Çarşamba, Şubat 25, 2015

Özgecan Aslan Cinayeti, Medya ve Toplumsal Cinsiyet




Konsensüs ve Sınıf Meselesi

Ulaş Başar Gezgin Bianet’te yayımlanan, Özgecan Aslan cinayetini sosyal psikoloji açısından incelediği yazısında, İslami medyanın çoğunun bu tür olaylardaki maktülü/mağduru suçlama ve adil dünya inancı üzerinden oluşan açıklama biçiminin bu olayda da tekrarlandığı, Özgecan’la ilgili olarak şaşırtıcı bir konum almadıklarının görüldüğü tespitinde bulunuyor. Bunun yanında, genel olarak ortalama muhafazakar vatandaşın tutum alması da, giysisi vb. nedeniyle (örneğin “o saatte orada ne işi vardı”), mağduru/muhatabı suçlama, böylece cinayeti bireysel öğelere/özel koşullara bağlayarak rahatlama biçiminde gerçekleşiyor. Yani kendisi öyle yapmadığına/davranmadığına veya o koşulların geçerli olduğu yerde bulunmadığına göre kontrolün kendisinde olduğunu düşünüyor.[1] Ancak bu konuda Gezgin’den farklı düşünenler de var. Onlara göre, Özgecan Aslan cinayeti karşısında toplumun hemen hemen tüm kesimleri benzer/ortak bir tavır sergiliyor. Cinayet, daha öncesinde yaşanan benzer cinayetlerden farklı olarak toplumda büyük bir infial yaratıyor ve bir konsensüsün oluşmasını sağlıyor. İşte bu noktada, Fatmagül Berktay,  son yıllarda kadın cinayetlerinin inanılmaz ölçüde arttığı gözlerimizin önündeyken, olması gereken infial ve protestonun neden bu kadar geç kaldığının sorulması gerektiğini belirtiyor. Ona göre bu sorunun cevabı, uğradığı şiddetten gene kadını sorumlu tutan, kadına uygulanan şiddeti töre, kültür, namus, "kadının yanlış hareketleri" vb. gerekçelerle mazur görmeye, meşrulaştırmaya fazlasıyla hazır olan erkek egemen zihniyetin, Özgecan Aslan cinayetinde "meşrulaştırıcı" bir gerekçe bulamamasında saklı. Çünkü “Özgecan, okuldan evine dönen (gecenin geç bir vakti de değil), giyiminde kuşamında ve tecavüze direnmesinin ortaya koyduğu gibi davranışında herhangi bir "yanlış" olmayan, ana muhalefet partisi liderinin ifadesiyle "tertemiz" bir genç kızdı! Yani toplumun "namus" normuna uygundu![2] Yani, olayın özel koşulları ve mağdurun bireysel özellikleri, meşrulaştırıcı gerekçe üretmeyi zorlaştırıyor. Bu duruma, cinayetin “hunharca” işlenmesi ve olay sonrası Özgecan’ın babasının “sevgi ve barış”ı vurgulayan açıklamaları[3] da katkı sağlıyor.

Özgecan Aslan cinayeti sonrasında, Tüsiad’dan YÖK’e, Saadet Partisi İstanbul İl Kadın Kolları’ndan TGB İzmir-Selçuk Şubesi’ne, birbirinden oldukça farklı çeşitli kurum ve kesimlerce cinayeti kınayan açıklamalar yapılıyor.[4] Mersin-Erdemli Ülkü Ocakları Başkanlığı, Özgecan Aslan için dua okuyor ve pasta hayrında bulunuyor.[5] Fehmi Koru bu konsensüsü “millet” olmanın hatırlanması olarak görüyor ve şöyle yazıyor:  “Özgecan hunharca katledildi; ama ölümüyle, galiba, bu topraklarda yaşayan bizlere, aynı milletin birer unsuru olduğumuzu hatırlattı.”[6] Mehmet Tezkan, bu “kılıf uyduramama”ya dayanan durumun Türkiye’ye büyük katkı yaptığını ve bundan sonra hiçbir hakimin eskisi gibi (neredeyse teşvik edici biçimde olan) kararlar veremeyeceğini düşünüyor.[7] Bu öyle bir konsensüs ki, Milliyet’in sanıklar hakkındaki detay bilgi içeren haberlerinin, “katilleri aklama” olarak sorgulanmasına neden oluyor.[8] Belma Akçura ise, konsensüs’ten çok medyanın bölünmesinden söz ediyor ve Milliyet gazetesinin söz konusu cinayette sadece siyasilerin ve kamuoyunun tepkilerine yer vermeyerek psikologlarla, hukukçularla, katilin ailesiyle de konuşarak söz konusu cinayetlere neyin yol açtığını, bu tür cinayetlerdeki iyi hal indirimlerini sorguladığını dile getiriyor.[9] Bu konsensüs gerçekte neye tekabül ediyor? Kınamanın ötesinde, olayın nedenleri ve benzerlerinin yaşanmaması için yapılması gerekenlere dair bir uzlaşıya işaret ediyor mu? Cevap aranması gereken bu sorular yazının devamında ele alınacak.

