Çarşamba, Şubat 03, 2016

Blog Yazarlığı Üzerine (Röportaj): “Küçük Bir Dünya”



Bloglar 2000’li yıllarda popülerleşmeye başlıyor ve bir araştırmaya göre genç kadın blog yazarları daha çok “kişisel günlük” tarzı blog yazmayı tercih ediyorlar. Yunanistan’daki blogcular üzerine yapılmış bir araştırmada ortalama blogcunun, 30’lu yaşlarda ve üniversite eğitimine sahip bireyler olduğu belirtiliyor. Blog yazarları ve blog yazma nedenleriyle ilgili olarak da birçok araştırma yapılıyor. Rosanna E.Guadagno ve arkadaşları çalışmalarında, insanlar neden blog yazar sorusunu yöneltiyor ve bireysel farklılıklara odaklanıyorlar. Bu amaçla kullandıkları modele göre bireyler beş anahtar boyut temelinde farklılaşıyor ve bu boyutları “nevrotiklik, dışa dönüklük, açıklık, hoşluk ve vicdan sahibi” olmak oluşturuyor. Çalışmada, bu boyutlarda yüksek varlık gösteren bireylerin blog yazmaya da daha eğilimli oldukları ortaya çıkıyor (Sütçü, 2010)[1].

Sizin blog yazarlığı serüveniniz 2008 yılında başlıyor. O yıl blogunuzda (Mart ve Ekim aylarında), Attila İlhan, Ataol Behramoğlu, Nazım Hikmet ve Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan şiirler paylaşıyorsunuz. Bir yıl içinde yalnızca iki yayınla başlayan bu serüvende, sizin motivasyonlarınızı, sizi blog açmaya iten nedenleri öğrenebilir miyiz?

29 yaşında üniversite eğitimine sahip bir bireyim J İlk blog sayfamı söylediğiniz gibi 2008 yılında oluşturdum. Öncelikle söylemem gerekir ki blog sayfamı benim de bir sayfam olsun, blogcu olayım ve benzeri nedenlerle açmadım. O zamanlar hala Msn Messenger vardı; ama tamamen kaldırılmak üzereydi. Messenger kullananlar hatırlarlar, orada ismini şimdi tam hatırlayamadığım (myspace olabilir) herkesin fotoğraf, yazı vs. gibi paylaşımlar yapabildiği kişisel bir alanı vardı. Orada bir iki yazı ve sevdiğim bir kaç şiiri paylaşmıştım. Fakat messenger kapanmadan bu kişisel sayfamı Wordpress’e taşımam gerektiğini aksi halde bu sayfanın tamamen silineceğini söyleyen bir uyarı aldım. Uzun lafın kısası sadece 2-3 tane paylaşımım da olsa yok olmalarını istemedim ve Wordpress’e geçtim, ve blog serüvenim böylece başlamış oldu. Belki o zaman blog sayfamı çok bilinçli bir şekilde açmadım; ama blog yazmaya başlamam hayatımda hep iyi ki dediğim şeylerden biri oldu.

Blog sayfam, bir çok blogcu gibi belirli bir temaya bağlı kalmadan ne paylaşmak istiyorsam paylaştığım, sevdiğim şeylerin (şiir bunların başında) doya doya hazzını yaşadığım bir platform oldu benim için. Şiir hayatımda çok önemli bir yere sahip; ancak bir çok insan şiirle pek ilgilenmiyor. Yakın arkadaşlarım arasında da pek ilgilenen yoktu. Dolayısıyla blogumda şiirle alakalı paylaşımlara çok fazla yer veriyorum. Bir nevi kendimi şiire doyuruyorum ve şiir seven insanlarla iletişim kurabiliyorum. Ayrıca yukarıda bahsettiğiniz özelliklerden kendime en yakın gördüğüm sanırım ‘vicdan sahibi olmak’; düz yazı olarak paylaştığım yazılarımda bunu görebilirsiniz J. Şu an üç ayrı blogum var: ilki üstünde konuştuğumuz ‘Forgotten Hopes, ikincisi ‘Rukia’s Blog’ adını verdiğim sadece okuduğum kitaplardan sevdiğim alıntıları paylaştığım blogum, ve son olarak da eğitim konulu paylaşımlar yaptığım ama çok aktif kullanmadığım ‘Rukia’s Edublog’ sayfam. İçlerinden en sık ve düzenli kullandığım tabiki ‘Forgotten Hopes’. Blog dünyası gerçekten bir kere içine girdiğinizde bir daha çıkmak istemeyeceğiniz bir dünya.

