“İşte bu mübarek Muharrem ayından sonra,
İstanbul’u yuva bilmişken birden bire varını yoğunu da yitirmiş, canından
korkar hale gelmiş bazı Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, önce ağlamışlar, sonra
kavuşturup ellerini hançerelerinde yakarmışlar, sonra susmuşlar, ve
toplanmışlar, yürümüşler sonra, yürürken bir an arkalarına dönmüşler, sakız gibi
mendillerini Türk komşularına hüzünle sallamışlar, başka bir vatanı yurt
bellemek üzere düşmüşler yollara.”
BİR MASAL BİR
HAKİKAT
Her insan dört bir yanı
dehlizlerle kaplı bir kara parçasıdır. Her bir dehlizse, geniş zamanların
sonsuz uzamlarında başka dehlizlere ayrılır.
Çocukluğunun dehlizlerinden birinde
Heybeliada’ya uzanmış bir insan olarak, hafızanın derinliklerinde bir yerlerde
bir konak olduğunu düşün o halde. Mesela, 5-6 yaşlarında bir çocukmuşsun da,
Heybeliada’da Bulgar muhaciri[1] bir
anneannen varmış, ve anneannen de, yazları, senin de bir kaç ay kaldığın bu
konakta yaşarmış.
Konak
Masal bu ya, mahut[2]
konak, bahçesinde asırlık çınar ağaçlarının olduğu, pencere pervazlarından
begonvillerin sarktığı, iki katlı, ahşap bir konakmış. El işi oymalı, arslan başı tokmaklı cümle[3]
kapısından girince konağa, geniş bir taş avlu seni karşılarmış. Bu avludan
doğru sokağa, avlunun taşlığından azade[4], hane
halkının sıcak kahkahaları taşarmış.
Hane halkı dediysek, üç beş
kişiden ibaret bir çekirdekten bahsolunduğu sanılmasın. Bu hanenin halkında;
hanımlar, beyler, çocuklar, torunlar hatta bir ebe bile varmış. Beyler bostanı
beller, bahçeyi sular, odun ocağına azık olsun niyetine balık avlar, akşam
rakısıyla demlenirken; kadınlar sofra kurar, rakıya meze hazırlar, salataya
domates doğrar, her yöreden esen rüzgarla türkü söylermiş. Torunlarsa gün
ayarken haneden çıkar, artık kimbilir hangi imamın nurlu ağzından dökülen akşam
ezanıyla ya da uymazsa denizlerin koruyucusu olarak da bilinen Ayios Nikolaos’un[5] kilise
çanıyla, hani işlerine hangisi gelir, oyunları hangi dinin çağrılı sesinde
ancak bitmiş olursa, haneye o zaman tekrar adım atarlarmış. Bir cümbüş bir
hengame, konaktan huzur ve mutluluk eksik olmazmış.
Konağın alt katında yaşayan, bu
hanımlar, beyler, torunların hepsi birbirleriyle akrabaymış. Birinin kardeşi,
ötekinin kocası, birinin kuzeni öbürünün eşiymiş mesela. Teyzeler, halalar,
enişteler, amcalar, birbirine kuzen torunlar, bütün bir yazı her sene bu
konakta, mutlu mesut geçirirlermiş.
Suzi ve Hagop
Konak iki katlıymış dedik ya,
konağın alt katında yaşayan bu hep birbirine hısım hane halkından başka, üst
katta bir de Suzi ve Hagop namdar iki Rum kiracı yaşarmış. Alt kattaki cümbüş ve
hengamenin tersine, üst kattan bir çıt sesi dahi çıkmazmış. Ve sen, alt katın
oyunbaz torunlarından biri olarak, üst kattan neden bir çıt sesi bile
çıkmadığını hep merak eder ama bu merakını hiç dillendirmeden, ortak avludan
yukarı yükselen döner ahşap merdivenin geniş basamaklarını nefes nefese günde
en az bir kez tırmanır da, her daim güleç suratlı Suzi’yle, kocası Hagop’un
halini hatrını sorup, günlük şeker ve öpücük istihkakını[6]
mutlaka alırmışsın.
Suzi, uzun siyah saçlarını
tepeden topuz yapmış da yine uzun siyah elbisesini ince bedenine geçirmiş
halde, kemikli parmaklarında bir iğne ve bir iplikle mutlaka ya bir pantolon,
ya etek veyahut bir çorap diker olurmuş. Hagop da boş durmaz maviş gözlerinden
tekine tutturduğu monoklü[7] ile
çeşit çeşit mücevherata birbirinden kıymetli renkli ufak taşları ince
cımbızlarla yerleştirmeye çalışırmış ki, kuyumcu Osman da, mücevheratın
işçiliğini ufak bir ücret mukabili Hagop’a yaptırsın, kazancına kazanç katsın.