Diğer bir konu, Gezgin’in Özgecan Aslan cinayetinde en çok gözden kaçan nokta olarak dikkat çektiği sınıfsal ve ekonomik boyut. Gezgin bu konuda şunları yazıyor: “Ailesinin asgari ücretli olması ve kızlarının bozuk olan cep telefonunu tamir edememeleri başta olmak üzere, birçok sınıfsal olarak yorumlanabilecek nokta bulunmakta. Belki bir telefon, hayat kurtaracaktı; ama aile, AKP’nin yoksulluğa mahkum ettiği ailelerden yalnızca biri. Dahası, okul arkadaşlarının anlatımına göre , üniversiteden defalarca servis sağlanması talep edilmiş; ancak üniversite yönetimi bu talebi dikkate almayıp öğrencileri gerektiğince denetlenmeyen minibüslere muhtaç duruma getirmişti. Yerleşkesi yerleşim alanları dışında olan, hele ki özel olan bir üniversitenin servis sağlaması gerekliydi. Belki bu, üniversiteye yeterince kâr sağlamadığı için, geri çevrildi. Demek ki, bu cinayette, AKP eliyle palazlanan neo-liberal üniversiterleşme anlayışının da payı bulunuyor. Tarihsel olarak daha geriye gidersek, Adnan Menderes döneminde başlayan otomobil-odaklı kentleşme pratiklerini burada anabiliriz. Arabası olmayanlar, minibüse muhtaç ediliyor. Oysa, güçlü bir toplu taşıma sistemiyle başka bir tablo ortaya çıkacaktı.[10] Buna “kimlik” de eklendiğinde, “Özgecan, yalnızca bir kadın değildir; Dersimlidir; Alevidir; yoksul bir ailenin çocuğudur; neo-liberal düzenin üniversitelerinde güvenli ulaşım hizmeti sağlanmamış bir psikoloji öğrencisidir.[11] Dolayısıyla, Gezgin’in vardığı sonuca göre, Özgecan Aslan cinayeti, yalnızca bir kadın cinayeti değildir; aynı zamanda, özel üniversitede okuyan Dersimli, Alevi ve yoksul bir psikoloji öğrencisinin vahşice öldürülmesine karşılık gelir ve kadın cinayeti olarak tekilleştirilmesi, demokratikleşme mücadelesinde doğru bir hat olmayacaktır.[12]

Gezgin’in yaklaşımı, sınıfsal, ekonomik boyutu hatırlatmaktan daha fazlasını içeriyor, bu boyutu toplumsal cinsiyet eşitsizliğini gölgede bırakacak biçimde öne çıkarıyor. Bu nedenle, aşağıya bırakılmayarak öncelikle halleşilmeli. Bunun için, Gezgin’in yazısında vurguladığı “ana neden ve kolaylaştırıcı/hızlandırıcı neden” ayrımından yararlanılabilir. Böyle bakınca, gerek Özgecan Aslan cinayeti gerekse daha önce yaşanan benzerlerinde, yani kadın cinayetlerinde, ana neden olarak ataerkiyi görmek, diğer boyutları yan/tali nedenler almak, yani herşeyden önce başlangıç noktasında/temelde uzlaşmak gerekiyor. Aksi takdirde, sınıf veya genel demokratikleşme mücadelesinin bir bileşeni olabilen toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi, bizatihi bu alan içine kapatılarak/sınırlandırılarak ya erteleniyor ya da odaklanılması gereken hedef elden kaçıyor. Özgecan Aslan ve diğer kadın cinayetlerinde, sınıfsal, ekonomik ve kimlik boyutu, farklı düzeylerde kolaylaştırıcı/hızlandırıcı rol oynasa da, aslolan kadının statüsünü belirleyen patriyarkal sistem. Bunun baştan kabul edilmemesi, “kadın hareketinin sınıfı böldüğü tartışmalarına” geri dönüş sağlıyor ve hem kadınların eşitlik mücadelesini hem de sınıf mücadelesini (kadın hareketiyle ortaklığı) olumsuz etkiliyor.