Blog ismi olarak “forgotten hopes” başlığını, yazar takma isim olarak da “Rukia Kuchiki”yi tercih ediyorsunuz. Blog yazarı profiline dair bilgi verilen bölümde, bu takma isme kaynaklık eden karakter hakkında  detaylı bilgi yer alıyor. Blog ismine de, “umudun aslında kaybolmadığı fakat unutulduğu” sözleriyle göndermede bulunuyor, “old passions” başlıklı yazınızda önemli ipuçları veriyorsunuz. Çocuk yaşlardaki, bir köy öğretmeni olup ihtiyaç/yoksunluk duygusu içindeki insanlara hizmet etmek amacının zaman içinde değiştiğini, bu özgecil, başkaları için özveride bulunma duygusunun yok olmadığını ancak artık bunun için yeterli cesaret ve gücünüzün kalmadığını ve kendini güvende hissetme arzusunun öne çıktığını yazıyorsunuz. Bu eski tutkuları öldürenin “İstanbul” (veya “İstanbul’da yaşamak”) olduğunu düşünüyor ve yeni tutkular inşa etmeniz gerektiğini, bizi yaşama bağlayan tutkular değişse de, ölmelerine asla izin vermememiz gerektiğini söylüyorsunuz. Özgecil tutumda cesaretinizi kıran diğer bir şey de, Haziran 2014’te yazdığınız gibi, yardım isteyenlerin çokluğu oluyor. Şöyle yazıyorsunuz: “Yardım etmek istiyorum bir düşmüşe. Bir bakıyorum bin oluyorlar. Vazgeçiyorum; ama vazgeçmiyorum bir çocuğun başını okşamaktan. İçimde insanlık kırıntısı var hala, hissediyorum.

Bu süreçte, yeni amaçlar/tutkular edinebildiniz mi, yoksa eskilerini mi özlüyorsunuz? Takma isim ve blog ismiyle ilgili olarak neler söylemek istersiniz? Rukia Kuchiki karakteriyle Rukiye Uçar arasında ne gibi benzerlikler/farklılıklar var, size göre?

Hayatımın bir döneminde farklı müzik tarzlarıyla ilgilenmeye başlamıştım. Metal ve rock müziğin ilgimi çektiği bir dönemde Anathema grubunun ‘Forgotten Hopes’ şarkısıyla karşılaştım ve sözleri çok hoşuma gitti. Ben de bloguma bu ismi vermeye karar verdim; blogunuzun ne yönde şekil alacağını az çok kestiriyorsunuz. Sonuçta kendinizi tanıyorsunuz. Bence blogum için çok uygun bir isim oldu diye düşünüyorum; çünkü paylaşımlarım çoğu zaman biraz hüzün dolu; ama mücadeleyi bırakmayın mesajı da veriyorlar genellikle. Sizin de bahsettiğiniz gibi ‘Old Passions’ yazım da buna güzel bir örnek. Yazar ismine gelirsek, anime izlemeyi çok seviyorum. Rukia Kuchiki ‘Bleach’ adında çok popüler olan bir Japon animesinden bir karakter. Kişilik özelliği olarak pek bir ortak noktamız olduğunu söyleyemem. Bu ismi kendimle özdeşleştirmemin nedeni tamamen ismi ve fiziksel görünüşü. Benim ismim Rukiye, onun ismi de Rukia ve tipini, saçlarını vs. kendime çok benzetiyorum. Hatta Rukia’yı ilk gördüğümde benim anime versiyonumu yapmışlar demiştim. Bu sebeple ‘Rukia Kuchiki’ ismini kullanmayı tercih ettim. Fakat kendi ismimi de gizli tutmuyorum. Şiir çevirilerimin ve diğer bazı yazılarımın altında gerçek ismimi kullanıyorum.

