yıllarda popülerleşmeye başlıyor ve bir araştırmaya
göre genç kadın blog yazarları daha çok “kişisel günlük”
tarzı blog yazmayı tercih ediyorlar. Yunanistan’daki blogcular
üzerine yapılmış bir araştırmada ortalama blogcunun, 30’lu
yaşlarda ve üniversite eğitimine sahip bireyler olduğu
belirtiliyor. Blog yazarları ve blog yazma nedenleriyle ilgili
olarak da birçok araştırma yapılıyor. Rosanna E.Guadagno ve
arkadaşları çalışmalarında, insanlar neden blog yazar sorusunu
yöneltiyor ve bireysel farklılıklara odaklanıyorlar. Bu amaçla
kullandıkları modele göre bireyler beş anahtar boyut temelinde
farklılaşıyor ve bu boyutları “nevrotiklik, dışa dönüklük,
açıklık, hoşluk ve vicdan sahibi” olmak oluşturuyor.
Çalışmada, bu boyutlarda yüksek varlık gösteren bireylerin blog
yazmaya da daha eğilimli oldukları ortaya çıkıyor (Sütçü,
2010)[1].
Sizin
blog yazarlığı serüveniniz 2008 yılında başlıyor. O yıl
blogunuzda (Mart ve Ekim aylarında), Attila İlhan, Ataol
Behramoğlu, Nazım Hikmet ve Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan şiirler
paylaşıyorsunuz. Bir yıl içinde yalnızca iki yayınla başlayan
bu serüvende, sizin motivasyonlarınızı, sizi blog açmaya iten
nedenleri öğrenebilir miyiz?
29
yaşında üniversite eğitimine sahip bir bireyim J İlk blog
sayfamı söylediğiniz gibi 2008 yılında oluşturdum. Öncelikle
söylemem gerekir ki blog sayfamı benim de bir sayfam olsun, blogcu
olayım ve benzeri nedenlerle açmadım. O zamanlar hala Msn
Messenger vardı; ama tamamen kaldırılmak üzereydi. Messenger
kullananlar hatırlarlar, orada ismini şimdi tam hatırlayamadığım
(myspace olabilir) herkesin fotoğraf, yazı vs. gibi paylaşımlar
yapabildiği kişisel bir alanı vardı. Orada bir iki yazı ve
sevdiğim bir kaç şiiri paylaşmıştım. Fakat messenger
kapanmadan bu kişisel sayfamı Wordpress’e taşımam gerektiğini
aksi halde bu sayfanın tamamen silineceğini söyleyen bir uyarı
aldım. Uzun lafın kısası sadece 2-3 tane paylaşımım da olsa
yok olmalarını istemedim ve Wordpress’e geçtim, ve blog
serüvenim böylece başlamış oldu. Belki o zaman blog sayfamı çok
bilinçli bir şekilde açmadım; ama blog yazmaya başlamam
hayatımda hep iyi ki dediğim şeylerden biri oldu.
Blog
sayfam, bir çok blogcu gibi belirli bir temaya bağlı kalmadan ne
paylaşmak istiyorsam paylaştığım, sevdiğim şeylerin (şiir
bunların başında) doya doya hazzını yaşadığım bir platform
oldu benim için. Şiir hayatımda çok önemli bir yere sahip; ancak
bir çok insan şiirle pek ilgilenmiyor. Yakın arkadaşlarım
arasında da pek ilgilenen yoktu. Dolayısıyla blogumda şiirle
alakalı paylaşımlara çok fazla yer veriyorum. Bir nevi kendimi
şiire doyuruyorum ve şiir seven insanlarla iletişim kurabiliyorum.
Ayrıca yukarıda bahsettiğiniz özelliklerden kendime en yakın
gördüğüm sanırım ‘vicdan sahibi olmak’; düz yazı olarak
paylaştığım yazılarımda bunu görebilirsiniz J. Şu an üç
ayrı blogum var: ilki üstünde konuştuğumuz ‘Forgotten Hopes,
ikincisi ‘Rukia’s Blog’ adını verdiğim sadece okuduğum
kitaplardan sevdiğim alıntıları paylaştığım blogum, ve son
olarak da eğitim konulu paylaşımlar yaptığım ama çok aktif
kullanmadığım ‘Rukia’s Edublog’ sayfam. İçlerinden en sık
ve düzenli kullandığım tabiki ‘Forgotten Hopes’. Blog dünyası
gerçekten bir kere içine girdiğinizde bir daha çıkmak
istemeyeceğiniz bir dünya.