Suçlu Ne/Kim?

Özgecan Aslan cinayetine karşı gösterilen genel anlamda bir ortak tepkiden söz edilebilse de, cinayetin nedenlerine yönelik bir uzlaşının varlığından bahsetmek imkan dahilinde değil. Dolayısıyla genel tablo, yukarıda adı geçen konsensüsün, kınama düzeyinde kaldığını gösteriyor. Bu tür cinayetlerin nedeni olarak gösterilenlere bakıldığında ilk göze çarpan bir kutuplaşmanın mevcudiyeti. İki karşıt görüşün uç noktalarından birisi laiklikten uzaklaşma/gerici eğitim ve iktidarın dili/uygulamalarını sorumlu tutarken[13] diğeri ise tam aksine maneviyattan uzak olan laik yaşam tarzı ve eğitimi cinayetlerin esas nedeni olarak gösteriyor.[14] Kapitalizmi, tüketim kültürünü ve bireyciliği dinsel/ahlaki değer bağlamında ele alan maneviyatçı yaklaşıma göre eğitim kadar önemli olan diğer bir faktör de medya.[15] Medyanın şiddet ve cinsellik konusundaki yayınları[16] hatta çocukların ebeveyn kontrolü dışında ahlaksız sitelere girmesine imkan veren internet özgürlüğü de bu konunun sorumlusu olarak gösteriliyor ve merkez medya ve CHP başta olmak üzere muhalefet partilerinin internet yasasına ‘özgürlük’ adı altında karşı çıkarak ahlaksız siteleri savunmasının Mersin’de yaşanan olayı ve benzerliklerini tetiklediği ifade ediliyor.[17]

Arslan Bulut, herkesin içinde bulunan şiddet dürtüsü ve bunu pekiştiren iktidar söylem ve uygulamalarına dikkat çekerken[18] Melih Aşık, iktidarın söyleminin de etkisiyle yaratılan kültürel iklimin kadını tamamen erkeğin yönetimine bıraktığını dile getiriyor: “Yedi yaşındaki kız çocuğuyla evlenilebilir, diyenler... Annesinin dizi göründüğünde tahrik olanlar... Hamile kadınların sokağa çıkmasına karşı çıkanlar... Kadının kahkaha atmasını iffetsizlik sayanlar... Kadın cinayetlerini “namus cinayeti” kabul edip derhal “hafifletici nedenler” bularak ceza indirimine giden yargıçlar bir yana... Bir ülkenin cumhurbaşkanı, “Ben zaten kadın - erkek eşitliğine inanmıyorum“ diyorsa... O ülkenin Maliye Bakanı, ülkedeki işsizliğin büyüklüğünü “kadınların iş aramasına” bağlıyorsa... Orman Bakanı kendisinden iş isteyen kadına, “Evdeki işler yetmiyor mu?” diye sorabiliyorsa... Eski Sağlık Bakanı, “Tecavüze uğrayan doğursun. Gerekirse devlet bakar” şeklinde konuşabiliyorsa... Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur“ diyebiliyorsa... Bir başka bakan “Kız erkek öğrenci aynı evde kalmasın” diye saçmalayabiliyorsa... Yaratılan kültürel iklim kadını tamamen erkeğin yönetimine bırakıyor... Ona cinsel obje olarak bakılıyor. Bizim istediğimiz gibi giyinen ve yaşayan kadınlar iyi... bizim sözümüzü dinlemeyen kadınlar kötüdür... Onları cezalandırmak meşrudur gibi bir hava yaratılıyorsa...
Özgecan’ı kimin, daha doğrusu hangi zihniyetin öldürdüğü açıkça belli değil mi?
[19] Bölünme tam da bu noktada, eleştirilerin iktidara yöneltilmesiyle ortaya çıkıyor. İktidarın bu kültürel ortamı destekleyen söylem ve uygulamalarını dikkate almasa da Emre Aköz, Ayşe Özyılmazel, Nihal Bengisu Karaca mağdurun/muhatabın bireysel özellikleri/olayın özel  koşulları üzerinden (cilve, mini etek, cinsel açlık vb.) mazeret üretilmesi/meşrulaştırma çabalarına karşı çıkıyor.[20] Sevilay Yükselir ve Hilal Kaplan ise, bu olay üzerinden iktidarın hedef alınmasını eleştiriyor.[21]  Hilal Kaplan, şunu demek o kadar zor mu diye soruyor: “Kadını bedenine indirgeyen, tecavüzü 'kirlenme', tacizi 'erkeğin elinin kiri', mağduru 'kuyruk sallayan' olarak konumlandıran yaklaşım pek çok farklı kesimde mevcut. Bu anlayışla mücadele etmek topyekûn hepimizin üzerine vazifedir.[22]

Uzmanların görüşlerinde öncelik “kadına bakışın değişmesi”ne verilirken, sanıklara verilen yetersiz cezalar ve uygulanan takdiri ve haksız tahrik indirimlerinin etkisine de dikkat çekiliyor.[23] Özgecan cinayetiyle yakından ilgilenen Rasim Ozan Kütahyalı, konuyla ilgili beş yazı kaleme alıyor. Kütahyalı’nın odaklandığı konu ise hukuki düzenleme ve uygulamadaki aksaklıklar.[24] Ayrıca, kadına yönelik şiddet konusunda, artmadı ama görünür oldu[25] veya kadına yönelik şiddet azaldı ama cinayetler arttı argümanını kullananlar da bulunuyor. Nevzat Tarhan, "Eve yaklaşmama" gibi cezaların sosyal kontrol sistemiyle desteklenmediğinde öfkeyi artırdığını bunun da sonuçlarının çok ağır olduğunu savunuyor.[26] Ayşe Düzkan’ın da söylediği gibi, yine her yerde erkekler konuşuyor, Özgecan olayında bile her erkek kendini savunmanın aklamanın peşinde. Aslında erkeklere yapılan öneriler var, konuşmak yerine biraz da susup dinlemeleri gerekiyor: “Bu kadar kadınların sözünün kesildiği bir toplumda susmak bir kibarlık meselesi değil. Toplumsal, politik bir anlamı var susup dinlemenin. Ama bunun yerine, görüyorsun hep başroldeler. Televizyonu bir açıyorsun, bu konuda bile konuşanların çoğu erkek.[27] 

Berktay: “Kadınları özerk insan varlıkları değil de erkeklerin koruması altında "sahip olunan" emanetler olarak görürseniz, kadına yönelik şiddeti önlemeniz mümkün olmaz. Çünkü emanetçi, kendi insafına kalmış "emanet"e her an hıyanet edebilir, nitekim sürekli de ediyor! Kadına yönelik şiddet, uzun süredir ülkemizin en yakıcı sorunlarından biri. Çünkü bu şiddetin kaynağı, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi ülkemizde de kadınlar ile erkekler arasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliği; kadını aşağı, erkeği ise üstün konumda gören, erkeği kadının toplumsal denetimiyle, "namus bekçiliği" ile görevlendiren erkek egemen iktidar ve zihniyettir. Kadına şiddetin yüksekliğinin diğer bir nedeni, Türkiye’de halen bir "erkeklik krizi" yaşanması. Bizimki gibi, kadın ile erkek arasındaki yöneten-yönetilen ilişkisinin toplumdaki otorite ilişkisini simgelediği bir kültürde, cinsel olan ile siyasal olan sıkıca ilişkili. Sürekli egosu şişirilen erkeğin gücü ve kimliği de kadını denetleme, onun itaatini sağlama gücüyle eşdeğer. Şiddetin en önemli gerekçelerinden birini kadının "itaatsizliği" iddiasının oluşturması da o yüzden.” [28]

Ne Yapılmalı?

Çözüm önerileri, sorunun nedenleri olarak görülen hususlar bağlamında geliştiriliyor, nedenler konusundaki bölünme çözüm önerilerine de yansıyor. Tartışmanın bir ucunda laik ve bilimsel eğitim diğer tarafında ise dinsel ve ahlaki değerlere daha fazla yer veren bir eğitim ve medyanın kışkırtıcı ve ahlaksız yayınlarından vazgeçmesi önerisi yer alıyor.[29] Saadet Partisi İstanbul İl Kadın Kolları Başkanı Nagehan Gül Asiltürk, idam cezasının geri getirilmesini istiyor ve daha önce bu konuda düzenledikleri imza kampanyasını hatırlatarak,  yaptıkları uyarının haklılığının ortaya çıktığını söylüyor.[30] Kadınlara özel pembe otobüs (pembebüs), minibüslere imdat butonu koyma önerileri yükseliyor.[31]

Özgecan Aslan cinayeti en çok idam cezası üzerinden tartışılıyor. Bu hayvanları asmak lazım diyen Sevilay Yükselir’e göre hiçbir şey için değil belki ama bu suç için kesinlikle idam yasası çıkartılmalı.[32] Binali Yıldırım[33], Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit[34], Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam[35], Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi[36], Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya[37] idam cezasının yeniden tartışılması gerektiğini belirtiyorlar. Sedat Peker’e göre de cinsel suçlarda idam cezası şart.[38] Ercan Güven için ise idam veya hadım etmek gerekmiyor. Güven, katillerin cezasının cezaevindeki koğuş arkadaşları tarafından verileceğini ima ediyor: “Ben intikam isterim. Ama Devlet yapmamalı. İdam etmeye, hadım etmeye Devlet adına karşıyım. Gerek yok zaten! Hatta, ağırlaştırılmış müebbet verip tek başına hücreye de atmayın mümkünse. Koğuşta ağırlayın sapık katillerimizi... Mahpushanede kan davasından, namus belasından, kabadayılıktan, kaderden, sinirden yatan koğuş arkadaşlarının müşfik ellerine teslim edin. Eminim, küserler, darılırlar biraz üzerler o sapıkları!”[39] AB Bakanı Volkan Bozkır bir yandan idamın gündemlerinde olmadığını söylerken diğer yandan da “Şayet benim kızımın böyle bir olay başına gelseydi ben elime silah alır, bunun cezasını kendim verirdim ve cezasına da katlanırdım, ama devletlerin reaksiyonlarının bu şekilde olmaması gerekir” diyor.[40] Bozkır’ın sözlerini köşesine taşıyan Güneri Cıvaoğlu, “Cezasını ben verirdim” söyleminin ülkemizdeki pek çok babanın yürekten fışkıran tepkisini yansıttığını ifade ediyor.[41]

Ceza hukukçuları idam cezasının getirilmesi ve hadım etmeye karşı çıkarken, ağırlaştırılmış müebbetin de oldukça ağır ve dolayısıyla yeterli bir ceza olduğunu hatırlatıyorlar.[42] Ölüm cezasını hunharca işlenen suçlar bakımından istisnai olarak savunan Ersan Şen’e göre, ancak bu aşamada, uluslararası taahhütlerimiz, özellikle İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Anayasa hükümleri dururken, suç ve ceza siyasetinde radikal bir değişikliğe gitmek suretiyle ölüm cezasının tekrar getirilebileceğine inanmak mümkün gözükmüyor.[43]

Emine Ülker Tarhan, kadınlara karşı cinsiyete dayalı şiddet kavramının TCK'ya girmesi gerektiğini belirterek, buna yönelik bir kanun teklifi hazırladıklarını, tekliflerinin, bu tür suçlarda takdiri indirim hallerinin uygulanmaması, şartlı salıverme hükümlerinin uygulanmaması ve cezanın en az 20 yılının hücrede infazı gibi caydırıcı yöntemleri içerdiğini dile getiriyor.[44] Selahattin Demirtaş, kadına yönelik şiddetle ilgili özel mahkemeler, ihtisas mahkemeleri kurulmasını teklif ederken[45], Hasip Kaplan, Türkiye'nin hukuk devleti ve çağdaş ülke olmanın gereğini yerine getirmesi gerektiğini belirterek, TBMM'de grubu bulunan siyasi partilere ve bağımsız milletvekillerine, bu tür alçakça ve canavarca, insanlığa karşı işlenen suçlarda adaleti yerine getirmek için zaman aşımının kaldırılması, infaz indirimi ve af olmaması, yargılamanın hızlandırılmasına yönelik yasal düzenleme yapılması çağrısında bulunuyor.[46]

İkinci öğretim ders saatleri için yeniden bir değerlendirme yapan YÖK[47], kadına yönelik şiddetin ve istismarın önlenmesi adına üniversitelerde yapılan çalışmaların bugünden sonra eskisine göre kıyas kabul etmeyecek şekilde etkin ve sonuç üretici faaliyetlerini artırarak sürdüreceğini ve bu faaliyetlerin Yükseköğretim Kurulu tarafından da destekleneceğini kamuoyuna duyuruyor.[48]