Üniversite eğitimim için İstanbul’a ilk geldiğimde ve üniversite son sınıfa kadar da bir köy öğretmeni olmak istiyordum hep ve içimde bir yerlerde bu arzu hala var; fakat maalesef bu arzuyu hiç gerçekleştiremeyeceğim sanırım. Hayat beni çok farklı bir yoldan götürüyor. Hayatta edindiğimiz tecrübeler, aldığımız eğitim, karşılaştığımız insanlar, bunların hepsi hayat akışımızı da, hayattan beklentilerimizi de etkiliyor ve belirliyor. İstanbul’da bir üniversitede okutman olarak çalışıyorum. Aynı zamanda yüksek lisans yapıyorum ve şu an işim ve eğitimim hayatımda çok önemli bir yer kaplıyor. Bu yoğunluk içinde rutinimi değiştirmek, bir anda her şeyi geride bırakıp farklı bir yöne doğru ilerlemek benim için büyük bir lüks olurdu. Çok yoğun hayatlar yaşıyoruz bir çoğumuz, bundan şikayet ediyoruz çoğu zaman, ve zaman zaman tükenmiş hissediyoruz; fakat bazen gizli bir haz almıyor da değiliz bu yoğunluktan, hele geliştiğimizi hissediyorsak. Sadece bunu kendimize itiraf etmekten kaçıyoruz bence. Bunların dışında Taksimsanat’ta gitar ve çizim dersleri aldım. Çizim yapmayı çok seviyorum. Vaktim olduğu zaman kendimi şiire ve çizime veriyorum. Blogumda da ders almadan öncesine ait bir kaç çizimimi görebilirsiniz. Eski tutkularım öldü mü? Hayır asla, pek öleceğe de benzemiyorlar ve beni ben yapan karakterimi yansıtan şeyler de bu eski tutkular zaten. Nitekim blog yazılarıma da ilham kaynağı oluyorlar.

Kısacası sevdiğim, ilgilendiğim şeylerle donattım blogumu. Blogumdaki her şey kendi hayatımdan bir şeyler yansıtıyor. Başta sayfamı gizli tutmuştum. Daha sonra blogum şekillendi ve herkesle paylaşmaya hazır hale geldiğini hissettiğimde de paylaşımlarımı herkese açtım.

Umut ve tutku gibi “düş/hayal gücü (fantasy)”nün de sizin için önemli olduğu, blog başlığı altında paylaştığınız, fantezinin yaşamın gerekli/zorunlu bir bileşeni olduğunu vurgulayan özlü sözden anlaşılıyor. Aralık 2013 tarihli bir yazınızda, neden şiir sevdiğinizi ve fantastik kurgu kitapları okuduğunuzu, bu dünyanın gerçekliğinden bunalmakla irtibatlandırıyor ve şöyle diyorsunuz:

Şiir okurken kendimi başka bir yerlerde buluyorum; kah saçları dudakları deniz kokan bir kadını hayal ediyorum, kah ağlıyorum Fatih’te yoksul bir gramofon dinlerken, ben sana mecburum diyorum olmayan aşklarıma… Sonra kapatıyorum gözlerimi ve kendimi yer altındaki acımasız ortamdan kaçıp yeryüzündeki yabancı ortama ayak uydurmaya çalışan Drizzt’in yanında buluyorum. Beraber gün ışığına alışmaya çalışıyoruz. Sonra bir bakıyorum büyücüler, cadılarla dolu bir dünyadayım, dans ediyorum kış ustasıyla. Sonra bir el dürtüyor beni; diyor ki, “Sen Sabahattin Ali de okuyorsun, bu dünyanın gerçekliği kokan. Sonra Cengiz Aytmatov yok mu?” Evet onlar da var en sevgililerim. Sonra diyorum ki ben de, “Bu dünya ancak edebi bir üslupla anlatılırsa çekiliyor.” Sonra kapatınca kitapların kapağını, bir yalnızlık çöküyor üzerime. İnsanın değer verdikleri bile yanlış anlarsa insanı dünya daha da sıkıcı bir hal alıyor..

Bu yazının, gündelik hayattaki insan ilişkilerinde yaşanan “yanlış anlaşılma” üzerine yazıldığı göz önüne alınırsa, çocukluktaki tutkuların değişmesinde, büyüdükçe yaşanan/biriken insan ilişkileri deneyimlerinin etkili olduğu söylenilebilir mi? Gerçek dünyadan geçici kaçışın, süreli de olsa sizi rahatlattığını düşünüyor musunuz?

Daha önce de söylediğim gibi karşılaştığımız insanlar, onlarla kurduğumuz etkileşim, oluşturduğumuz bağlar, bunların hepsi hayatımızı yeniden şekillendirmede büyük rol oynuyor. Yanlış anlaşılmalar bile insana güzel deneyimler kazandırıyor; çünkü insanları, neye nasıl tepki verdiklerini, onlar için neyi yapmanız ve neyi yapmamanız gerektiğini anlıyorsunuz. İnsan ilişkilerinde daha titiz olmaya başlıyorsunuz. İnsanların hayatımızda büyük etkisi olduğuna inandığımdan olsa gerek, karakterleri farklı olan insanları tanımayı, onlarla vakit geçirmeyi bir başka seviyorum; çünkü sizden farklı olan insanlar sizi tamamlar veya size çok şey öğrenme olanağı sunarlar. İnsanlarla güçlü bağlar kurmayı da seviyorum. Etrafımda böyle insanlar biriktikçe de bu çemberden ayrılması zor oluyor ve ister istemez eski tutkularınızdan uzaklaşıp, içinde bulunduğunuz ortamda yeni beklentilere, arzulara, isteklere yelken açıyorsunuz.

Hepimizin zaman zaman içinde bulunduğumuz rutin hayatlarımızda bu dünyadan kaçmak istediğimiz anlarımız olmuştur. Bunun bir çok nedeni olabilir: belki bir yanlış anlaşılma, rutinden sıkılma, bir an için boşlukta hissetme, hüzün, yorgunluk vs. Hele son zamanlarda dünyanın içine saplanmış olduğu savaş ortamında her gün insanlığımızı bir kez daha sorguladığımız haberler gördükçe, akıl sağlığımız için bu kaçış daha da gerekli bir hal aldı. Burada bahsetmek istediğim duyarsız olmak değil sadece hayata kısa bir mola. Beynimizi farklı bir şeyle meşgul etmedikçe, televizyonumuzu, internetimizi kapatmamız yetmiyor bazen kaçmaya. Ben böyle durumlarda vaktim olduğu müddetçe kitaplara, şiirlere yöneliyorum. Fantastik kurgu hikayeleri gerçek anlamda bu dünyadan uzaklaştırıyor; çünkü karakterler ve mekan olarak da bu dünyadan tamamen farklılar ve kısa süreliğine de olsa beni canımı sıkan herşeyden uzaklaştırıyorlar ve rahatlatıyorlar. Fantastik kurgu olarak severek okuduğum iki yazar Terry Pratchett ve R. A. Salvatore. İlgilenenlere kesinlikle tavsiye ediyorum.

Nisan 2015’te şöyle yazıyorsunuz: “Kapımı kilitlediğimde huzurlu hissediyorum. Kapım kilitli, hatta alarmım da kurulu, şimdilik huzurlu hissediyorum… Nereye kadar?

Türkiye’de yaşayan bir kadın olarak “güvende olma/hissetme”nin gündelik yaşamınızı nasıl etkilediği, bu etkinin yaşama dair düşüncelerinize nasıl yansıdığı üzerine bir şeyler söylemek ister misiniz? 2011 yılında başınızdan geçen “hırsızlık” vakasının “güvenlik” duygusu üzerinde bir etkisi oldu  mu? Genel olarak toplumsal cinsiyet, kadın olmak ve aşk üzerine neler söylersiniz?

Biliyorsunuz sadece Türkiye’de değil dünyanın bir çok yerinde kadınların zor bir hayatı var. Ataerkil toplumlarda maalesef kadınlar ikinci sınıf varlıklar olarak görülmekten kaçamıyorlar. Bu konuda beni üzen de kadınlar olarak birbirimize sahip çıkmayışımız. Yeri gelmişken karşılaşmış olduğum bir durumu paylaşayım sizinle. Bir gün İstiklal Caddesi’nde yürürken, bir grup kadının düzenlediği bir eylemle karşılaştım. Kadın cinayetleri üzerine pankartlar açmışlar barışçıl bir şekilde slogan atıyorlardı. Ben de durup bir müddet izleyeyim dedim. O esnada caddede yürüyen bir kadın eylemle ilgili olarak yanındakine dönüp ‘İnşallah polis gelir de hepsini toplar, hapse atar.’ dedi. Neyi savunduklarını bilmeden, durup dinlemeden, böyle bir yorum yaptı kadın. Demek istediğim şey tam da bu. Bu toplumda kadınlar mekanizmanın birer parçası olmuşlar, yaşadıkları hayattan daha adil bir alternatif olduğunun farkında bile değiller. Hatta bazı kadınlar eşlerinin kendilerine zarar verecek derecede aşırı takıntılarını bile aşk ve sevgi olarak görebiliyorlar.

Bana gelirsek, bir kadın olarak kendimi bir çoklarına göre şanslı görüyorum. Bu konuda çok şükür ki büyük bir sıkıntı yaşamadım şu ana kadar. Beni güvende hissettirmeyen, kadın olmamla alakalı değil aslında. Ben genel olarak insanlığın büyük bir yozlaşma içinde olduğunu düşünüyorum. Ahlaki değerlerin yok olduğu, kişiyi haklarından mahrum bırakmanın yasalarla bile cezalandırılmadığı yaşanılmaz bir yer haline dönüyor içinde bulunduğumuz toplum. Bir de izlediğim savaş haberlerinden çok etkileniyorum. Keşke diyorum... keşke... Kadınlara yönelik saldırılar, yanıbaşımızdaki coğrafyada işlenen cinayetler, insanlık suçları, hırsızlık, saygısızlık, amaçsızca güç peşinde koşma... Dolayısıyla travmatik bir toplum haline dönmemizin bir kaçışı yoktu maalesef. Yaşadığım hırsızlıkla ilgili olarak yazdığım yazıda da bahsettiğim gibi, insanın evi bile artık güven vermemeye başlıyorsa dönüşü olmayan bir yola girmişiz demektir. Biz küçükken (İstanbul’da değildim o zamanlar) kapımızı kilitlemeye bile gerek duymazdık. O kadar güvenliydi yaşadığımız dönem ve yerler. Belki bir çokları için hırsızlık vakası travmatik bir durum olmayabilir ama beni gerçekten çok etkilemişti, ve hayatımda ilk defa kapıma alarm taktırma gereği duydum.

Blog’ta esas olarak şiir çevirileri, kendi yazdığınız şiirler ve nadir de olsa, günlük benzeri gündelik hayat deneyimlerini paylaşıyorsunuz. Bu gündelik hayata dair yazılarınız daha çok sizin “dışarıya çıktığınız”da, gündelik rutinlerdeki karşılaşmalar üzerine oluyor: “Her gün rutin olarak yaptığım şeydir işten çıkıp metrobüse binmek ve evimin yolunu tutmak. Bu rutinde tek değişen şey her gün karşılaştığım yolcular. (Eylül 2014)”

Aynı zamanda bu rutin/koşturmaca, kendinizi “yaralı bir kelebek gibi” güçsüz hissetmenize neden oluyor?: “Henüz 27 yaşındayım ama bu yaşıma kadar edindiğim tecrübelerle sabittir ki “hayat hiç adil değil ve de hayat insanı yoruyor”.  (…) Sabah kalk işe git… kaos… trafik… kaos… ofise gir… kaos…insanlarla konuşmaya çalış… kaos…. işini en iyi şekilde yapmaya çalış, yorul, geber… kaos… saçlarında beyazlar çıkmaya başlasın… kaos… akşam yorgun argın eve dönerken otobüste ayakta uyumaya çalış… kaos… eve gel sıcak yemek bulama… kaos… yatağa koy başını uyuyama… kaos… Sen de bu kaosun içinde tutunmaya çalışan yaralı kelebek; daha kaç günlük ömrün kaldı ki, çırpınıyorsun?? Bir kelebek kadar güçsüz hissediyorum kendimi… Yoruldum a dostlar! (Kasım 2013)”

Geçmişten bugüne, kendinize ve dünyaya ilişkin tasavvur/tahayyül üzerinde, yaşanan gündelik rutinler ve çalışma hayatının nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz? Bu rutinler sırasındaki rastlantısal karşılaşmalar, kabuğuna çekilme ve dışa açılma ikiliğinde bir rol oynuyor mu? Vicdan ve rahatlama üzerine bir şeyler söylemek ister misiniz?    

Yazılarım tamamen o anki ruh halime göre yazdığım şeyler aslında. Sürekli yorgun ve umutsuz hissettiğimi söylersem hayatıma haksızlık etmiş olurum J Sadece böyle hissettiğim zamanlarda daha fazla yazma ihtiyacı duyuyorum. Çoğumuzun günlük rutin bir hayatı var. Bu rutinin içinden çıkamıyoruz; çünkü belirli saatlerde işte olmamız, belirli saatlerde uyumamız ve uyanmamız gerekiyor. Ben de bu rutin beni sıkmasın diye onu biraz kendi kendime kırmaya çalışıyorum. Bazen mendil satan Suriyeli çocuklarla sohbet etmeye çalışıyorum. Bazen bir temizlik işçisine selam veriyorum. Herkes bunu yapmalı bence (Yolumuzun üzerinde karşılaştığımız bütün çalışanlara, şoförlere, güvenlik görevlilerine, vs.). Bazen bir ‘kolay gelsin’ deyişinize öyle mutlu oluyorlar ki! Taksim metrosunda bir sergi alanı var. Yolum o tarafa düşerse oraya uğruyorum beş dakika da olsa, ve sergiyi düzenleyenlerle ayaküstü sohbet ediyorum. Bütün bunlar gündelik hayattan kaçmak için yaptığım küçük kaçamaklar. Bazen sadece başkalarını değil kendinizi de mutlu hissetmek için etrafınızda gördüğünüz insanlara onların farkında olduğunuzu hissettirmeniz yeterli. Dolayısıyla vicdani bir huzur da yaşıyorsunuz tabiki.

Şubat 2014’te, “bir Sabahattin Ali var benim için bir de Cengiz Aytmatov. Lisede tanıştım Aytmatov’la. Daha da bırakamadım kitaplarını elimden.diyerek, Ali ve Aytmatov’un sizin için önemine işaret ediyorsunuz. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?

Kitaplarını en çok okuduğum iki yazar Sabahattin Ali ve Cengiz Aytmatov. İkisi de bazı farklılıklar olsa da, kalemleri hüzünlü yazarlar. Çok etkileyici bir anlatımları var. Günlük, sıradan olaylara bile farklı bir tat katıyorlar. Aytmatov’un ilk olarak ‘Gülsarı’ aldı kitabını okumuştum. Bir atın hikayesini anlattığı bu kısa roman beni çok etkilemişti. Daha sonra bir çok kitabını okuma fırsatım oldu. Sabahattin Ali’yi ise üniversitede bir ders için okutmuşlardı. ‘Kuyucaklı Yusuf’ ve ‘Kağnı Ses Esirler’ kitaplarını okuma fırsatım olmuştu o zaman. Daha sonra hayat hikayesi, Almanya’dan bursunun kesilerek Türkiye’ye geri gönderilmesi, yazdığı bir şiirden dolayı hapis cezası alması, yenilikçi öğretmen kimliği, çok erken yaşta sözde faili meçhul bir cinayete kurban gitmesi, bütün bunlar Sabahattin Ali’yi daha çok araştırmamı ve okumamı sağladı. Sabahattin Ali ile ilgilenenler için Metin Avdaç’ın yönettiği ‘Sabah Yıldızı’ belgeselini tavsiye ederim. Bu belgeselde Ali’nin hayatına dair bir çok detayı bulabilirsiniz. Ali’nin zamanında ‘Marko Paşa’ adlı bir dergi çıkardığını ben bu belgeseli izleyince öğrenmiştim mesela. Bu iki yazara en yakın gördüğüm şair de Cahit Sıtkı Tarancı. Tabiki üslup bakımından bu üç ustanın birbirinden çok farkı var; fakat benim üçünü de okuduğumda aldığım haz aynı.

Aralık 2012’de, yazmanın sizi rahatlattığını belirtiyor ve şöyle diyorsunuz: “İçimden geliyor yazmak.. Çok güzel birşeyler yazmak.. Keşke herkes yazmaktan zevk alsa. Herkes birşeyler yazsa, belki de o kadar rahatlayacaklar ki! Ah bilseler ne güzel şey yazı yazmak… Bir de bu aralar slow müzik dinlemiyorum. Müzik dinleyip ağlamaktansa müzik dinleyip kafa sallamayı yeğliyorum.

Blog yayınlarına sayısal olarak bakıldığında, paylaşılan gönderilerin 2008-2015 arasında artan bir seyir izlediği, 2015 yılında, 2014’e oranla bir miktar düşüşe geçtiği görülüyor. Şiir paylaşımıyla başlayıp şiir çevirileriyle zenginleşen blog yazarlığı deneyiminizi bir bütün olarak düşündüğünüzde bugün neler söylemek istersiniz. Beklendiği gibi gelişen bir serüven oldu mu sizin için bu deneyim?

Evet, ne kadar başarılı olabiliyorum bilmiyorum ama gerçekten de günlük tadında yazı yazmayı çok seviyorum. 2015’ten öncesine kadar sanırım kendimi daha çok ifade etmeye ihtiyacım vardı. Bu nedenle blog yazılarım bana terapi gibi geliyordu. Hala da öyle. Sadece hayatımı yoğun yaşadığım bir dönemde olduğumdan, gerçekten vakit ayırıp, üzerinde düşünüp oluşturduğum yazıları paylaşmayı yeğliyorum. Şiir çevirilerim tamamen hobi olarak yaptığım bir şey. Ama ilk başladığımdan bu yana çok ilgi gördü. Bunun sebebi de tabiki Türk şiirinin gerçekten çok ama çok güzel olması. Bu nedenle şiir seven yabancı blogcuların yoğun ilgisi oluyor. Keşke herkes, bir Orhan Veli’nin, Edip Cansever’in, Cahit Sıtkı’nın, Nazım Hikmet’in, Sabahattin Ali’nin ve daha nice şairin şiirlerini Türkçe aslıyla okuyup anlayabilseydi.

İlave etmek, sorulmayan fakat sizin belirtmek istediğiniz herhangi bir şey var mı?

Artık çoğumuzun elinde birer akıllı telefon ve internet bağlantısı var. Blog yazmak çok pratik. Kimsenin fikirleri uçup gitmesin. Ben blog yazmaktan çok zevk alıyorum; blogum küçük bir dünya benim için ve herkese de kendi küçük dünyalarını oluşturmalarını tavsiye ediyorum. O kadar bilgi kirliliği var ki şu an internette birinci ağızdan güzel hikayeler duymaya hepimizin ihtiyacı var. Çok teşekkür ediyorum.



[1] Sütçü, Günseli BAYRAKTUTAN (2010). Blog Ortamı ve Türkiye’de Blogosferdeki Akademik Entelektüeller Örneği. Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi