Çarşamba, Ağustos 30, 2017

Adorno ve Alman Öğrenci Hareketi






Frankfurt Okulu’nun önde gelen bir üyesi ve Eleştirel Teori’nin önemli bir ismi olan Adorno’nun, 1960'lı yıllardaki Alman öğrenci hareketi için önemli bir “ilham kaynağı” olduğu kabul edilir. Aynı zamanda,  Adorno ile öğrenci hareketi arasındaki ilişkinin giderek artan biçimde çatışmalı bir seyir izlediği ve bu çatışmanın esas olarak Eleştirel Teori’nin pratik sonuçları konusundaki anlayış farklılığından kaynaklandığı da belirtilir (Freyenhagen, 2014). Adorno, öğrenciler tarafından 1968’de “sessiz” kalarak kendilerine destek vermediği için eleştirilir ve bu tutumu “boyun eğme” olarak nitelendirilerek protesto edilir (Polat, 2016). Öğrenciler, özellikle Adorno’nun 1969’daki “polis çağırması” olayıyla birlikte “ihanete uğradıklarını” düşünürler (Heere, 2012). Bu yazının konusunu da oluşturan ve 31 Ocak 1969’da yaşanan söz konusu olayda, bir grup öğrencinin Enstitü’ye girmeye çalışmasını “işgal” girişimi olarak yorumlayan Adorno polis çağırır ve bunun sonucunda 76 öğrenci gözaltına alınır. Bu olay, hem Adorno’nun derslerini ertelemesine varacak gerilimli bir sürece hem de arkadaşı Marcuse’nin de müdahil olduğu “teori-pratik (praxis)” ve “ahlaki tutum” eksenli bir tartışmaya yol açar.

Polis

Daha 1964 başında Adorno, öğrenci aktivistleri tarafından, analizleri ve eylemleri arasında tutarsızlık bulunduğu yönünde eleştirilere uğramaya başlar. Bir grup sosyalist öğrenci Aralık 1968'de, Adorno'yu, "teoride eleştiren, uygulamada konformist" olarak suçlayan broşürler dağıtır (Freyenhagen, 2014). Adorno’ya “boğun eğme” suçlaması yöneltenlerden biri de onun doktora öğrencisi Hans-Jürgen Krahl’dır[1] (Selvihan Polat, 2016). Ona göre Adorno'nun Eleştirel Teorisi, tarihsel pratikten giderek uzaklaşırken, geleneksel tefekkür biçimlerine geri dönmüş ve Adorno'yu iktidar güçleriyle ortak yapmaya itmiştir (Freyenhagen, 2014).

31 Ocak 1969 günü Sozialistischer Deutscher Studentenbund (SDS) lideri Krahl ve bir grup öğrenci önce Sosyoloji bölümüne yönelir, kilitli olduğunu gördükten sonra Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’ne (Institute for Social Research) ilerler (Leslie, 1999). Amaçlarının grev eylemlerini koordine etmek mi yoksa işgal mi olduğu belli değildir zira öğrenciler gelecekteki eylemlerini/protesto faaliyetlerini tartışacakları/koordine edecekleri bir toplantı için Sosyoloji bölümününün odalarını kullanmak istediklerini ileri sürerler. Adorno ve Friedeburg tarafından ayrılmaları istenmesine rağmen Enstitü’yü terk etmezler (Freyenhagen, 2014). Bunun üzerine Adorno ve Friedeburg polis çağırır ve 76 öğrenci polis tarafından zorla binadan çıkarılarak göz altına alınır. O akşam serbest bırakılmayan tek eylemci olan Krahl’ın, polis kordonu arasında binadan çıkarken Adorno ve Friedeburg’a hitaben, “Scheißkritische Theoretiker (Shit-critical theorists/Pislik Eleştirel Kuramcılar)” diye bağırdığı duyulur (Leslie, 1999).

Bu olaydan sonra öğrenciler, polis çağırmak suretiyle kendilerine ihanet ettiğini düşündükleri Adorno’nun derslerini engellemeye/karıştırmaya başlarlar. 22 Nisan 1969'da üç kız öğrenci derste Adorna’ya çiçek atar, göğüslerini açarak onu öpmeye çalışır (Heere, 2012). Öğrenciler tarafından çeşitli şekillerde dersleri kesilen, kesintisiz konuşmanın imkansız olduğunu anlayan Adorno, 18 Haziran 1969'da, Diyalektik Düşünceye Giriş konferans dizisini iptal eder. Ertesi gün, Marcuse'ye gönderdiği bir mektup, onun aşırı depresyonda olduğunu ortaya koymaktadır (Leslie, 1999).