Ayşe Düzkan, ilk olarak kadınların güçlenmesi gerektiğini, bu konuda yasalar ve yasal önlemlerin önemli olduğunu, ikinci olarak da kadınların nesneleştirilmesinin bitmesi lazım geldiğini, bu bakımdan medyaya çok iş düştüğünü belirtiyor ve ayrıca, kadınların kendilerini fiziksel olarak korumayı/savunmayı öğrenmesi, bir şekilde bu güç dengesinin bozulması gerektiğini ilave ediyor.[49] Boks Federasyonu da, Özgecan Arslan'ın vahşice katledilmesinin ardından "Sıra sana gelmeden kendini savunmayı öğrenmelisin" sloganıyla bir proje geliştiriyor ve kadınlara ücretsiz kick boks eğitimi verileceğini duyuruyor.[50] Mahalleyi göreve çağıran teklifler, farklı bir konuda ve muhalafet partilerinin yerel teşkilatları nezdinde de olsa ilk karşılığını İstanbul Sarıyer’de buluyor. Polisin tedbirlerini yeterli bulmayan MHP ve CHP teşkilatlarına mensup kişilerce Bonzai’yle Mücadele Timleri oluşturulduğu haberi basına yansıyor.[51]

Berktay, kadına şiddeti önlemenin yolunun erkekleri hadım etmek, onlara elektronik kelepçe takmak, cezaları arttırmak veya idam cezasından  geçmediğine, var olan yasaların uygulanmasının, imzaladığımız uluslararası sözleşmelerin gereğinin yapılmasının yeterli olduğuna işaret ediyor. Ama en önemlisi, kadınların kendilerinden başkasına emanet olmayan eşit yurttaşlar olduğunu içine sindiren ve Türkiye’deki utanç verici cinsiyet eşitsizliği uçurumunu kapamak için gerçekten çaba harcayan bir siyasal iradenin varlığı.[52]
Berktay: “Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kadına şiddet, her toplumda görülüyor ama dereceleri farklılaşıyor. Cinsiyet eşitliği açısından daha ileri ülkelerde, kadına şiddetin varlığının daha az ve bu konudaki toplumsal bilincin gelişmiş olduğunu ama en önemlisi siyasal iradenin cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırmak konusunda gerçek bir çaba gösterdiğini görüyoruz. Maalesef Türkiye bu tür ülkelerden biri değil. Ülkemizde kadınlar hayatın hemen her alanında ayrımcılığa tabi tutuldukları halde bu durumun değişmesi için pek az şey yapılıyor. Yapılanlar ise ya sorunun kaynağından ziyade görüntüleriyle ilgili oluyor ya da her şeyi ceza mantığıyla halletmeye meyyal olan devlet geleneğine uygun biçimde cezai müeyyideleri arttırma çağrılarından ibaret kalıyor. Oysa kadına yönelik şiddet, her alandaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin hem sonucu hem de en çarpıcı göstergesidir. Çünkü eğitim, siyasete katılım, ekonomi vb. alanlardaki sorunlar, olanca yakıcılığına karşın, kadınların tümünü kapsamayabilir. Oysa şiddet, bütün kadınların başı üzerindeki bir Demokles kılıcıdır. En korunaklı sanılan, toplumun "namus" normlarına en çok uyan kadınları da hiç beklenmedik bir anda ve yerde, en hunhar biçimde vurabilir.”

Sonuç

Emniyet’in açıkladığı verilere göre geçen yıl 118 bin 14 kadın, şiddet gördüğü gerekçesiyle polise başvurmuş. Halen 24 bin 444 kadına geçici koruma tedbiri uygulanıyor, şiddet mağduru 125 kadın ise kimlik değiştirmiş.[53] Yani şiddet de kadınların mücadelesi de devam ediyor. Özgecan Aslan cinayetinin yarattığı gündem “infial” düzeyini aşamasa da, Cihan Aktaş’ın yazısında[54] da görüleceği gibi, soruna yönelik İslami kesim içindeki indirgemeci ve klişe yaklaşıma bazı eleştirilerin de ortaya çıkmaya başladığı görülüyor. Kadınların ne ile ve kiminle mücadele edeceklerini, Kocaelili kadınların düzenlediği eylemde kadınlara çağrıda bulunan genç bir erkeğin sözleri açık biçimde gösteriyor: “Ben de bir ananın evladıyım. Her erkeğin olduğu gibi bizim de bazı ihtiyaçlarımız muhakkak var.  Ama önemli olan bu ihtiyaçları normal bir aile evladına, namusuna düşkün bir aile ferdine yapılmasını kınıyoruz.[55]

Medyaya gelince. Interpress’in araştırmasına göre; yazılı medyada erkek şiddeti haberleri yüzde 22 artmış. Ancak bu haberlerin nasıl verildiğine de bakılması gerekiyor. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) de Özgecan Aslan cinayetini haberleştirirken dikkat edilmesi gereken etik kuralları hatırlatıyor [56]:

- Medya sahip olduğu güç ile toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üreten bir araç olmak olmamalı, cinsiyet ayrımcılığına dayalı şiddeti hiçbir biçimde meşru göstermemeli, dile özen gösterilmelidir.

- Saldırganın ifadesinden yararlanılarak hazırlanan metinlerin mağdur ve yakınları açısından yaralayıcı olabileceği göz önünde bulundurulmalı, failin değil mağdurun teşhir edilmesinden vazgeçilmelidir.

- İnternet haber sitelerinde vahşi cinayeti lanetlemeye dönük yorumlar da bile yine kadını hedef alan hakaretlerin yer alması engellenmeli, pornografik ve özendirici çağrışımlar yaratmamasına dikkat edilmelidir.

- Sorumlu bir anlayış benimsenerek şiddete uğrayan ya da risk altında olanlar, çözüm yolları ve yöntemleri konusunda bilgilendirilmeli, var olan kuruluş ve yardım hatlarının erişim bilgileri haberde yer almalıdır.


Medyanın sadece haberleri veriş biçimi değil önemli olan. Kadının cinsel meta olarak gösterilmesi de bir o kadar önemli. Bununla ilgili olarak 5 Harfliler’de yayımlanan ve aşağıda aynen verilen yazı konuya ışık tutuyor.[57]

Hurriyet.com.tr, Türkiye’nin (Google.com, Google.com.tr, Facebook, Twitter ve Youtube’un ardından) altıncı, dünyanın 328. en çok ziyaret edilen sitesi. Şu an bir manşeti Özgecan Aslan’ın ailesine atfen “Türkiye’yi ağlattılar”, ondan sonraki manşeti “Türkiye ağlarken şoke eden karar: Cinsellik yaşadığı için haketti“, bir diğer manşeti “öfke dinmiyor” olan Hürriyet, #sendeanlat etiketinde kadınların anlattıkları tacizi “Metrobüs’te kaç defa…” başlığıyla pazarladığı ve daha 14 Şubat günkü “liseli Ayşe yatağında ölü bulundu” haberini veriş şekli için [Haberi genç kızın fotoğraf galerisiyle veren diğerleri: StarMilliyetCumhuriyet vs] tepki çekmesinin ardından bugün anasayfasını hafif tutmuş:


Milliyet.com.tr, Türkiye’nin (Google.com, Google.com.tr, Facebook, Twitter, Youtube ve Hurriyet’in ardından) yedinci, dünyanın 351. en çok ziyaret edilen sitesi. Şu an anasayfasında Özgecan Aslan cinayetiyle ilgili en az 11 haber olan Milliyet de sayfanın geri kalanını ülkenin içinden geçtiği bu acılı ve öfkeli dönemi dikkate alarak hafif tutmuş:


Bizi insan yerine koymayan şakalara ayıp olmasın diye ses etmiyoruz, bizi insan yerine koymayan reklamları yapan şirketleri boykot etmiyoruz, bizi insan yerine koymayan sitelere girmeye devam ediyoruz, unutuyoruz, affediyoruz, büyütmüyoruz, genellemelere karşı çıkıyoruz, kurunun yanında yaşı yakmıyoruz, köprü de yakmıyoruz, rahatsızlık vermiyoruz, olayı büyütmüyoruz, ortamın tadını kaçırmıyoruz, öyle demek istemediklerini biliyoruz, aslında niyetlerinin öyle olmadığını biliyoruz, herkesin böyle olduğunu biliyoruz, çok daha kötülerinin olduğunu biliyoruz. Biz biliyoruz, biz anlıyoruz. Her zaman değilse de, yeterince sık. Ama an geliyor, koku dayanılmaz bir hal alıyor.





[11] Age.
[12] Age.