Frankfurt
Okulu’nun önde gelen
bir üyesi ve Eleştirel Teori’nin
önemli bir ismi olan Adorno’nun,
1960'lı yıllardaki Alman öğrenci hareketi için önemli bir “ilham kaynağı”
olduğu kabul edilir. Aynı zamanda,
Adorno ile öğrenci hareketi arasındaki ilişkinin giderek artan biçimde çatışmalı
bir seyir izlediği ve bu çatışmanın esas olarak Eleştirel Teori’nin pratik
sonuçları konusundaki anlayış farklılığından kaynaklandığı da belirtilir (Freyenhagen, 2014). Adorno, öğrenciler
tarafından 1968’de “sessiz” kalarak kendilerine
destek vermediği için eleştirilir ve bu tutumu “boyun eğme” olarak
nitelendirilerek protesto edilir (Polat, 2016). Öğrenciler, özellikle Adorno’nun 1969’daki “polis çağırması”
olayıyla birlikte “ihanete uğradıklarını” düşünürler (Heere, 2012). Bu yazının konusunu da oluşturan ve 31 Ocak
1969’da yaşanan söz konusu olayda, bir grup öğrencinin Enstitü’ye girmeye
çalışmasını “işgal” girişimi olarak yorumlayan Adorno polis çağırır ve bunun
sonucunda 76 öğrenci gözaltına alınır. Bu olay, hem Adorno’nun derslerini
ertelemesine varacak gerilimli bir sürece hem de arkadaşı Marcuse’nin de
müdahil olduğu “teori-pratik (praxis)” ve “ahlaki tutum” eksenli bir tartışmaya
yol açar.
Polis
Daha 1964 başında Adorno, öğrenci aktivistleri
tarafından, analizleri ve eylemleri arasında tutarsızlık bulunduğu yönünde
eleştirilere uğramaya başlar. Bir grup sosyalist öğrenci Aralık 1968'de,
Adorno'yu, "teoride eleştiren, uygulamada konformist" olarak suçlayan
broşürler dağıtır (Freyenhagen,
2014). Adorno’ya “boğun eğme” suçlaması
yöneltenlerden biri de onun doktora öğrencisi Hans-Jürgen Krahl’dır[1] (Selvihan Polat, 2016). Ona göre Adorno'nun Eleştirel Teorisi, tarihsel pratikten giderek uzaklaşırken,
geleneksel tefekkür biçimlerine geri dönmüş ve Adorno'yu iktidar güçleriyle
ortak yapmaya itmiştir (Freyenhagen,
2014).
31 Ocak 1969 günü Sozialistischer
Deutscher Studentenbund
(SDS) lideri Krahl ve bir grup
öğrenci önce Sosyoloji bölümüne yönelir, kilitli olduğunu gördükten sonra Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’ne (Institute for Social Research) ilerler (Leslie, 1999). Amaçlarının grev
eylemlerini koordine etmek mi yoksa işgal mi olduğu belli değildir zira öğrenciler gelecekteki eylemlerini/protesto
faaliyetlerini tartışacakları/koordine edecekleri bir toplantı için Sosyoloji
bölümününün odalarını kullanmak istediklerini ileri sürerler. Adorno ve Friedeburg tarafından ayrılmaları istenmesine rağmen Enstitü’yü terk
etmezler (Freyenhagen, 2014). Bunun
üzerine Adorno ve Friedeburg polis çağırır ve 76 öğrenci polis tarafından zorla
binadan çıkarılarak göz altına alınır. O akşam serbest bırakılmayan tek eylemci
olan Krahl’ın, polis kordonu arasında binadan çıkarken Adorno ve Friedeburg’a
hitaben, “Scheißkritische Theoretiker (Shit-critical theorists/Pislik Eleştirel
Kuramcılar)” diye bağırdığı duyulur (Leslie, 1999).
Bu olaydan sonra öğrenciler, polis çağırmak suretiyle kendilerine ihanet
ettiğini düşündükleri Adorno’nun derslerini engellemeye/karıştırmaya başlarlar.
22 Nisan 1969'da üç kız öğrenci derste Adorna’ya çiçek atar, göğüslerini açarak
onu öpmeye çalışır (Heere, 2012). Öğrenciler
tarafından çeşitli şekillerde dersleri kesilen, kesintisiz konuşmanın imkansız
olduğunu anlayan Adorno, 18 Haziran 1969'da, Diyalektik Düşünceye Giriş konferans dizisini iptal eder. Ertesi
gün, Marcuse'ye gönderdiği bir mektup, onun aşırı depresyonda olduğunu ortaya
koymaktadır (Leslie, 1999).
“Fiziksel şiddete maruz kalmadım, fakat dersimi
gürültüye boğan çok fazla ses ses vardı. Açıkçası plan buydu.(…) Benimle alay
etmelerini ve hippi tarzı giyinmiş üç kızın üzerime çullanmasını itici/sevimsiz
buldum. Düşünün, bunu benim gibi, her zaman her türlü cinsel baskıya ve tabuya
karşı olan birine yaptılar. Bu saçmalık aslında önceden planlanmıştı. (…) Bana
göre bu eylemlerin benim derslerimin içeriğiyle ilgisi yoktu. Öğrenciler
benimle tartışmaya bile teşebbüs etmedi. Aşırı kanat için daha önemli olan şey
reklam. Unutulma korkusu çekiyorlar. Bu şekilde kendi tanıtımlarının kölesi olurlar.
Yaklaşık bin kişinin katıldığı bir ders aslında aktif bir propaganda için
muhteşem bir forumdu (Adorno, 1969).”
Polis çağırma olayı medyanın gündemine de
girer ve öğrencilerin Adorno’ya yönelttiği “tutarsızlık” iddiasına cevap olacak
nitelikte yayınlar yapılır. O güne kadar Adorno’nun Eleştirel Teori’nin neden
doğrudan politik pratiğe yönelik olmadığı, politik pratiği yönlendirmediğine/rehberlik
etmediğine ilişkin sayısız röportajı vardır ve radyo istasyonları onun bu
türden konferanslarını verirler. Stern,
üniversite rektörünü, bir sandalye ile kendini öğrencilere karşı savunurken
gösteren bir fotoğraf yayımlar. Fotoğrafta rektör Adorno'dan bir alıntı yaparak
şöyle der: “Ben yalnızca teorik bir model önerdim. Nerden bilebilirdim
insanların molotof kokteylleriyle bunu gerçekleştirmek isteyeceklerini.” (Leslie,
1999).
Enstitü'nün işgali ve Üniversiteye girme
yasağının ihlal edilmesi suçlamasıyla yargılanan Krahl'ın duruşmasında Adorno
ve Friedeburg, seyirci ve Krahl destekçileriyle dolup taşan salonda tanık sıfatıyla
bulunurlar. Günün olaylarını ilk yorumlayan Krahl, yaptıklarının/niyetlerinin
bir işgal olmadığında ısrar eder. Aksine, Sosyoloji öğrencilerinin hakları
olduğu üzere Enstitü odasını kullanarak meşru bir toplantı düzenlemek
istemişlerdir. Adorno ifadesinde, olayları tanımlamak/nitelendirmek ve değer
yargılarında bulunmaktan kaçınmaya çalışır ve Enstitü’ye zarar verilmesini
önlemek için polis çağırdığı savunmasını yapar. Çıkacağı tatilin hazırlıklarını
yapmak zorunda olduğu için daha fazla konuşamayacağını/kanıt sunamayacağını
söylediğinde, salonda öfkeli homurdanmalar duyulur. Adorno ayrılır ve
alkışlarla desteklenen Krahl, suçlayıcı konuşmalarına devam eder. Birkaç gün
sonra Savcı, Adorno'yu, kontrol edemediği -elebaşı Krahl olan- ruhları uyandıran/büyüleyen
bir büyücü çırağı olmakla itham eder. Neticede Krahl, üniversiteye girme
yasağının ihlali nedeniyle üç ay hapis cezası alır ve ceza ertelenir; Enstitü’nün
huzurunu bozduğu için de para cezasına çarptırılır (Leslie, 1999).
Bu
olay, Adorno'nun fikirlerine ilham almak ve kendilerini/eylemlerini meşrulaştırmak
için bakan öğrencilerin yanısıra, Marcuse'yi de öfkelendirmiştir (Heere, 2012). Öyle
ki, Marcuse ve Adorno’nun sonraki sekiz ayda
birbirlerine yazdıkları mektupların ana konusu söz konusu olay olur (Leslie,
1999). Bu yazışmalarda Marcuse ve Adorno, yükselen
öğrenci muhalefetiyle/hareketiyle ilgili teorik ve pratik düzeylerdeki
çelişkili tutumlarını tartışırlar. Mektuplarından birinde Marcuse şöyle der:
"Polis ve sol-kanat öğrenciler arasında bir tercih yapmam gerekirse,
öğrencilerimle birlikte olurum - önemli bir istisna dışında, yani hayatım
tehdit ediliyorsa veya şahsım ya da arkadaşlarım şiddet tehdidi altındaysa ve
bu tehdit ciddi bir tehditse. Bu tür bir şiddet tehdidi olmaksızın odaların (evime
ait olmayan) işgal edilmesi, polisi aramam için bir sebep olamaz ... "
Marcuse’ye göre öğrenciler Adorno'yu tehdit etmemiştir, dolayısıyla Adorno’nun,
öğrencilerin faaliyetlerini koordine etmek için Enstitünün binasını
kullanmalarına izin vermesi ve polis çağırmaması gerekirdi. Marcuse, Adorno'ya
"teorinin pratikle daha da ileri götürüldüğünü" hatırlatırken, Adorno
"Enstitü'nün menfaatlerine” dikkat çeker ve şöyle der: “Enstitü bağımsız
bir kurumdur ve üniversitenin koruması altında değildir. Burada olan biten her
şeyin sorumluluğu bana aittir." Bu tutumuyla Adorno, bir yoruma göre, öğrencilerden
ziyade, Enstitüsü'ye “sadakat”e öncelik verdiğini gösterir (Heere, 2012).
Marcuse
Öğrenci
hareketine sempatiyle bakan Marcuse’nin, sistematik devlet şiddetini ortadan
kaldırmaya dönük “devrimci şiddeti” kabul ettiği öne sürülmektedir. Fakat aynı
zamanda o, öğrencileri, eylemlerinin hareket için zararlı olduğunu düşündüğünde
veya "aptalca" davrandıklarını hissettiğinde eleştirmekten de çekinmez
(Heere, 2012). Aslında Marcuse için öğrenciler, devrimci denklemin
hayati bir parçası olsalar da bir devrimi gerçekleştirebilecek özne değildirler.
Bu nedenle onlar, devrimci öznenin yeniden doğuşunu kolaylaştırabilmek gibi
ancak yardımcı bir rol oynayabilirler. Böylelikle Marcuse, öğrencileri radikal,
devrimci eylemden uzak tutar/korur. Buna karşın, Marcuse'nin, hem öğrencileri
hem de eski meslektaşları tarafından olumsuz bir şekilde algılandığı görülür. Adorno
ve Horkheimer'a göre Marcuse’nin diyalektiği, pratiğe yönelik hevesi ve
pratikle olan ilişkisi nedeniyle yeterince “negatif” değildir. Özellikle şiddet
konusundaki tutumuyla, Frankfurt Okulu'nun ve dolayısıyla kendilerinin de
suçlanmalarına yol açabilir ve böylece Okul’un mirasını ve geleceğini tehlikeye
atmaktadır. Marcuse, hem yazdıklarında hem de derslerinde, teorisinin
uygulamaya doğrudan çevrilebilir olmadığını belirtse de, tehlike Horkheimer ve
Adorno'nun gözünde ortadan kalkmaz. Öte yandan, öğrencilere göre Marcuse,
onlara somut bir çözüm, "olumlu bir ütopya" sunmamış ve onların
devrimci özne pozisyonununu reddetmiştir. Adorno’yu
“boyun eğmekle” itham eden Krahl, Marcuse’yi de öğrencilerin
olası devrimci rolünü “zayıflatmakla” eleştirir. Marcuse'nin diyalektiği
Horkheimer ve Adorno için yeterince negatif değilken, öğrenciler için de aksine
pozitif değildir. Frankfurt Okulu meslektaşlarına göre Marcuse çok ileri gitmiş,
öğrencilere göreyse yeterince ilerlememiştir (Fulk, 1988). Sonuç olarak, polis çağırdığı için Adorno’yu
eleştiren Marcuse de, öğrenciler tarafından, kendilerine destek olma ve onlara
rehberlik etme bakımından yeterince istekli/atak bulunmamaktadır/görülmemektedir.
Diğer bir husus da Adorno ve Horkheimer’ın “suçlanma endişesi”dir, ki
belki de Adorno’yu polis çağırmaya
iten asıl neden de bu endişedir.
Adorno
1968 yılı Nisan-Aralık ayları arası Almanya’ya; suikast,
bombalama ve üniversite kampüslerindeki sayısız protesto ve boykot gibi bir
dizi olay ile, oldukça kaotik bir ortam hakim olur (Heere, 2012). Nisan
1968’de, Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun çekirdeğini oluşturan eylemciler,
Vietnam'daki savaşı protesto etmek ve Alman halkının bu savaş karşısındaki tutumunu
kınamak için Frankfurt'ta iki dükkanı kundaklarlar (Freyenhagen, 2014). İşte Adorno’nun
öğrenci hareketini desteklemeyişinin arkasında da; protestoların 1960'ların sonlarına doğru
bu şekilde zora/şiddete kaymasının/başvurmasının, öğrencilerin
pratiği “irrasyonel” hale getirmiş olmasının yattığı söylenmektedir (Heere, 2012; Polat,
2016) Zira Adorno güç
kullanmayı/şiddeti, protesto için gerekli bir bileşen olarak kabul etmez (Heere,
2012). Adorno’nun tahayyül ettiği
tek anlamlı dönüştürücü pratik, ancak şiddet içermeyen bir pratik olabilir: “Şiddetle savaşmak için şiddet kullanmanın sonsuz
döngüsüne katılmayı reddetmezsem, bütün hayatımı, -Hitler dönemi deneyimim ve
Stalinizme dair gözlemlerim-, inkar etmiş olurum. Tahayyül ettiğim tek anlamlı
dönüştürücü pratik, şiddet içermeyen bir pratik olabilir.” (Adorno, 1969). Dolayısıyla Adorno'nun teorisi ve
uygulaması arasında bir çelişki yoktur ve polis çağırma olayı ciddi olarak
yanlış değerlendirilmektedir. Çünkü bu olay Adorno’nun politik şiddeti faşizm
koşullarıyla sınırlı olarak kabul etmesiyle, sadece faşist bir rejime karşı şiddet yoluyla direnme
olanaklarını meşru
görmesiyle ilişkilidir (Freyenhagen,
2014).
Demokratik toplumlarda politik şiddeti
reddeden Adorno’nun temel kaygılarından biri, şiddetin daha fazla şiddeti
doğurma eğiliminde olması ve bunun giderek artan/genişleyen bir şiddet
döngüsüne yol açmasıdır. Bu nedenle şiddet içeren protesto, demokrasilerde işleri
aksine daha da kötüleştirebilir, daha fazla baskıya yol açabilir. Fakat örneğin
Yunan Askeri Cuntası gibi bir rejim zaten ahlaki açıdan kınanması gereken bir
acımasızlık/zalimlik içindedir, dolayısıyla artık şiddet döngüsü tehlikesi karar
vermede belirleyici olmaktan çıkar. Ancak Adorno yine de, somut pratik söz
konusu olduğunda -Yunanistan örneğinde-, açıkça bir öneride bulunmaktan, bir
eylem düsturu vaz etmekten kaçınır. Bu tutum onun bir yandan pratiğe “doğrudan”
müdahil olmak/müdahale etmek istememesinden diğer yandan baskıya/şiddete karşı savaşanların
uyguladığı şiddete de mesafeli durmasından kaynaklanır. Örneğin Adorno, Güney
Vietnam ve ABD kuvvetlerinin şiddet ve baskıları gibi, Vietkong’un uyguladığı
şiddetin de (özellikle de işkence kullanımı) kınanması gerektiğini düşünür zira
kullanılan araçlar ikisini ahlaki açıdan eşitlemektedir (Freyenhagen, 2014).
“Gerçek bir faşizme yalnızca şiddetle tepki
verilebilir. Bu noktada sert/katı biriyim. Ancak, totaliter devletlerde
milyonlarca insanın öldürülmesinden sonra, bugün hala şiddeti telkin edenlerin
peşinden gitmeyi reddediyorum. Karar verici eşik budur. (…) Benim
Yunanistan'daki her türlü eylemi onaylayacağımı söylememe gerek yok. Oradaki
durum tamamen farklıdır. Fakat kendisi emniyetli bir yerde yaşayan birinin
başkalarına devrim başlatmaları konusunda tavsiyelerde bulunması çok saçma bir
şeydir, böyle biri kendinden utanmalıdır.” (Adorno, 1969).
Sonuç olarak 1960'ların Batı
Almanya'sında, faşizm istisnasına benzer olağanüstü bir durum söz konusu
olmamasına rağmen protestoların şiddete başvurması, Adorno ile öğrenci hareketi
arasındaki ayrılığın/çatışmanın temel nedeni olarak gösterilmektedir. Bunun
yanında Adorno, “şiddet döngüsü” itirazının ötesinde, Batı demokrasilerinde
gerilla taktiklerinin aptalca olduğunu da düşünür ve 1969'da "Bolivya
çalılığında bile kendini kanıtlamayan modeller ihraç edilemez" der (Freyenhagen,
2014). Fakat Adorno oturma eylemlerinin bazı bağlamlarda meşru bir protesto
biçimi olabileceğini kabul etmesine rağmen, yalnızca molotof kokteylleri değil oturma
ve işgal eylemlerine girişenlere de muhalefet eder (Freyenhagen, 2014). Adorno’nun
şiddet içermeyen eylemlere muhalefetinde, bir ölçüde, Adorno’daki bireysel
eylemlerin başarısız olacağına dair inanç etkili olur: “Aktivizmin aslında umutsuzluğa/çaresizliğe bir geri
dönüş, onun izinden gitme olduğuna inanıyorum, çünkü insanlar toplumu
değiştirmek için gerçekte ne kadar küçük bir güçleri olduğunu
hissediyorlar/anlıyorlar. Aynı şekilde, bu bireysel eylemlerin de başarısız
olacağına inanıyorum; Fransa'daki Mayıs isyanı sırasında da bu durum ortaya
çıktı.” (Adorno, 1969).
Öte yandan Adorno, bireysel eylemin tamamen etkisiz
olduğunu da düşünmemekte, “şeffaf” oldukları sürece hiçbir şekilde pratik
sonuçlara kapalı olmadığını da ifade etmektedir. Adorno’nun pratiğe müdahil
olması için birincisi kendisine “şeffaf” davranılmalı ikincisi kendisi “nesne”ye
indirgenmemelidir: “İlk defa 1967'de Berlin'de bana karşı düzenlenen olaydan
beri, bazı öğrenci grupları, benden pratik eylemler talep ederek, beni
dayanışma içine zorlamaya çalıştılar. Reddettim. (…) Bugün öğrencilerle olan
ilişkilerimi daha da zorlaştıran şey, taktiklerin önceliklendirilmesidir. Kendimin
ve arkadaşlarımızın, tam olarak hesaplanmış planlarda yalnızca nesnelere
indirgendiğimizi hissediyorum (Adorno, 1969).” Öğrenciler
şeffaf davrandıkları için, Olağanüstü Hal düzenlemelerine karşı yapılan gösterilere
katıldığını ve ceza hukuku reformu alanında elinden gelen şeyleri yaptığını
belirten Adorno, “Ancak böyle bir şey yapmakla, üniversite enstitülerine taş
fırlatma çılgınlığına katılmak arasında belirleyici bir fark” olduğunu da ekler
(Adorno, 1969). Dolayısıyla
Adorno’yu, ilerici amaçlar için yapılmış olsa bile herhangi bir yasanın ihlal
edilmesi, suç işlenmesi oldukça endişelendirmektedir (Freyenhagen, 2014). Bu
da, yukarıda belirtilen olasılığı, Adorno’nun “suçlanma endişesi” sonucu polis
çağırdığı varsayımını güçlendirir.
Pratik
Adorno, yazılarının/düşüncelerinin öğrenciler ve
öğrenci hareketi üzerinde bir tesiri olduğunu kabul etse de, doğrudan ne bir
eylem ne de eylem modeli önermediğini ısrarla vurgular. Dolayısıyla öğrencileri
aldatıcı/hayal kırıklığına uğratıcı/yarı yolda bırakıcı bir şey yapmamıştır. En
fazla, yazdıklarının, genel bilinçte bıraktığı izler üzerinden dolaylı olarak
pratiğe yansıması söz konusu olabilir: “Yazılarımda, herhangi bir eylem veya
belirli bir kampanya için hiçbir zaman bir model teklif etmedim. Ben, teorisyenim
ve fikirlerim sadece şimdi değil her zaman pratikle (praxis) ancak dolaylı bir
ilişki içinde oldu. Düşüncem, belki de motiflerinin bazılarının bilinçte yer
etmesiyle pratik sonuçlar doğurmuş olabilir, fakat ben asla doğrudan doğruya
pratik eylemleri amaçlayan/kasteden herhangi şey söylemedim. (Yazdıklarımın
öğrenci hareketini etkilediğini) inkar etmek istemiyorum. Bununla birlikte, bu
bağlantıyı tamamen değerlendirmem benim için zor. Eğer bir kişi, benim kadar
yoğun biçimde yirmi yıldır ders verip yayın yaparsa, “genel bilinç”e girer/dahil
olur (Adorno, 1969).”
Bir
teorisyen olarak Adorno, yazılarında çelişkileri çözmeye çalışmaz, çünkü ona
göre göre filozofun rolü, bu çelişkileri dile getirmek ve aydınlatmaktır (Snir,
2010). Adorno
için önemli olan, tamamen özgül bir yapıya sahip olan bireyin/tikelin, tümelin
baskısına ve egemenliğine karşı savunulmasıdır. Adorno’nun çelişkileri çözerek
ilerlemek yerine “sürekli olumsuzlama”yı temel alan “negatif diyalektik” görüşü
tikeli tümele feda etmez; onun için asıl olan şey tikeldir, somut bireydir
(Becermen, 2010). Bunun bir yansıması olarak “olması gereken”, Adorno’ya göre,
zaten ancak negatif olarak belirlenebilir. “Olması gereken”e dair her pozitif
belirlemeyse özdeşliği ve tahakkümü yeniden doğurur. Bu yüzden “ne yapılması
gerektiği”ni değil, “ne yapılmaması gerektiği”ni söyleyen bir etiğe ihtiyaç
vardır. Adorno bunu yeni bir kategorik imperatif olarak adlandırır: “Düşüncelerin
ve eylemlerini öyle düzenle ki Auschwitz bir daha asla tekrar etmesin” (Esgün,
2017).
“"Ne
yapmalı?" sorusuna cevap olarak genellikle "bilmiyorum" cevabını
veriyorum. Sadece amansızca “ne olduğunu” analiz edebilirim. Bu süreçte, şu
şekilde suçlanıyorum: "Eleştiriyorsan, nasıl daha iyi yapacağını
söylemelisin." Ancak bunu bir burjuva önyargı olarak görüyorum. Tarihsel
olarak, tamamen teorik niyetli olan bu çalışmaların bilinci ve toplumsal
gerçeği değiştirdiği sayısız örnek var (Adorno, 1969)”
Adorno, teori ile pratik arasındaki
ilişki bakımından teoriyi önceleyen bir tavır alır ve teoriyi pratiğin
yönlendirmemesi gerektiğini savunur. Felsefe, aktivizmin bir enstrümanı olmamalıdır
(Fischer, 2005). Bu kapsamda 1960’lardaki öğrenci hareketine
yönelttiği temel bir eleştiri, “ne yapmalı?” sorusunun ‘teoriye yönelik bir
düşmanlık” olarak okunması konusundadır (Zuidervaart, 2007): ”Bir teorinin başlangıçtan itibaren pratike bağımlı
olmasından çok, kendi nesnelliğinin gücünden dolayı pratik sonuçlar doğurabilme
kabiliyeti olduğuna inanıyorum. Felsefe, anında önlemler veya değişiklikler
önermez. Fakat teori, bilinçte bıraktığı izlerle değişimi tam olarak etkiler.
Düşünmek ve yazmak da bir direniş biçimidir ve teori, aynı zamanda gerçek bir
pratik biçimidir de. Bugün teori ile pratik arasındaki talihsiz ilişki tam da
teorinin pratik tarafından bir ön sansüre tabi tutulması gerçeğine
dayanmaktadır (Adorno, 1969).”
Sonuç olarak Adorno, “ne yapmalı”dan
ziyade yapılmaması gerekene odaklanan ve bu kapsamda şiddeti politik bir
enstrüman olarak kullanmayı dışlayan bir teorisyen olarak kabul edilebilir. Ne
yapmalıyı, dolayısıyla pratiği önceleyen ve şiddete başvuran öğrenci
hareketiyle anlaşmazlığa düşer. Her ne kadar yazdıklarıyla/fikirleriyle
öğrencileri ve öğrenci muhalefetini etkilemiş olabileceğini kabul etse de,
pratikle ilişkisinin doğrudan olmadığını savunur. Teorisinin öğrenciler
üzerindeki etkisinin, başka bir deyişle dolaylı pratik sonuçlarının ne olduğu
hakkında bir şey söyleyebilmek için detaylı/kapsamlı bir inceleme gerekir fakat
öğrencileri açıkça şiddete yönelttiğini/yönlendirdiğini savunmak zor
görünmektedir. Yine de bütün bunlar, Adorno’nun polis çağırmasını hem
açıklamaya hem de haklılaştırmaya yetmez. Zira şiddete başvurmayan bir eylemde
(Enstitü’ye girme veya işgal) öğrencilere destek vermemenin tek alternatifi
polise başvurmak değildir. Pekala Adorno polis çağırmadan, polis ve öğrenciler
arasında bir tercih yapmadan da bu olayı atlatabilirdi. Keza Adorno’nun
tutunmaya çalıştığı Enstitü’ye zarar verilmesini önlemeye çalışmak argümanı da,
açık ve somut bir tehdit olmadığı göz önüne alındığında, yeterli/inandırıcı
görünmemektedir. Öyleyse polis çağırmanın arkasında, öğrencilerden kaynaklanmayan
farklı bir tehdit bulunuyor olması daha muhtemeldir. Adorno; fikirleriyle
öğrencilere ve öğrenci hareketine “ilham“ verdiğinin genellikle
dillendirilmesi/kabul edilmesi karşısında, polis çağırmadığı takdirde “ilham
oldu” iddiasını “destek veriyor” boyutuna ulaşacağı korkusuyla hareket ederek
kendini korumaya çalışmış, suçlanmaktan kaçınmaya çalışmış olabilir. Aksi
durumda Adorno, öğrenci hareketini onaylamama/destek vermemenin ötesine geçer,
öğrencilere karşı düşmanlık ve cezalandırma saikiyle hareket eden biri konumuna
düşer. Daha gerçekçi görünen ilk olasılık söz konusu olduğunda, tehdidin gerçek
düzeyinden ziyade algılanan/hissedilen boyutu önemlidir ve suçlanma endişesinin
Adorno’yu bu derecede etkilemesi, bizatihi onun yaşam öyküsüyle ilişkili kurularak
anlaşılabilir.
Adorno için entelektüeller, son burjuva
yurttaşlardır fakat aynı zamanda onların (burjuvazinin) düşmanlarıdır
(Müller-Doohm, 2005). Fakat burjuvazi de; düşmanını-dostunu tanıyor, düşmanını
azaltıp dostunu çoğaltmaya çalışıyor ve düşmanlık yapmaya yeltenilmesini, “suç-suçlama”
yoluyla engellemeye çabalıyor olabilir.
Kaynakça
Adorno, A Conversation with Theodor W. Adorno (Spiegel, 1969)
Kirkland Alexander Fulk, Between a Rock and a
Hard Place:
Herbert Marcuse, the Frankfurt School and the West
German Student Movement, 2008
Karsten Fischer, In the Beginning was the
Murder: DESTRUCTION OF NATURE AND INTERHUMAN VIOLENCE IN ADORNO’S CRITIQUE OF
CULTURE, JCRT 6.2 (Spring
2005)
Stefan Müller-Doohm, Thinking from No-Man’s-Land. The Life and Work of
Theodor W. Adorno, Translated by Stefan
Bird-Pollan, Studies in Social and Political Thought, 11,
2005
Lambert Zuidervaart, Chapter 6:Ethical
Turns in Social Philosophy after Adorno (Cambridge: Cambridge University
Press, 2007),155–81
Fabian
Freyenhagen, Adorno’s Politics: Theory
and Praxis in Germany’s 1960s, Philosophy
& Social Criticism 40.9
(November 2014)
Esther Leslie, Introduction
to Adorno/Marcuse Correspondence
on the German Student Movement, New Left Review,
Ocak-Şubat 1999, https://newleftreview.org/I/233/esther-leslie-introduction-to-adorno-marcuse-correspondence
Lynn Marie Heere, From Spassguerilla to Stadtguerilla: The Theory and Praxis of the West German
Student Movement, 2012
Itay Snir, The ‘‘new categorical imperative’’ and Adorno’s aporetic moral
philosophy, Continental
Philosophy Review, August 2010
Metin Becermen,
Adorno’nun Hegel ve Marx’ın Diyalektik
Görüşünü Eleştirisi Üzerine Bir İnceleme, Kaygı, 2010/15
Toros
Güneş Esgün, ADORNO’DA YAŞAM VE “DOĞRU” YAŞAM, ETHOS:
Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, Ocak/January 2017, 10(1), 95-113
Selvihan Polat, ADORNO’NUN NEGATİF AHLAK FELSEFESİ, Y.Lisans Tezi,
2016
[1] Krahl‟ın bu
iddiası için bkz.: Hans J. Krahl, Adorno‟nun Siyasi Çelişkisi, (Çev.: Müge
Gürsoy Sökmen), Defter Dergisi, Metis Yayınları, İstanbul 1999, 132.