Blog
ismi olarak “forgotten hopes” başlığını, yazar takma isim
olarak da “Rukia Kuchiki”yi tercih ediyorsunuz. Blog yazarı
profiline dair bilgi verilen bölümde, bu takma isme kaynaklık eden
karakter hakkında detaylı bilgi yer alıyor. Blog
ismine de, “umudun aslında kaybolmadığı fakat
unutulduğu” sözleriyle göndermede bulunuyor, “old
passions” başlıklı yazınızda önemli ipuçları veriyorsunuz.
Çocuk yaşlardaki, bir köy öğretmeni olup ihtiyaç/yoksunluk
duygusu içindeki insanlara hizmet etmek amacının zaman içinde
değiştiğini, bu özgecil, başkaları için özveride bulunma
duygusunun yok olmadığını ancak artık bunun için yeterli
cesaret ve gücünüzün kalmadığını ve kendini güvende hissetme
arzusunun öne çıktığını yazıyorsunuz. Bu eski tutkuları
öldürenin “İstanbul” (veya “İstanbul’da yaşamak”)
olduğunu düşünüyor ve yeni tutkular inşa etmeniz gerektiğini,
bizi yaşama bağlayan tutkular değişse de, ölmelerine asla izin
vermememiz gerektiğini söylüyorsunuz. Özgecil tutumda
cesaretinizi kıran diğer bir şey de, Haziran 2014’te yazdığınız
gibi, yardım isteyenlerin çokluğu oluyor. Şöyle yazıyorsunuz:
“Yardım etmek istiyorum bir düşmüşe. Bir bakıyorum
bin oluyorlar. Vazgeçiyorum; ama vazgeçmiyorum bir çocuğun başını
okşamaktan. İçimde insanlık kırıntısı var hala,
hissediyorum.”
Bu
süreçte, yeni amaçlar/tutkular edinebildiniz mi, yoksa eskilerini
mi özlüyorsunuz? Takma isim ve blog ismiyle ilgili olarak neler
söylemek istersiniz? Rukia Kuchiki karakteriyle Rukiye Uçar
arasında ne gibi benzerlikler/farklılıklar var, size göre?
Hayatımın
bir döneminde farklı müzik tarzlarıyla ilgilenmeye başlamıştım.
Metal ve rock müziğin ilgimi çektiği bir dönemde Anathema
grubunun ‘Forgotten Hopes’ şarkısıyla karşılaştım ve
sözleri çok hoşuma gitti. Ben de bloguma bu ismi vermeye karar
verdim; blogunuzun ne yönde şekil alacağını az çok
kestiriyorsunuz. Sonuçta kendinizi tanıyorsunuz. Bence blogum için
çok uygun bir isim oldu diye düşünüyorum; çünkü paylaşımlarım
çoğu zaman biraz hüzün dolu; ama mücadeleyi bırakmayın mesajı
da veriyorlar genellikle. Sizin de bahsettiğiniz gibi ‘Old
Passions’ yazım da buna güzel bir örnek. Yazar ismine gelirsek,
anime izlemeyi çok seviyorum. Rukia Kuchiki ‘Bleach’ adında çok
popüler olan bir Japon animesinden bir karakter. Kişilik özelliği
olarak pek bir ortak noktamız olduğunu söyleyemem. Bu ismi
kendimle özdeşleştirmemin nedeni tamamen ismi ve fiziksel
görünüşü. Benim ismim Rukiye, onun ismi de Rukia ve tipini,
saçlarını vs. kendime çok benzetiyorum. Hatta Rukia’yı ilk
gördüğümde benim anime versiyonumu yapmışlar demiştim. Bu
sebeple ‘Rukia Kuchiki’ ismini kullanmayı tercih ettim. Fakat
kendi ismimi de gizli tutmuyorum. Şiir çevirilerimin ve diğer bazı
yazılarımın altında gerçek ismimi kullanıyorum.