Yerimizin de zamanımızın da
darlığından; başkaca yoktur bir nedeni, romanlara konu olacak konak
mensuplarının ve Suzi ile Hagop’un hikayesine bir son vererek şimdilik, sözü
fazla uzatmadan, masal bu ya buracıkta bitmiş demek her ne kadar olmazsa da,
şimdilik ufak bir fasıla ile gerçeklere; bu Rum kökenli müstecir[8]
yurttaşlar, alt katlarında mukim Bulgar göçmeni mucirlerinden[9] kopan
hengameye inat, neden sessiz ve saygılı ve ürkek yaşarlarmış, bir nebze buna
bir göz atalım isteriz. Azıcık heyalden[10], acı
bir hakikate geçerek, masalımızın esas
oğlanı ya da kızı yaptığımız senin, henüz ana rahmine bile düşmediğin
zamanlardan kalma bir tarihten, birazcık hakikatten söz etmek isteriz.
18-19 Muharrem 1375
Yıllar yıllar önce,
Osmanoğullarının henüz fethetmediği dönemlerde, Konstantinapolis;
Osmanoğulları’nın ayak basmasından sonra Konstantiniye veya Dersaadet namıyla
anılan şimdinin İstanbul’u, epey zaman Roma İmparatorluğu’nun başkentliğini
yapmış olmak davasından muhik[11] bir
yorgunluğa sahip olsa da, bu muazzam kentin en kadim[12]
zamandan beri Rum kökenlilere de ev sahipliğini hakkıyla yapmakta olduğunu
bildiğinden şüphemiz olamaz. Velhasılı kelam, bu Roma İmparatorluğu yurttaşlarının
yedi sülaleden kırk dokuz göbekten torunları da, sayıları azalsa da hala
İstanbul’u kendilerine yurt edinmiş, geçinir giderler. Osmanlı’nın buralara
geldikten sonra ettikleri zulümlerden bahsedecek değiliz elbet ya, İstanbul adı
sonradan verilen bu coğrafyadaki baĞzı yaşayanların gövdesine mi kellesine mi
yoksa ruhuna mı ahdetmiş, akıl da sır da erdirilemez bir kıyım varmış. Evvel zamanlardan
beridir bir türlü bitmek eksilmek bilmez halde devam edip duran bu kıyımın bir
kısmı da, rivayet odur ki, kıyam[13]
niyetiyle besmele edilerek yapılırmış.
İşte bu kıyımlardan biri de,
18-19 Muharrem 1375, namı diğer 6-7 Eylül 1955 tarihinde gerçekleşmiş. O
tarihlerde, Türkiye Cumhuriyeti yönetiminde bulunan hükümet, halkının, artan
geçim sıkıntısı nedeniyle güvenini kaybetse de, koltuğunu kaybetmek istemez
halde, ne edeceğini şaşırmış savrulur, türlü dalavarelerle de muhalefeti
susturur vaziyette yoluna devam eder,
dere tepe yokuş gider iken, iktidar sahiplerinin güdümüyle habereden matbuat[14] da,
İstanbul’daki Rum yurttaşların aralarında para toplayıp Rum çetelerine bağış
yapmakta olduğunu her nedense manşet manşet rivayet eder hale gelmişler.
Tesadüf bu ya, aynı dönemlerde,
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun doğup büyüdüğü Selanik’te bulunan tarihi
evine de faili meçhul bir bomba konacak oluvermiş. Bu bombada başka bir iş
varmış amma, o dönem bu başka iş köşelere bucaklara saklanarak halktan gizlenmiş.
İşte bu vakıa, önce radyolarda defalarca halka anons edilirken, normalde az
baskıyla yayın yapan gazetelerde ise her nedense o gün yüzbinlerce baskı
yapılarak manşetten haber yapılmış da, bu yüzbinlerce baskıyla hazırlanmış
gazeteler İstanbul’da yaşayan halka, üstelik elden ele dağıtılmış. Sonra ismi lazım değil bazı
toplulukların da teşvikiyle, yerel halkta olmadık müşterek heyecanlar baş
göstermeye başlamış.
O vakitten sonra İstanbul’un
çeşitli semtlerinde galeyana gelen, sayıları binleri bulmuş halk, “vay efendim
Rumlar evimize bomba koymuş da patlatmış” diye ünlemiş, “bu gavur Rumlar,
çetelere de yardım edermiş zaten” diyerek Şişli’den başlamışlar, Kumkapı,
Samatya, Yedikule, Beyoğlu demeden; İstanbul’u kendine yuva bilmiş, olaylardan
bihaber Rumlar’ın, Ermeniler’in, Yahudiler’in ve gayrimüslimlerin dükkanlarını,
evlerini, ibadet yerlerini yakıp yıkmışlar. Binlerce taşınmazın yıkılıp
yağmalandığı, kiliselerin yakıldığı, meşum[15] bir
gece ve ardışık bir gün süren bu akıl tutulmasında, taş üstünde taş, haç
üstünde haç kalmamış. Olaylar Adalar’a dahi sıçramış. Rivayet odur ki, yüzlerce
kişi yaralanmış, onlarca kişi de ölmüş. Ve derler ki, olayların sonrasında
masumlar tutuklanmış da, asıl suçlular aranmamış bile.
Gidenler ve
Kalanlar
İşte bu mübarek Muharrem ayından
sonra, İstanbul’u yuva bilmişken birden bire varını yoğunu da yitirmiş,
canından korkar hale gelmiş bazı Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, önce ağlamışlar,
sonra kavuşturup ellerini hançerelerinde yakarmışlar, sonra susmuşlar, ve
toplanmışlar, yürümüşler sonra, yürürken bir an arkalarına dönmüşler, sakız
gibi mendillerini Türk komşularına hüzünle sallamışlar, başka bir vatanı yurt
bellemek üzere düşmüşler yollara. Böylece yıllarca sürecek acı bir göç daha, bu
gök kubbe altında başlamış. Çünkü ademle havvanın oğulları ve kızlarının
fıtratında, ezelden acı ve gözyaşıyla göçmek varmış. Ve ancak bazılarıysa, önce
ağlamışlar ağlamasına, sonra kavuşturup ellerini hançerelerinde yakarmışlar
aslında diğerleri gibi, ve sonra da susmuşlar sadece. Ama terk etmemişler
yurtlarını yuvalarını. O günden bu güne de İstanbul’a yadigar bu İstanbullular susmaya
devam ederlermiş.
SON SÖZ VE HAKİKAT
Bir fasıla ile böldük ya
hikayeni; senin, dört bir tarafı denizlerle kaplı bir adada, kadim bir konakta,
henüz beş ya da altı yaşlarındayken yarenlik ettiğin, mucirken müstecir olmuş
Suzi ve Hagop’un, her sonda bir soru işareti konmuş cümlelerden teşkil
seslerini, o meşum 5-6 Eylül’den sonra kaybetmişler meğer. Velakin, yurtlarını,
sesleri gibi terk edememişler. Senin bunu öğrenmense, yazık ki yıllarını,
yaşlarını almış.
Konaktan yıllar, yollar geçmiş,
hane halkı bir bir ortadan kayboldukça, mezar taşlarında maniler birikmiş. Ne
ruh kalmış, ne huzur, ne mutluluk. Belki az da olsa hoş bir sada, hasretle kulaklarında
yankılanır olmuş.
Ve senin bu masalın, masalı yazan
kalemi tutan ellerin sahibine belki de hakikatmiş.
Gaye Çiftçi[16]
[1] Muhacir: Göçmen
[2] Mahut: Sözü geçen
[3] Cümle kapısı: Tasavvufta
kibir ve dikbaşlılığın dışarıda bırakılmasına atıfla, büyük ana kapı anlamında
kullanılmıştır.
[4] Azade: Bağımsız
[5] Ayios Nikilaos Kilisesi:
Heybeliada’da bulunan Aziz Nikola Rum Ortodosk Kilisesi. Aziz Nikola M.S. 250
yılında Likia bölgesinin Patara mevkinde yaşamıştır. Günümüzde Noel Baba olarak
bilinmektedir. Aziz Nikola efsanelerinden birine göre, Kudus’e kutsal
topraklara doğru yol alan denizcilere, Aziz Nikola yardım elini uzatır ve gemileri
dev dalgaların altında suya gömülmek üzere olan denizciler, Aziz Nikola
mucizesi ile denizin birden bire dingin ve durgun hale gelmesiyle
kurtulurlar. Bu nedenle Aziz Nikola aynı
zamanda “denizlerin ve denizcilerin koruyucusu” olarak da anılmaktadır.
[6]
İstihkak: Hakediş
[7] Monokl: Tek gözde kaş ile
yanak arasına sıkıştırılan
[8] Müstecir: Kira karşılığında bir yeri tutan kimse,
kiracı.
[9] Mucir: Bedel karşılığı kiraya veren kimse, kiralayan.
[10] Heyal: Hayal
[11] Muhik: Haklı
[12] Kadim: Eski
[13] Kıyam: Namazda ayakta durma anlamı ile ibadet,
ayaklanma anlamı ile başkaldırı eş zamanlı kullanılarak sözcük oyunu
yapılmaktadır.
[14] Matbuat: Basın
[15] Meşum: Uğursuz
[16] Avukat