“Fiziksel şiddete maruz kalmadım, fakat dersimi gürültüye boğan çok fazla ses ses vardı. Açıkçası plan buydu.(…) Benimle alay etmelerini ve hippi tarzı giyinmiş üç kızın üzerime çullanmasını itici/sevimsiz buldum. Düşünün, bunu benim gibi, her zaman her türlü cinsel baskıya ve tabuya karşı olan birine yaptılar. Bu saçmalık aslında önceden planlanmıştı. (…) Bana göre bu eylemlerin benim derslerimin içeriğiyle ilgisi yoktu. Öğrenciler benimle tartışmaya bile teşebbüs etmedi. Aşırı kanat için daha önemli olan şey reklam. Unutulma korkusu çekiyorlar. Bu şekilde kendi tanıtımlarının kölesi olurlar. Yaklaşık bin kişinin katıldığı bir ders aslında aktif bir propaganda için muhteşem bir forumdu (Adorno, 1969).”

Polis çağırma olayı medyanın gündemine de girer ve öğrencilerin Adorno’ya yönelttiği “tutarsızlık” iddiasına cevap olacak nitelikte yayınlar yapılır. O güne kadar Adorno’nun Eleştirel Teori’nin neden doğrudan politik pratiğe yönelik olmadığı, politik pratiği yönlendirmediğine/rehberlik etmediğine ilişkin sayısız röportajı vardır ve radyo istasyonları onun bu türden konferanslarını verirler. Stern, üniversite rektörünü, bir sandalye ile kendini öğrencilere karşı savunurken gösteren bir fotoğraf yayımlar. Fotoğrafta rektör Adorno'dan bir alıntı yaparak şöyle der: “Ben yalnızca teorik bir model önerdim. Nerden bilebilirdim insanların molotof kokteylleriyle bunu gerçekleştirmek isteyeceklerini.” (Leslie, 1999).

Enstitü'nün işgali ve Üniversiteye girme yasağının ihlal edilmesi suçlamasıyla yargılanan Krahl'ın duruşmasında Adorno ve Friedeburg, seyirci ve Krahl destekçileriyle dolup taşan salonda tanık sıfatıyla bulunurlar. Günün olaylarını ilk yorumlayan Krahl, yaptıklarının/niyetlerinin bir işgal olmadığında ısrar eder. Aksine, Sosyoloji öğrencilerinin hakları olduğu üzere Enstitü odasını kullanarak meşru bir toplantı düzenlemek istemişlerdir. Adorno ifadesinde, olayları tanımlamak/nitelendirmek ve değer yargılarında bulunmaktan kaçınmaya çalışır ve Enstitü’ye zarar verilmesini önlemek için polis çağırdığı savunmasını yapar. Çıkacağı tatilin hazırlıklarını yapmak zorunda olduğu için daha fazla konuşamayacağını/kanıt sunamayacağını söylediğinde, salonda öfkeli homurdanmalar duyulur. Adorno ayrılır ve alkışlarla desteklenen Krahl, suçlayıcı konuşmalarına devam eder. Birkaç gün sonra Savcı, Adorno'yu, kontrol edemediği -elebaşı Krahl olan- ruhları uyandıran/büyüleyen bir büyücü çırağı olmakla itham eder. Neticede Krahl, üniversiteye girme yasağının ihlali nedeniyle üç ay hapis cezası alır ve ceza ertelenir; Enstitü’nün huzurunu bozduğu için de para cezasına çarptırılır (Leslie, 1999).

Bu olay, Adorno'nun fikirlerine ilham almak ve kendilerini/eylemlerini meşrulaştırmak için bakan öğrencilerin yanısıra, Marcuse'yi de öfkelendirmiştir (Heere, 2012). Öyle ki, Marcuse ve Adorno’nun sonraki sekiz ayda birbirlerine yazdıkları mektupların ana konusu söz konusu olay olur (Leslie, 1999). Bu yazışmalarda Marcuse ve Adorno, yükselen öğrenci muhalefetiyle/hareketiyle ilgili teorik ve pratik düzeylerdeki çelişkili tutumlarını tartışırlar. Mektuplarından birinde Marcuse şöyle der: "Polis ve sol-kanat öğrenciler arasında bir tercih yapmam gerekirse, öğrencilerimle birlikte olurum - önemli bir istisna dışında, yani hayatım tehdit ediliyorsa veya şahsım ya da arkadaşlarım şiddet tehdidi altındaysa ve bu tehdit ciddi bir tehditse. Bu tür bir şiddet tehdidi olmaksızın odaların (evime ait olmayan) işgal edilmesi, polisi aramam için bir sebep olamaz ... " Marcuse’ye göre öğrenciler Adorno'yu tehdit etmemiştir, dolayısıyla Adorno’nun, öğrencilerin faaliyetlerini koordine etmek için Enstitünün binasını kullanmalarına izin vermesi ve polis çağırmaması gerekirdi. Marcuse, Adorno'ya "teorinin pratikle daha da ileri götürüldüğünü" hatırlatırken, Adorno "Enstitü'nün menfaatlerine” dikkat çeker ve şöyle der: “Enstitü bağımsız bir kurumdur ve üniversitenin koruması altında değildir. Burada olan biten her şeyin sorumluluğu bana aittir." Bu tutumuyla Adorno, bir yoruma göre, öğrencilerden ziyade, Enstitüsü'ye “sadakat”e öncelik verdiğini gösterir (Heere, 2012).

Marcuse

Öğrenci hareketine sempatiyle bakan Marcuse’nin, sistematik devlet şiddetini ortadan kaldırmaya dönük “devrimci şiddeti” kabul ettiği öne sürülmektedir. Fakat aynı zamanda o, öğrencileri, eylemlerinin hareket için zararlı olduğunu düşündüğünde veya "aptalca" davrandıklarını hissettiğinde eleştirmekten de çekinmez (Heere, 2012). Aslında Marcuse için öğrenciler, devrimci denklemin hayati bir parçası olsalar da bir devrimi gerçekleştirebilecek özne değildirler. Bu nedenle onlar, devrimci öznenin yeniden doğuşunu kolaylaştırabilmek gibi ancak yardımcı bir rol oynayabilirler. Böylelikle Marcuse, öğrencileri radikal, devrimci eylemden uzak tutar/korur. Buna karşın, Marcuse'nin, hem öğrencileri hem de eski meslektaşları tarafından olumsuz bir şekilde algılandığı görülür. Adorno ve Horkheimer'a göre Marcuse’nin diyalektiği, pratiğe yönelik hevesi ve pratikle olan ilişkisi nedeniyle yeterince “negatif” değildir. Özellikle şiddet konusundaki tutumuyla, Frankfurt Okulu'nun ve dolayısıyla kendilerinin de suçlanmalarına yol açabilir ve böylece Okul’un mirasını ve geleceğini tehlikeye atmaktadır. Marcuse, hem yazdıklarında hem de derslerinde, teorisinin uygulamaya doğrudan çevrilebilir olmadığını belirtse de, tehlike Horkheimer ve Adorno'nun gözünde ortadan kalkmaz. Öte yandan, öğrencilere göre Marcuse, onlara somut bir çözüm, "olumlu bir ütopya" sunmamış ve onların devrimci özne pozisyonununu reddetmiştir. Adorno’yu “boyun eğmekle” itham eden Krahl, Marcuse’yi de öğrencilerin olası devrimci rolünü “zayıflatmakla” eleştirir. Marcuse'nin diyalektiği Horkheimer ve Adorno için yeterince negatif değilken, öğrenciler için de aksine pozitif değildir. Frankfurt Okulu meslektaşlarına göre Marcuse çok ileri gitmiş, öğrencilere göreyse yeterince ilerlememiştir (Fulk, 1988). Sonuç olarak, polis çağırdığı için Adorno’yu eleştiren Marcuse de, öğrenciler tarafından, kendilerine destek olma ve onlara rehberlik etme bakımından yeterince istekli/atak bulunmamaktadır/görülmemektedir. Diğer bir husus da Adorno ve Horkheimer’ın “suçlanma endişesi”dir, ki belki de Adorno’yu polis çağırmaya iten asıl neden de bu endişedir.

Adorno

1968 yılı  Nisan-Aralık ayları arası Almanya’ya; suikast, bombalama ve üniversite kampüslerindeki sayısız protesto ve boykot gibi bir dizi olay ile, oldukça kaotik bir ortam hakim olur (Heere, 2012). Nisan 1968’de, Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun çekirdeğini oluşturan eylemciler, Vietnam'daki savaşı protesto etmek ve Alman halkının bu savaş karşısındaki tutumunu kınamak için Frankfurt'ta iki dükkanı kundaklarlar (Freyenhagen, 2014). İşte Adorno’nun öğrenci hareketini desteklemeyişinin arkasında da; protestoların 1960'ların sonlarına doğru bu şekilde zora/şiddete kaymasının/başvurmasının, öğrencilerin pratiği “irrasyonel” hale getirmiş olmasının yattığı söylenmektedir (Heere, 2012; Polat, 2016) Zira Adorno güç kullanmayı/şiddeti, protesto için gerekli bir bileşen olarak kabul etmez (Heere, 2012). Adorno’nun tahayyül ettiği tek anlamlı dönüştürücü pratik, ancak şiddet içermeyen bir pratik olabilir: “Şiddetle savaşmak için şiddet kullanmanın sonsuz döngüsüne katılmayı reddetmezsem, bütün hayatımı, -Hitler dönemi deneyimim ve Stalinizme dair gözlemlerim-, inkar etmiş olurum. Tahayyül ettiğim tek anlamlı dönüştürücü pratik, şiddet içermeyen bir pratik olabilir.” (Adorno, 1969). Dolayısıyla Adorno'nun teorisi ve uygulaması arasında bir çelişki yoktur ve polis çağırma olayı ciddi olarak yanlış değerlendirilmektedir. Çünkü bu olay Adorno’nun politik şiddeti faşizm koşullarıyla sınırlı olarak kabul etmesiyle, sadece faşist bir rejime karşı şiddet yoluyla direnme olanaklarını meşru görmesiyle ilişkilidir (Freyenhagen, 2014).

Demokratik toplumlarda politik şiddeti reddeden Adorno’nun temel kaygılarından biri, şiddetin daha fazla şiddeti doğurma eğiliminde olması ve bunun giderek artan/genişleyen bir şiddet döngüsüne yol açmasıdır. Bu nedenle şiddet içeren protesto, demokrasilerde işleri aksine daha da kötüleştirebilir, daha fazla baskıya yol açabilir. Fakat örneğin Yunan Askeri Cuntası gibi bir rejim zaten ahlaki açıdan kınanması gereken bir acımasızlık/zalimlik içindedir, dolayısıyla artık şiddet döngüsü tehlikesi karar vermede belirleyici olmaktan çıkar. Ancak Adorno yine de, somut pratik söz konusu olduğunda -Yunanistan örneğinde-, açıkça bir öneride bulunmaktan, bir eylem düsturu vaz etmekten kaçınır. Bu tutum onun bir yandan pratiğe “doğrudan” müdahil olmak/müdahale etmek istememesinden diğer yandan baskıya/şiddete karşı savaşanların uyguladığı şiddete de mesafeli durmasından kaynaklanır. Örneğin Adorno, Güney Vietnam ve ABD kuvvetlerinin şiddet ve baskıları gibi, Vietkong’un uyguladığı şiddetin de (özellikle de işkence kullanımı) kınanması gerektiğini düşünür zira kullanılan araçlar ikisini ahlaki açıdan eşitlemektedir (Freyenhagen, 2014).

“Gerçek bir faşizme yalnızca şiddetle tepki verilebilir. Bu noktada sert/katı biriyim. Ancak, totaliter devletlerde milyonlarca insanın öldürülmesinden sonra, bugün hala şiddeti telkin edenlerin peşinden gitmeyi reddediyorum. Karar verici eşik budur. (…) Benim Yunanistan'daki her türlü eylemi onaylayacağımı söylememe gerek yok. Oradaki durum tamamen farklıdır. Fakat kendisi emniyetli bir yerde yaşayan birinin başkalarına devrim başlatmaları konusunda tavsiyelerde bulunması çok saçma bir şeydir, böyle biri kendinden utanmalıdır.” (Adorno, 1969).

Sonuç olarak 1960'ların Batı Almanya'sında, faşizm istisnasına benzer olağanüstü bir durum söz konusu olmamasına rağmen protestoların şiddete başvurması, Adorno ile öğrenci hareketi arasındaki ayrılığın/çatışmanın temel nedeni olarak gösterilmektedir. Bunun yanında Adorno, “şiddet döngüsü” itirazının ötesinde, Batı demokrasilerinde gerilla taktiklerinin aptalca olduğunu da düşünür ve 1969'da "Bolivya çalılığında bile kendini kanıtlamayan modeller ihraç edilemez" der (Freyenhagen, 2014). Fakat Adorno oturma eylemlerinin bazı bağlamlarda meşru bir protesto biçimi olabileceğini kabul etmesine rağmen, yalnızca molotof kokteylleri değil oturma ve işgal eylemlerine girişenlere de muhalefet eder (Freyenhagen, 2014). Adorno’nun şiddet içermeyen eylemlere muhalefetinde, bir ölçüde, Adorno’daki bireysel eylemlerin başarısız olacağına dair inanç etkili olur: “Aktivizmin aslında umutsuzluğa/çaresizliğe bir geri dönüş, onun izinden gitme olduğuna inanıyorum, çünkü insanlar toplumu değiştirmek için gerçekte ne kadar küçük bir güçleri olduğunu hissediyorlar/anlıyorlar. Aynı şekilde, bu bireysel eylemlerin de başarısız olacağına inanıyorum; Fransa'daki Mayıs isyanı sırasında da bu durum ortaya çıktı.” (Adorno, 1969).

Öte yandan Adorno, bireysel eylemin tamamen etkisiz olduğunu da düşünmemekte, “şeffaf” oldukları sürece hiçbir şekilde pratik sonuçlara kapalı olmadığını da ifade etmektedir. Adorno’nun pratiğe müdahil olması için birincisi kendisine “şeffaf” davranılmalı ikincisi kendisi “nesne”ye indirgenmemelidir: “İlk defa 1967'de Berlin'de bana karşı düzenlenen olaydan beri, bazı öğrenci grupları, benden pratik eylemler talep ederek, beni dayanışma içine zorlamaya çalıştılar. Reddettim. (…) Bugün öğrencilerle olan ilişkilerimi daha da zorlaştıran şey, taktiklerin önceliklendirilmesidir. Kendimin ve arkadaşlarımızın, tam olarak hesaplanmış planlarda yalnızca nesnelere indirgendiğimizi hissediyorum (Adorno, 1969).” Öğrenciler şeffaf davrandıkları için, Olağanüstü Hal düzenlemelerine karşı yapılan gösterilere katıldığını ve ceza hukuku reformu alanında elinden gelen şeyleri yaptığını belirten Adorno, “Ancak böyle bir şey yapmakla, üniversite enstitülerine taş fırlatma çılgınlığına katılmak arasında belirleyici bir fark” olduğunu da ekler (Adorno, 1969). Dolayısıyla Adorno’yu, ilerici amaçlar için yapılmış olsa bile herhangi bir yasanın ihlal edilmesi, suç işlenmesi oldukça endişelendirmektedir (Freyenhagen, 2014). Bu da, yukarıda belirtilen olasılığı, Adorno’nun “suçlanma endişesi” sonucu polis çağırdığı varsayımını güçlendirir.

Pratik

Adorno, yazılarının/düşüncelerinin öğrenciler ve öğrenci hareketi üzerinde bir tesiri olduğunu kabul etse de, doğrudan ne bir eylem ne de eylem modeli önermediğini ısrarla vurgular. Dolayısıyla öğrencileri aldatıcı/hayal kırıklığına uğratıcı/yarı yolda bırakıcı bir şey yapmamıştır. En fazla, yazdıklarının, genel bilinçte bıraktığı izler üzerinden dolaylı olarak pratiğe yansıması söz konusu olabilir: “Yazılarımda, herhangi bir eylem veya belirli bir kampanya için hiçbir zaman bir model teklif etmedim. Ben, teorisyenim ve fikirlerim sadece şimdi değil her zaman pratikle (praxis) ancak dolaylı bir ilişki içinde oldu. Düşüncem, belki de motiflerinin bazılarının bilinçte yer etmesiyle pratik sonuçlar doğurmuş olabilir, fakat ben asla doğrudan doğruya pratik eylemleri amaçlayan/kasteden herhangi şey söylemedim. (Yazdıklarımın öğrenci hareketini etkilediğini) inkar etmek istemiyorum. Bununla birlikte, bu bağlantıyı tamamen değerlendirmem benim için zor. Eğer bir kişi, benim kadar yoğun biçimde yirmi yıldır ders verip yayın yaparsa, “genel bilinç”e girer/dahil olur (Adorno, 1969).”

Bir teorisyen olarak Adorno, yazılarında çelişkileri çözmeye çalışmaz, çünkü ona göre göre filozofun rolü, bu çelişkileri dile getirmek ve aydınlatmaktır (Snir, 2010). Adorno için önemli olan, tamamen özgül bir yapıya sahip olan bireyin/tikelin, tümelin baskısına ve egemenliğine karşı savunulmasıdır. Adorno’nun çelişkileri çözerek ilerlemek yerine “sürekli olumsuzlama”yı temel alan “negatif diyalektik” görüşü tikeli tümele feda etmez; onun için asıl olan şey tikeldir, somut bireydir (Becermen, 2010). Bunun bir yansıması olarak “olması gereken”, Adorno’ya göre, zaten ancak negatif olarak belirlenebilir. “Olması gereken”e dair her pozitif belirlemeyse özdeşliği ve tahakkümü yeniden doğurur. Bu yüzden “ne yapılması gerektiği”ni değil, “ne yapılmaması gerektiği”ni söyleyen bir etiğe ihtiyaç vardır. Adorno bunu yeni bir kategorik imperatif olarak adlandırır: “Düşüncelerin ve eylemlerini öyle düzenle ki Auschwitz bir daha asla tekrar etmesin” (Esgün, 2017).

"Ne yapmalı?" sorusuna cevap olarak genellikle "bilmiyorum" cevabını veriyorum. Sadece amansızca “ne olduğunu” analiz edebilirim. Bu süreçte, şu şekilde suçlanıyorum: "Eleştiriyorsan, nasıl daha iyi yapacağını söylemelisin." Ancak bunu bir burjuva önyargı olarak görüyorum. Tarihsel olarak, tamamen teorik niyetli olan bu çalışmaların bilinci ve toplumsal gerçeği değiştirdiği sayısız örnek var (Adorno, 1969)”

Adorno, teori ile pratik arasındaki ilişki bakımından teoriyi önceleyen bir tavır alır ve teoriyi pratiğin yönlendirmemesi gerektiğini savunur. Felsefe, aktivizmin bir enstrümanı olmamalıdır (Fischer, 2005).  Bu kapsamda 1960’lardaki öğrenci hareketine yönelttiği temel bir eleştiri, “ne yapmalı?” sorusunun ‘teoriye yönelik bir düşmanlık” olarak okunması konusundadır (Zuidervaart, 2007): ”Bir teorinin başlangıçtan itibaren pratike bağımlı olmasından çok, kendi nesnelliğinin gücünden dolayı pratik sonuçlar doğurabilme kabiliyeti olduğuna inanıyorum. Felsefe, anında önlemler veya değişiklikler önermez. Fakat teori, bilinçte bıraktığı izlerle değişimi tam olarak etkiler. Düşünmek ve yazmak da bir direniş biçimidir ve teori, aynı zamanda gerçek bir pratik biçimidir de. Bugün teori ile pratik arasındaki talihsiz ilişki tam da teorinin pratik tarafından bir ön sansüre tabi tutulması gerçeğine dayanmaktadır (Adorno, 1969).”

Sonuç olarak Adorno, “ne yapmalı”dan ziyade yapılmaması gerekene odaklanan ve bu kapsamda şiddeti politik bir enstrüman olarak kullanmayı dışlayan bir teorisyen olarak kabul edilebilir. Ne yapmalıyı, dolayısıyla pratiği önceleyen ve şiddete başvuran öğrenci hareketiyle anlaşmazlığa düşer. Her ne kadar yazdıklarıyla/fikirleriyle öğrencileri ve öğrenci muhalefetini etkilemiş olabileceğini kabul etse de, pratikle ilişkisinin doğrudan olmadığını savunur. Teorisinin öğrenciler üzerindeki etkisinin, başka bir deyişle dolaylı pratik sonuçlarının ne olduğu hakkında bir şey söyleyebilmek için detaylı/kapsamlı bir inceleme gerekir fakat öğrencileri açıkça şiddete yönelttiğini/yönlendirdiğini savunmak zor görünmektedir. Yine de bütün bunlar, Adorno’nun polis çağırmasını hem açıklamaya hem de haklılaştırmaya yetmez. Zira şiddete başvurmayan bir eylemde (Enstitü’ye girme veya işgal) öğrencilere destek vermemenin tek alternatifi polise başvurmak değildir. Pekala Adorno polis çağırmadan, polis ve öğrenciler arasında bir tercih yapmadan da bu olayı atlatabilirdi. Keza Adorno’nun tutunmaya çalıştığı Enstitü’ye zarar verilmesini önlemeye çalışmak argümanı da, açık ve somut bir tehdit olmadığı göz önüne alındığında, yeterli/inandırıcı görünmemektedir. Öyleyse polis çağırmanın arkasında, öğrencilerden kaynaklanmayan farklı bir tehdit bulunuyor olması daha muhtemeldir. Adorno; fikirleriyle öğrencilere ve öğrenci hareketine “ilham“ verdiğinin genellikle dillendirilmesi/kabul edilmesi karşısında, polis çağırmadığı takdirde “ilham oldu” iddiasını “destek veriyor” boyutuna ulaşacağı korkusuyla hareket ederek kendini korumaya çalışmış, suçlanmaktan kaçınmaya çalışmış olabilir. Aksi durumda Adorno, öğrenci hareketini onaylamama/destek vermemenin ötesine geçer, öğrencilere karşı düşmanlık ve cezalandırma saikiyle hareket eden biri konumuna düşer. Daha gerçekçi görünen ilk olasılık söz konusu olduğunda, tehdidin gerçek düzeyinden ziyade algılanan/hissedilen boyutu önemlidir ve suçlanma endişesinin Adorno’yu bu derecede etkilemesi, bizatihi onun yaşam öyküsüyle ilişkili kurularak anlaşılabilir.

Adorno için entelektüeller, son burjuva yurttaşlardır fakat aynı zamanda onların (burjuvazinin) düşmanlarıdır (Müller-Doohm, 2005). Fakat burjuvazi de; düşmanını-dostunu tanıyor, düşmanını azaltıp dostunu çoğaltmaya çalışıyor ve düşmanlık yapmaya yeltenilmesini, “suç-suçlama” yoluyla engellemeye çabalıyor olabilir.



Kaynakça

Adorno, A Conversation with Theodor W. Adorno (Spiegel, 1969) 

Kirkland Alexander Fulk, Between a Rock and a Hard Place:
Herbert Marcuse, the Frankfurt School and the West German Student Movement, 2008

Karsten Fischer, In the Beginning was the Murder: DESTRUCTION OF NATURE AND INTERHUMAN VIOLENCE IN ADORNO’S CRITIQUE OF CULTURE, JCRT 6.2 (Spring 2005)

Stefan Müller-Doohm, Thinking from No-Man’s-Land. The Life and Work of Theodor W. Adorno, Translated by Stefan Bird-Pollan, Studies in Social and Political Thought, 11, 2005

Lambert Zuidervaart, Chapter 6:Ethical Turns in Social Philosophy after Adorno (Cambridge: Cambridge University Press, 2007),155–81

Fabian Freyenhagen, Adorno’s Politics: Theory and Praxis in Germany’s 1960s, Philosophy & Social Criticism 40.9 (November 2014)

Esther Leslie, Introduction to Adorno/Marcuse Correspondence on the German Student Movement, New Left Review, Ocak-Şubat 1999, https://newleftreview.org/I/233/esther-leslie-introduction-to-adorno-marcuse-correspondence

Lynn Marie Heere, From Spassguerilla to Stadtguerilla: The Theory and Praxis of the West German Student Movement, 2012

Itay Snir, The ‘‘new categorical imperative’’ and Adorno’s aporetic moral philosophy, Continental Philosophy Review, August 2010

Metin Becermen, Adorno’nun Hegel ve Marx’ın Diyalektik Görüşünü Eleştirisi Üzerine Bir İnceleme, Kaygı, 2010/15

Toros Güneş Esgün, ADORNO’DA YAŞAM VE “DOĞRU” YAŞAM, ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, Ocak/January 2017, 10(1), 95-113

Selvihan Polat, ADORNO’NUN NEGATİF AHLAK FELSEFESİ, Y.Lisans Tezi, 2016





[1] Krahl‟ın bu iddiası için bkz.: Hans J. Krahl, Adorno‟nun Siyasi Çelişkisi, (Çev.: Müge Gürsoy Sökmen), Defter Dergisi, Metis Yayınları, İstanbul 1999, 132.