Üniversite
eğitimim için İstanbul’a ilk geldiğimde ve üniversite son
sınıfa kadar da bir köy öğretmeni olmak istiyordum hep ve içimde
bir yerlerde bu arzu hala var; fakat maalesef bu arzuyu hiç
gerçekleştiremeyeceğim sanırım. Hayat beni çok farklı bir
yoldan götürüyor. Hayatta edindiğimiz tecrübeler, aldığımız
eğitim, karşılaştığımız insanlar, bunların hepsi hayat
akışımızı da, hayattan beklentilerimizi de etkiliyor ve
belirliyor. İstanbul’da bir üniversitede okutman olarak
çalışıyorum. Aynı zamanda yüksek lisans yapıyorum ve şu an
işim ve eğitimim hayatımda çok önemli bir yer kaplıyor. Bu
yoğunluk içinde rutinimi değiştirmek, bir anda her şeyi geride
bırakıp farklı bir yöne doğru ilerlemek benim için büyük bir
lüks olurdu. Çok yoğun hayatlar yaşıyoruz bir çoğumuz, bundan
şikayet ediyoruz çoğu zaman, ve zaman zaman tükenmiş
hissediyoruz; fakat bazen gizli bir haz almıyor da değiliz bu
yoğunluktan, hele geliştiğimizi hissediyorsak. Sadece bunu
kendimize itiraf etmekten kaçıyoruz bence. Bunların dışında
Taksimsanat’ta gitar ve çizim dersleri aldım. Çizim yapmayı çok
seviyorum. Vaktim olduğu zaman kendimi şiire ve çizime veriyorum.
Blogumda da ders almadan öncesine ait bir kaç çizimimi
görebilirsiniz. Eski tutkularım öldü mü? Hayır asla, pek
öleceğe de benzemiyorlar ve beni ben yapan karakterimi yansıtan
şeyler de bu eski tutkular zaten. Nitekim blog yazılarıma da ilham
kaynağı oluyorlar.
Kısacası
sevdiğim, ilgilendiğim şeylerle donattım blogumu. Blogumdaki her
şey kendi hayatımdan bir şeyler yansıtıyor. Başta sayfamı
gizli tutmuştum. Daha sonra blogum şekillendi ve herkesle
paylaşmaya hazır hale geldiğini hissettiğimde de paylaşımlarımı
herkese açtım.
Umut
ve tutku gibi “düş/hayal gücü (fantasy)”nün de sizin için
önemli olduğu, blog başlığı altında paylaştığınız,
fantezinin yaşamın gerekli/zorunlu bir bileşeni olduğunu
vurgulayan özlü sözden anlaşılıyor. Aralık 2013 tarihli bir
yazınızda, neden şiir sevdiğinizi ve fantastik kurgu kitapları
okuduğunuzu, bu dünyanın gerçekliğinden bunalmakla
irtibatlandırıyor ve şöyle diyorsunuz:
“Şiir
okurken kendimi başka bir yerlerde buluyorum; kah saçları
dudakları deniz kokan bir kadını hayal ediyorum, kah ağlıyorum
Fatih’te yoksul bir gramofon dinlerken, ben sana mecburum diyorum
olmayan aşklarıma… Sonra kapatıyorum gözlerimi ve kendimi yer
altındaki acımasız ortamdan kaçıp yeryüzündeki yabancı ortama
ayak uydurmaya çalışan Drizzt’in yanında buluyorum. Beraber gün
ışığına alışmaya çalışıyoruz. Sonra bir bakıyorum
büyücüler, cadılarla dolu bir dünyadayım, dans ediyorum kış
ustasıyla. Sonra bir el dürtüyor beni; diyor ki,
“Sen Sabahattin Ali de okuyorsun, bu dünyanın gerçekliği kokan.
Sonra Cengiz Aytmatov yok mu?” Evet onlar da var en sevgililerim.
