Perşembe, Kasım 06, 2014

Suzi ve Hagop (18-19 Muharrem 1375)- Gaye Çiftçi



“İşte bu mübarek Muharrem ayından sonra, İstanbul’u yuva bilmişken birden bire varını yoğunu da yitirmiş, canından korkar hale gelmiş bazı Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, önce ağlamışlar, sonra kavuşturup ellerini hançerelerinde yakarmışlar, sonra susmuşlar, ve toplanmışlar, yürümüşler sonra, yürürken bir an arkalarına dönmüşler, sakız gibi mendillerini Türk komşularına hüzünle sallamışlar, başka bir vatanı yurt bellemek üzere düşmüşler yollara.”



BİR MASAL BİR HAKİKAT

Her insan dört bir yanı dehlizlerle kaplı bir kara parçasıdır. Her bir dehlizse, geniş zamanların sonsuz uzamlarında başka dehlizlere ayrılır.

Çocukluğunun dehlizlerinden birinde Heybeliada’ya uzanmış bir insan olarak, hafızanın derinliklerinde bir yerlerde bir konak olduğunu düşün o halde. Mesela, 5-6 yaşlarında bir çocukmuşsun da, Heybeliada’da Bulgar muhaciri[1] bir anneannen varmış, ve anneannen de, yazları, senin de bir kaç ay kaldığın bu konakta yaşarmış.

Konak

Masal bu ya, mahut[2] konak, bahçesinde asırlık çınar ağaçlarının olduğu, pencere pervazlarından begonvillerin sarktığı, iki katlı, ahşap bir konakmış.  El işi oymalı, arslan başı tokmaklı cümle[3] kapısından girince konağa, geniş bir taş avlu seni karşılarmış. Bu avludan doğru sokağa, avlunun taşlığından azade[4], hane halkının sıcak kahkahaları taşarmış.

Hane halkı dediysek, üç beş kişiden ibaret bir çekirdekten bahsolunduğu sanılmasın. Bu hanenin halkında; hanımlar, beyler, çocuklar, torunlar hatta bir ebe bile varmış. Beyler bostanı beller, bahçeyi sular, odun ocağına azık olsun niyetine balık avlar, akşam rakısıyla demlenirken; kadınlar sofra kurar, rakıya meze hazırlar, salataya domates doğrar, her yöreden esen rüzgarla türkü söylermiş. Torunlarsa gün ayarken haneden çıkar, artık kimbilir hangi imamın nurlu ağzından dökülen akşam ezanıyla ya da uymazsa denizlerin koruyucusu olarak da bilinen Ayios Nikolaos’un[5] kilise çanıyla, hani işlerine hangisi gelir, oyunları hangi dinin çağrılı sesinde ancak bitmiş olursa, haneye o zaman tekrar adım atarlarmış. Bir cümbüş bir hengame, konaktan huzur ve mutluluk eksik olmazmış.

Konağın alt katında yaşayan, bu hanımlar, beyler, torunların hepsi birbirleriyle akrabaymış. Birinin kardeşi, ötekinin kocası, birinin kuzeni öbürünün eşiymiş mesela. Teyzeler, halalar, enişteler, amcalar, birbirine kuzen torunlar, bütün bir yazı her sene bu konakta, mutlu mesut geçirirlermiş.

Suzi ve Hagop

Konak iki katlıymış dedik ya, konağın alt katında yaşayan bu hep birbirine hısım hane halkından başka, üst katta bir de Suzi ve Hagop namdar iki Rum kiracı yaşarmış. Alt kattaki cümbüş ve hengamenin tersine, üst kattan bir çıt sesi dahi çıkmazmış. Ve sen, alt katın oyunbaz torunlarından biri olarak, üst kattan neden bir çıt sesi bile çıkmadığını hep merak eder ama bu merakını hiç dillendirmeden, ortak avludan yukarı yükselen döner ahşap merdivenin geniş basamaklarını nefes nefese günde en az bir kez tırmanır da, her daim güleç suratlı Suzi’yle, kocası Hagop’un halini hatrını sorup, günlük şeker ve öpücük istihkakını[6] mutlaka alırmışsın.

Suzi, uzun siyah saçlarını tepeden topuz yapmış da yine uzun siyah elbisesini ince bedenine geçirmiş halde, kemikli parmaklarında bir iğne ve bir iplikle mutlaka ya bir pantolon, ya etek veyahut bir çorap diker olurmuş. Hagop da boş durmaz maviş gözlerinden tekine tutturduğu monoklü[7] ile çeşit çeşit mücevherata birbirinden kıymetli renkli ufak taşları ince cımbızlarla yerleştirmeye çalışırmış ki, kuyumcu Osman da, mücevheratın işçiliğini ufak bir ücret mukabili Hagop’a yaptırsın, kazancına kazanç katsın.

Yerimizin de zamanımızın da darlığından; başkaca yoktur bir nedeni, romanlara konu olacak konak mensuplarının ve Suzi ile Hagop’un hikayesine bir son vererek şimdilik, sözü fazla uzatmadan, masal bu ya buracıkta bitmiş demek her ne kadar olmazsa da, şimdilik ufak bir fasıla ile gerçeklere; bu Rum kökenli müstecir[8] yurttaşlar, alt katlarında mukim Bulgar göçmeni mucirlerinden[9] kopan hengameye inat, neden sessiz ve saygılı ve ürkek yaşarlarmış, bir nebze buna bir göz atalım isteriz. Azıcık heyalden[10], acı bir hakikate geçerek,  masalımızın esas oğlanı ya da kızı yaptığımız senin, henüz ana rahmine bile düşmediğin zamanlardan kalma bir tarihten, birazcık hakikatten söz etmek isteriz.

18-19 Muharrem 1375

Yıllar yıllar önce, Osmanoğullarının henüz fethetmediği dönemlerde, Konstantinapolis; Osmanoğulları’nın ayak basmasından sonra Konstantiniye veya Dersaadet namıyla anılan şimdinin İstanbul’u, epey zaman Roma İmparatorluğu’nun başkentliğini yapmış olmak davasından muhik[11] bir yorgunluğa sahip olsa da, bu muazzam kentin en kadim[12] zamandan beri Rum kökenlilere de ev sahipliğini hakkıyla yapmakta olduğunu bildiğinden şüphemiz olamaz. Velhasılı kelam, bu Roma İmparatorluğu yurttaşlarının yedi sülaleden kırk dokuz göbekten torunları da, sayıları azalsa da hala İstanbul’u kendilerine yurt edinmiş, geçinir giderler. Osmanlı’nın buralara geldikten sonra ettikleri zulümlerden bahsedecek değiliz elbet ya, İstanbul adı sonradan verilen bu coğrafyadaki baĞzı yaşayanların gövdesine mi kellesine mi yoksa ruhuna mı ahdetmiş, akıl da sır da erdirilemez bir kıyım varmış. Evvel zamanlardan beridir bir türlü bitmek eksilmek bilmez halde devam edip duran bu kıyımın bir kısmı da, rivayet odur ki, kıyam[13] niyetiyle besmele edilerek yapılırmış.

İşte bu kıyımlardan biri de, 18-19 Muharrem 1375, namı diğer 6-7 Eylül 1955 tarihinde gerçekleşmiş. O tarihlerde, Türkiye Cumhuriyeti yönetiminde bulunan hükümet, halkının, artan geçim sıkıntısı nedeniyle güvenini kaybetse de, koltuğunu kaybetmek istemez halde, ne edeceğini şaşırmış savrulur, türlü dalavarelerle de muhalefeti susturur vaziyette  yoluna devam eder, dere tepe yokuş gider iken, iktidar sahiplerinin güdümüyle habereden matbuat[14] da, İstanbul’daki Rum yurttaşların aralarında para toplayıp Rum çetelerine bağış yapmakta olduğunu her nedense manşet manşet rivayet eder hale gelmişler.

Tesadüf bu ya, aynı dönemlerde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun doğup büyüdüğü Selanik’te bulunan tarihi evine de faili meçhul bir bomba konacak oluvermiş. Bu bombada başka bir iş varmış amma, o dönem bu başka iş köşelere bucaklara saklanarak halktan gizlenmiş. İşte bu vakıa, önce radyolarda defalarca halka anons edilirken, normalde az baskıyla yayın yapan gazetelerde ise her nedense o gün yüzbinlerce baskı yapılarak manşetten haber yapılmış da, bu yüzbinlerce baskıyla hazırlanmış gazeteler İstanbul’da yaşayan halka, üstelik elden ele  dağıtılmış. Sonra ismi lazım değil bazı toplulukların da teşvikiyle, yerel halkta olmadık müşterek heyecanlar baş göstermeye başlamış.

O vakitten sonra İstanbul’un çeşitli semtlerinde galeyana gelen, sayıları binleri bulmuş halk, “vay efendim Rumlar evimize bomba koymuş da patlatmış” diye ünlemiş, “bu gavur Rumlar, çetelere de yardım edermiş zaten” diyerek Şişli’den başlamışlar, Kumkapı, Samatya, Yedikule, Beyoğlu demeden; İstanbul’u kendine yuva bilmiş, olaylardan bihaber Rumlar’ın, Ermeniler’in, Yahudiler’in ve gayrimüslimlerin dükkanlarını, evlerini, ibadet yerlerini yakıp yıkmışlar. Binlerce taşınmazın yıkılıp yağmalandığı, kiliselerin yakıldığı, meşum[15] bir gece ve ardışık bir gün süren bu akıl tutulmasında, taş üstünde taş, haç üstünde haç kalmamış. Olaylar Adalar’a dahi sıçramış. Rivayet odur ki, yüzlerce kişi yaralanmış, onlarca kişi de ölmüş. Ve derler ki, olayların sonrasında masumlar tutuklanmış da, asıl suçlular aranmamış bile.

Gidenler ve Kalanlar

İşte bu mübarek Muharrem ayından sonra, İstanbul’u yuva bilmişken birden bire varını yoğunu da yitirmiş, canından korkar hale gelmiş bazı Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, önce ağlamışlar, sonra kavuşturup ellerini hançerelerinde yakarmışlar, sonra susmuşlar, ve toplanmışlar, yürümüşler sonra, yürürken bir an arkalarına dönmüşler, sakız gibi mendillerini Türk komşularına hüzünle sallamışlar, başka bir vatanı yurt bellemek üzere düşmüşler yollara. Böylece yıllarca sürecek acı bir göç daha, bu gök kubbe altında başlamış. Çünkü ademle havvanın oğulları ve kızlarının fıtratında, ezelden acı ve gözyaşıyla göçmek varmış. Ve ancak bazılarıysa, önce ağlamışlar ağlamasına, sonra kavuşturup ellerini hançerelerinde yakarmışlar aslında diğerleri gibi, ve sonra da susmuşlar sadece. Ama terk etmemişler yurtlarını yuvalarını. O günden bu güne de İstanbul’a yadigar bu İstanbullular susmaya devam ederlermiş.

SON SÖZ VE HAKİKAT

Bir fasıla ile böldük ya hikayeni; senin, dört bir tarafı denizlerle kaplı bir adada, kadim bir konakta, henüz beş ya da altı yaşlarındayken yarenlik ettiğin, mucirken müstecir olmuş Suzi ve Hagop’un, her sonda bir soru işareti konmuş cümlelerden teşkil seslerini, o meşum 5-6 Eylül’den sonra kaybetmişler meğer. Velakin, yurtlarını, sesleri gibi terk edememişler. Senin bunu öğrenmense, yazık ki yıllarını, yaşlarını almış.

Konaktan yıllar, yollar geçmiş, hane halkı bir bir ortadan kayboldukça, mezar taşlarında maniler birikmiş. Ne ruh kalmış, ne huzur, ne mutluluk. Belki az da olsa hoş bir sada, hasretle kulaklarında yankılanır olmuş.

Ve senin bu masalın, masalı yazan kalemi tutan ellerin sahibine belki de hakikatmiş.

Gaye Çiftçi[16]




   









[1] Muhacir: Göçmen
[2] Mahut: Sözü geçen
[3] Cümle kapısı: Tasavvufta kibir ve dikbaşlılığın dışarıda bırakılmasına atıfla, büyük ana kapı anlamında kullanılmıştır. 
[4] Azade: Bağımsız
[5] Ayios Nikilaos Kilisesi: Heybeliada’da bulunan Aziz Nikola Rum Ortodosk Kilisesi. Aziz Nikola M.S. 250 yılında Likia bölgesinin Patara mevkinde yaşamıştır. Günümüzde Noel Baba olarak bilinmektedir. Aziz Nikola efsanelerinden birine göre, Kudus’e kutsal topraklara doğru yol alan denizcilere, Aziz Nikola yardım elini uzatır ve gemileri dev dalgaların altında suya gömülmek üzere olan denizciler, Aziz Nikola mucizesi ile denizin birden bire dingin ve durgun hale gelmesiyle kurtulurlar.  Bu nedenle Aziz Nikola aynı zamanda “denizlerin ve denizcilerin koruyucusu” olarak da anılmaktadır. 
[6] İstihkak: Hakediş
[7] Monokl: Tek gözde kaş ile yanak arasına sıkıştırılan
[8] Müstecir: Kira karşılığında bir yeri tutan kimse, kiracı.
[9] Mucir: Bedel karşılığı kiraya veren kimse, kiralayan.
[10] Heyal: Hayal
[11] Muhik: Haklı
[12] Kadim: Eski
[13] Kıyam: Namazda ayakta durma anlamı ile ibadet, ayaklanma anlamı ile başkaldırı eş zamanlı kullanılarak sözcük oyunu yapılmaktadır.
[14] Matbuat: Basın
[15] Meşum: Uğursuz
[16] Avukat