Sonra diyorum ki ben de, “Bu dünya ancak edebi bir üslupla
anlatılırsa çekiliyor.” Sonra kapatınca kitapların kapağını,
bir yalnızlık çöküyor üzerime. İnsanın değer verdikleri bile
yanlış anlarsa insanı dünya daha da sıkıcı bir hal alıyor..”
Bu
yazının, gündelik hayattaki insan ilişkilerinde yaşanan “yanlış
anlaşılma” üzerine yazıldığı göz önüne alınırsa,
çocukluktaki tutkuların değişmesinde, büyüdükçe
yaşanan/biriken insan ilişkileri deneyimlerinin etkili olduğu
söylenilebilir mi? Gerçek dünyadan geçici kaçışın, süreli de
olsa sizi rahatlattığını düşünüyor musunuz?
Daha
önce de söylediğim gibi karşılaştığımız insanlar, onlarla
kurduğumuz etkileşim, oluşturduğumuz bağlar, bunların hepsi
hayatımızı yeniden şekillendirmede büyük rol oynuyor. Yanlış
anlaşılmalar bile insana güzel deneyimler kazandırıyor; çünkü
insanları, neye nasıl tepki verdiklerini, onlar için neyi yapmanız
ve neyi yapmamanız gerektiğini anlıyorsunuz. İnsan ilişkilerinde
daha titiz olmaya başlıyorsunuz. İnsanların hayatımızda büyük
etkisi olduğuna inandığımdan olsa gerek, karakterleri farklı
olan insanları tanımayı, onlarla vakit geçirmeyi bir başka
seviyorum; çünkü sizden farklı olan insanlar sizi tamamlar veya
size çok şey öğrenme olanağı sunarlar. İnsanlarla güçlü
bağlar kurmayı da seviyorum. Etrafımda böyle insanlar biriktikçe
de bu çemberden ayrılması zor oluyor ve ister istemez eski
tutkularınızdan uzaklaşıp, içinde bulunduğunuz ortamda yeni
beklentilere, arzulara, isteklere yelken açıyorsunuz.
Hepimizin
zaman zaman içinde bulunduğumuz rutin hayatlarımızda bu dünyadan
kaçmak istediğimiz anlarımız olmuştur. Bunun bir çok nedeni
olabilir: belki bir yanlış anlaşılma, rutinden sıkılma, bir an
için boşlukta hissetme, hüzün, yorgunluk vs. Hele son zamanlarda
dünyanın içine saplanmış olduğu savaş ortamında her gün
insanlığımızı bir kez daha sorguladığımız haberler gördükçe,
akıl sağlığımız için bu kaçış daha da gerekli bir hal aldı.
Burada bahsetmek istediğim duyarsız olmak değil sadece hayata kısa
bir mola. Beynimizi farklı bir şeyle meşgul etmedikçe,
televizyonumuzu, internetimizi kapatmamız yetmiyor bazen kaçmaya.
Ben böyle durumlarda vaktim olduğu müddetçe kitaplara, şiirlere
yöneliyorum. Fantastik kurgu hikayeleri gerçek anlamda bu dünyadan
uzaklaştırıyor; çünkü karakterler ve mekan olarak da bu
dünyadan tamamen farklılar ve kısa süreliğine de olsa beni
canımı sıkan herşeyden uzaklaştırıyorlar ve rahatlatıyorlar.
Fantastik kurgu olarak severek okuduğum iki yazar Terry Pratchett ve
R. A. Salvatore. İlgilenenlere kesinlikle tavsiye ediyorum.
Nisan
2015’te şöyle yazıyorsunuz: “Kapımı
kilitlediğimde huzurlu hissediyorum. Kapım
kilitli, hatta alarmım da kurulu, şimdilik huzurlu hissediyorum…
Nereye kadar?”
Türkiye’de
yaşayan bir kadın olarak “güvende olma/hissetme”nin gündelik
yaşamınızı nasıl etkilediği, bu etkinin yaşama dair
düşüncelerinize nasıl yansıdığı üzerine bir şeyler söylemek
ister misiniz? 2011 yılında başınızdan geçen “hırsızlık”
vakasının “güvenlik” duygusu üzerinde bir etkisi oldu
mu? Genel olarak toplumsal cinsiyet, kadın olmak ve aşk üzerine
neler söylersiniz?
Biliyorsunuz
sadece Türkiye’de değil dünyanın bir çok yerinde kadınların
zor bir hayatı var. Ataerkil toplumlarda maalesef kadınlar ikinci
sınıf varlıklar olarak görülmekten kaçamıyorlar. Bu konuda
beni üzen de kadınlar olarak birbirimize sahip çıkmayışımız.
Yeri gelmişken karşılaşmış olduğum bir durumu paylaşayım
sizinle. Bir gün İstiklal Caddesi’nde yürürken, bir grup
kadının düzenlediği bir eylemle karşılaştım. Kadın
cinayetleri üzerine pankartlar açmışlar barışçıl bir şekilde
slogan atıyorlardı. Ben de durup bir müddet izleyeyim dedim. O
esnada caddede yürüyen bir kadın eylemle ilgili olarak yanındakine
dönüp ‘İnşallah polis gelir de hepsini toplar, hapse atar.’
dedi. Neyi savunduklarını bilmeden, durup dinlemeden, böyle bir
yorum yaptı kadın. Demek istediğim şey tam da bu. Bu toplumda
kadınlar mekanizmanın birer parçası olmuşlar, yaşadıkları
hayattan daha adil bir alternatif olduğunun farkında bile değiller.
Hatta bazı kadınlar eşlerinin kendilerine zarar verecek derecede
aşırı takıntılarını bile aşk ve sevgi olarak görebiliyorlar.
Bana
gelirsek, bir kadın olarak kendimi bir çoklarına göre şanslı
görüyorum. Bu konuda çok şükür ki büyük bir sıkıntı
yaşamadım şu ana kadar. Beni güvende hissettirmeyen, kadın
olmamla alakalı değil aslında. Ben genel olarak insanlığın
büyük bir yozlaşma içinde olduğunu düşünüyorum. Ahlaki
değerlerin yok olduğu, kişiyi haklarından mahrum bırakmanın
yasalarla bile cezalandırılmadığı yaşanılmaz bir yer haline
dönüyor içinde bulunduğumuz toplum. Bir de izlediğim savaş
haberlerinden çok etkileniyorum. Keşke diyorum... keşke...
Kadınlara yönelik saldırılar, yanıbaşımızdaki coğrafyada
işlenen cinayetler, insanlık suçları, hırsızlık, saygısızlık,
amaçsızca güç peşinde koşma... Dolayısıyla travmatik bir
toplum haline dönmemizin bir kaçışı yoktu maalesef. Yaşadığım
hırsızlıkla ilgili olarak yazdığım yazıda da bahsettiğim
gibi, insanın evi bile artık güven vermemeye başlıyorsa dönüşü
olmayan bir yola girmişiz demektir. Biz küçükken (İstanbul’da
değildim o zamanlar) kapımızı kilitlemeye bile gerek duymazdık.
O kadar güvenliydi yaşadığımız dönem ve yerler. Belki bir
çokları için hırsızlık vakası travmatik bir durum olmayabilir
ama beni gerçekten çok etkilemişti, ve hayatımda ilk defa kapıma
alarm taktırma gereği duydum.
Blog’ta
esas olarak şiir çevirileri, kendi yazdığınız şiirler ve nadir
de olsa, günlük benzeri gündelik hayat deneyimlerini
paylaşıyorsunuz. Bu gündelik hayata dair yazılarınız daha çok
sizin “dışarıya çıktığınız”da, gündelik rutinlerdeki
karşılaşmalar üzerine oluyor: “Her
gün rutin olarak yaptığım şeydir işten çıkıp metrobüse
binmek ve evimin yolunu tutmak. Bu rutinde tek değişen şey her gün
karşılaştığım yolcular. (Eylül
2014)”
Aynı
zamanda bu rutin/koşturmaca, kendinizi “yaralı bir kelebek gibi”
güçsüz hissetmenize neden oluyor?: “Henüz
27 yaşındayım ama bu yaşıma kadar edindiğim tecrübelerle
sabittir ki “hayat hiç adil değil ve de hayat insanı yoruyor”.
(…) Sabah kalk işe git… kaos… trafik…
kaos… ofise gir… kaos…insanlarla konuşmaya çalış… kaos….
işini en iyi şekilde yapmaya çalış, yorul, geber… kaos…
saçlarında beyazlar çıkmaya başlasın… kaos… akşam yorgun
argın eve dönerken otobüste ayakta uyumaya çalış… kaos… eve
gel sıcak yemek bulama… kaos… yatağa koy başını uyuyama…
kaos… Sen de bu kaosun içinde tutunmaya çalışan yaralı
kelebek; daha kaç günlük ömrün kaldı ki, çırpınıyorsun??
Bir kelebek kadar güçsüz hissediyorum kendimi… Yoruldum a
dostlar! (Kasım
2013)”
Geçmişten
bugüne, kendinize ve dünyaya ilişkin tasavvur/tahayyül üzerinde,
yaşanan gündelik rutinler ve çalışma hayatının nasıl bir
etkisi olduğunu düşünüyorsunuz? Bu rutinler sırasındaki
rastlantısal karşılaşmalar, kabuğuna çekilme ve dışa açılma
ikiliğinde bir rol oynuyor mu? Vicdan ve rahatlama üzerine bir
şeyler söylemek ister misiniz?
Yazılarım
tamamen o anki ruh halime göre yazdığım şeyler aslında. Sürekli
yorgun ve umutsuz hissettiğimi söylersem hayatıma haksızlık
etmiş olurum J Sadece böyle hissettiğim zamanlarda daha fazla
yazma ihtiyacı duyuyorum. Çoğumuzun günlük rutin bir hayatı
var. Bu rutinin içinden çıkamıyoruz; çünkü belirli saatlerde
işte olmamız, belirli saatlerde uyumamız ve uyanmamız gerekiyor.
Ben de bu rutin beni sıkmasın diye onu biraz kendi kendime kırmaya
çalışıyorum. Bazen mendil satan Suriyeli çocuklarla sohbet
etmeye çalışıyorum. Bazen bir temizlik işçisine selam
veriyorum. Herkes bunu yapmalı bence (Yolumuzun üzerinde
karşılaştığımız bütün çalışanlara, şoförlere, güvenlik
görevlilerine, vs.). Bazen bir ‘kolay gelsin’ deyişinize öyle
mutlu oluyorlar ki! Taksim metrosunda bir sergi alanı var. Yolum o
tarafa düşerse oraya uğruyorum beş dakika da olsa, ve sergiyi
düzenleyenlerle ayaküstü sohbet ediyorum. Bütün bunlar gündelik
hayattan kaçmak için yaptığım küçük kaçamaklar. Bazen sadece
başkalarını değil kendinizi de mutlu hissetmek için etrafınızda
gördüğünüz insanlara onların farkında olduğunuzu
hissettirmeniz yeterli. Dolayısıyla vicdani bir huzur da
yaşıyorsunuz tabiki.
Şubat
2014’te, “bir Sabahattin Ali var benim için bir de
Cengiz Aytmatov. Lisede tanıştım Aytmatov’la. Daha da
bırakamadım kitaplarını elimden.” diyerek, Ali ve
Aytmatov’un sizin için önemine işaret ediyorsunuz. Bu konuda bir
şeyler söylemek ister misiniz?
Kitaplarını
en çok okuduğum iki yazar Sabahattin Ali ve Cengiz Aytmatov. İkisi
de bazı farklılıklar olsa da, kalemleri hüzünlü yazarlar. Çok
etkileyici bir anlatımları var. Günlük, sıradan olaylara bile
farklı bir tat katıyorlar. Aytmatov’un ilk olarak ‘Gülsarı’
aldı kitabını okumuştum. Bir atın hikayesini anlattığı bu
kısa roman beni çok etkilemişti. Daha sonra bir çok kitabını
okuma fırsatım oldu. Sabahattin Ali’yi ise üniversitede bir ders
için okutmuşlardı. ‘Kuyucaklı Yusuf’ ve ‘Kağnı Ses
Esirler’ kitaplarını okuma fırsatım olmuştu o zaman. Daha
sonra hayat hikayesi, Almanya’dan bursunun kesilerek Türkiye’ye
geri gönderilmesi, yazdığı bir şiirden dolayı hapis cezası
alması, yenilikçi öğretmen kimliği, çok erken yaşta sözde
faili meçhul bir cinayete kurban gitmesi, bütün bunlar Sabahattin
Ali’yi daha çok araştırmamı ve okumamı sağladı. Sabahattin
Ali ile ilgilenenler için Metin Avdaç’ın yönettiği ‘Sabah
Yıldızı’ belgeselini tavsiye ederim. Bu belgeselde Ali’nin
hayatına dair bir çok detayı bulabilirsiniz. Ali’nin zamanında
‘Marko Paşa’ adlı bir dergi çıkardığını ben bu belgeseli
izleyince öğrenmiştim mesela. Bu iki yazara en yakın gördüğüm
şair de Cahit Sıtkı Tarancı. Tabiki üslup bakımından bu üç
ustanın birbirinden çok farkı var; fakat benim üçünü de
okuduğumda aldığım haz aynı.
Aralık
2012’de, yazmanın sizi rahatlattığını belirtiyor ve şöyle
diyorsunuz: “İçimden geliyor yazmak.. Çok güzel birşeyler
yazmak.. Keşke herkes yazmaktan zevk alsa. Herkes birşeyler yazsa,
belki de o kadar rahatlayacaklar ki! Ah bilseler ne güzel şey yazı
yazmak… Bir de bu aralar slow müzik dinlemiyorum. Müzik dinleyip
ağlamaktansa müzik dinleyip kafa sallamayı yeğliyorum.”
Blog
yayınlarına sayısal olarak bakıldığında, paylaşılan
gönderilerin 2008-2015 arasında artan bir seyir izlediği, 2015
yılında, 2014’e oranla bir miktar düşüşe geçtiği görülüyor.
Şiir paylaşımıyla başlayıp şiir çevirileriyle zenginleşen
blog yazarlığı deneyiminizi bir bütün olarak düşündüğünüzde
bugün neler söylemek istersiniz. Beklendiği gibi gelişen bir
serüven oldu mu sizin için bu deneyim?
Evet,
ne kadar başarılı olabiliyorum bilmiyorum ama gerçekten de günlük
tadında yazı yazmayı çok seviyorum. 2015’ten öncesine kadar
sanırım kendimi daha çok ifade etmeye ihtiyacım vardı. Bu
nedenle blog yazılarım bana terapi gibi geliyordu. Hala da öyle.
Sadece hayatımı yoğun yaşadığım bir dönemde olduğumdan,
gerçekten vakit ayırıp, üzerinde düşünüp oluşturduğum
yazıları paylaşmayı yeğliyorum. Şiir çevirilerim tamamen hobi
olarak yaptığım bir şey. Ama ilk başladığımdan bu yana çok
ilgi gördü. Bunun sebebi de tabiki Türk şiirinin gerçekten çok
ama çok güzel olması. Bu nedenle şiir seven yabancı blogcuların
yoğun ilgisi oluyor. Keşke herkes, bir Orhan Veli’nin, Edip
Cansever’in, Cahit Sıtkı’nın, Nazım Hikmet’in, Sabahattin
Ali’nin ve daha nice şairin şiirlerini Türkçe aslıyla okuyup
anlayabilseydi.
İlave
etmek, sorulmayan fakat sizin belirtmek istediğiniz herhangi bir şey
var mı?
Artık
çoğumuzun elinde birer akıllı telefon ve internet bağlantısı
var. Blog yazmak çok pratik. Kimsenin fikirleri uçup gitmesin. Ben
blog yazmaktan çok zevk alıyorum; blogum küçük bir dünya benim
için ve herkese de kendi küçük dünyalarını oluşturmalarını
tavsiye ediyorum. O kadar bilgi kirliliği var ki şu an internette
birinci ağızdan güzel hikayeler duymaya hepimizin ihtiyacı var.
Çok teşekkür ediyorum.
[1]
Sütçü, Günseli BAYRAKTUTAN (2010). Blog Ortamı ve Türkiye’de
Blogosferdeki Akademik Entelektüeller Örneği. Yayımlanmamış
Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi