“Aşkın
kanatlandıramadığı insanlar, görüntülerin ötesine, bulutların ardına uçamazlar;
aşk seslense de kulaklarına, duymazlar. Bu öykü onlar için değil.“
Cibran Halil Cibran (1883-1931)’ın Ermiş (The
Prophet) isimli eseri, yayımlandığı 1923 yılından bugüne; elliye yakın dile
çevrilen, en çok satan (best-seller) kitaplar listesinde sürekli yer alan,
politik söylevlere, şarkı sözlerine giren, düğün ve cenaze merasimlerinde içinden
pasajlar okunan popüler bir kitap. Popülerlik düzeyinin zirve yaptığı dönemler
olan 1930 ve 1960’lı yıllarda Eser'in, adeta
karşı-kültürün bir kutsal kitabı olduğu da söyleniyor. Arap dünyasında; o
günkü Osmanlı yönetimine, kadınların üzerindeki baskıya ve kilisenin
tiranlığına karşı çıkması üzerinden hem politik hem de edebi anlamda “asi” bir
kişi olarak görülen/saygı duyulan Cibran’ın ve eserlerinin Batı’da bu denli
sevilmesinin/ilgi uyandırmasının nedeni ne? Bunun en önemli sebebi, Cibran’ın,
dogmalara dayanmayan, ortodoks din anlayışına muhalif olan ve ahlakçı olmayan evrensel
bir tinsel/metafizik anlayışına sahip olması. Bu da onun, hristiyan, yahudi ve
müslümanlar tarafından ortak biçimde sevilebilmesine imkan sağlıyor.[1]
Hristiyan bir ailenin çocuğu olan,12 yaşındayken
annesi ile birlikte Lübnan’dan A.B.D.’ye göç eden (1895) Cibran, Arap mehcer
(göçmen/immigrant) edebiyatının en etkili isimlerinden birisi olarak kabul
ediliyor.[2]
Üç yıl sonra sonra öğrenim görmek üzere tekrar Beyrut’a dönüyor (1898) ve işte “ilk
aşkım” dediği Selma Karami ile olan ilişkisini bu dönemde yaşıyor. Cibran bu
ilişkiyi yıllar sonra (1912) Broken Wings başlıklı öyküsünde anlatıyor. 1914
yılı ise, Levanten-Hristiyan
bir ailenin çocuğu olarak Filistin’de doğan ve Arap dünyasının ilk feminist
kadın şairlerinden biri olan May Ziyade ( 1886-1941)’nin Halil Cibran ile 1931
yılına kadar sürecek olan platonik aşk macerası ve uzun yazışmalarının
başladığı yıl oluyor.[3]
Cibran’ın
Mey Ziyâde’ye yazdığı mektuplarda, kadınlarla ilgili düşüncelerini de bulmak mümkün.
O, Mey Ziyâde’ye; hayatında bir anne , bir abla, bir kız kardeş ve bir arkadaş
olarak yer alan kadınların hayatın anlamını kavramada yegane kaynak olduklarını
söylüyor. Ve eğer kadınlar olmasaydı hayatın anlamını huzurunu ve rahatını
horlamalar arasında geçen bir uykuda arayacağını ifade ediyor. Gerçekten de
yaşamına giren kadınlar Cibran için sürekli fedakarlık yapıyor. Annesinin bir
anne olarak yaptığı fedakarlıklardan sonra, kız kardeşleri onun çalışmalarını
devam ettirebilmesi için A.B.D.’nin göç ortamındaki zor koşullarında çalışıyorlar
ve evi geçindirme sorumluluğunu üstleniyorlar. Cibran; annesini, kız
kardeşlerini ve erkek kardeşini tüberküloz hastalığından dolayı kaybedip
yapayalnız kaldığında da, Mary Haskell onu himaye ediyor ve Haskell ile Cibran
arasında uzun süreli ve derin bir dostluk (veya aşk) oluşuyor.[4]
1928 yılında sağlık problemleri yaşamaya başlayan Cibran, ağrılardan kurtulmak,
rahatlamak için alkole sığınıyor, ancak aşırı içki tüketimi hastalığını
ağırlaştırıyor ve 1931 yılında (48 yaşında) karaciğer kanserinden vefat ediyor.[5]
Cibran,
Arap dünyasındaki çalışmalarda bir sosyal reformcu/isyankar olarak gösterilse
de, bunu kabul etmek çok da kolay değil. Cibran’ın eserlerindeki kahramanlar
olumsuzlamanın dışında (direnmiyorlar) bir alternatif sunmuyorlar ve bu yönüyle
isyankardan çok “uyumsuz bir tip” konumuna düşüyorlar. Bunda, göçmen olan Cibran’ın
kafasındaki çocukluk anılarına dayanan idealize edilmiş Lübnan imgesi ve bu
bozulmamış Lübnan’a duyulan özlemin etkili olduğu söylenebilir.[6]
Böyle olunca isyan, geçmişteki ideal olanın bozulmasına/yozlaşmasına bir tepki
olarak ortaya çıkıyor.
Kırık Kanatlar (Broken Wings)
(Aşağıda
orjinali PDF olarak verilen İngilizce versiyonundan kısaltılarak tercüme
edilmiştir.)
Belki size sorulsa, çocukluk ve gençlik yıllarınızdan,
özgürce ve tasadan uzak yaşanılan bir dönem, bir “altın çağ” olarak
bahsedersiniz. Oysa ben, bir tohum olarak düşüp yüreğimde büyüyen, aşkın gelip
yüreğin kapılarını açana kadar bilgi ve hikmet dünyasına giden bir yol
bulamadığım, bir “sessiz keder” dönemi olarak anarım o yılları. Aşk oldu bana, dil
ve gözyaşlarını sağlayan. Aşk diye seslendiğimiz şey nedir? Söyleyin bana,
bütün anlayışlara sızan ve çağlarda gizli olan o sır nedir? Aşkı tarif eden
herkes kendi umutlarını ve korkularını bıraktı önüme sır olarak. O anda
tapınağın içinden gelen bir ses duydum: “Yaşam iki yarıya ayrılmıştır: Biri
donar biri yanar; yanan yarı, Aşktır.” Bunun üzerine tapınağa girdim, sevinçle diz
çökerek dua ettim: “Tanrım beni yanan alevin besleyicisi yap… Tanrım beni
kutsal ateşine at…”
Selma
Karami beden ve ruh güzelliğine sahipti, ama onu hiç tanımamış birine nasıl
anlatabilirim ki? Hangi sözcük, hem içindeki büyük ızdırabı hem de ilahi bir çoşku
ifadesini yansıtan yüzünü tarif edebilir ki? Öyle bildik bir yüz güzelliği
değildi Selma’nınki; bir ressamın fırçasıyla ya da heykeltraşın keskisiyle
ölçülüp çizilemeyecek, kopyalanamayacak, adeta bir rüyada vahiy görmeye
benziyordu. Selma’nın zarafeti altın sarısı saçlarda değil, o saçları çevreleyen
saflığın erdeminde; iri gözlerinde değil, onlardan yayılan nurda; kızıl
dudaklarında değil, sözlerinin tatlılığında; fildişi rengi boynunda değil,
başının hafifçe öne eğik duruşundaydı. Kusursuz görünüşünde de değildi, ama
yerle gök arasında beyaz bir meşale gibi yanan ruhunun asaletindeydi. Güzeliği,
şiirsel bir hediye gibiydi. Selma çok konuşmaktan pek hoşlanmaz ve derin
düşüncelere bırakırdı ruhunu; sükuneti insanı, rüyalar alemine sürükleyen,
kendi yüreğinin ahenkli atışını dinleten, önünde durup gözlerinin içine bakarken
düşünce ve duygularının izlerini karşısında görür hale getiren bir tür müzik gibiydi.
Hüzün onun ruhuyla benimkini, sanki ikimiz de diğerinin yüzünde yüreklerimizde hissettiklerimizi
görmüş ve gizli bir sesin yankılarını işitmiş gibi, birbirine bağlamıştı. Tanrı
iki vücudu tek hale getirmişti, ayrılık artık acıdan başka bir şey getirmezdi. Kederli
ruhlar birbirleriyle karşılaştıklarında, bir olduklarında huzur bulurlar. Hüzünle
bir araya gelen elleri, mutluluğun ışıltısı da ayıramaz birbirlerinden. Aşk
eğer gözyaşlarıyla yıkanmışsa, saflığını ve güzelliğini sonsuza kadar
koruyacaktır.
Ağaçlarla çevrili, sessizliğin, aşkın,
güzelliğin ve erdemin birlikte oturduğu güzel evinde, gece vakti Selma ile
yalnız kalmam Tanrı’nın arzusu olmalıydı. Her ikimiz de diğerinin konuşmasını bekleyerek
sükunetimizi koruyorduk, fakat bu iki ruh anlaşabilmek için konuşmaya ihtiyaç
duymuyordu. Gönülleri bir araya getiren şey sadece dudaklardan ve dilden
dökülen kelimeler değildir. Yüreğin söyledikleri dilin söylediklerinden daha yüce
ve saftır. Sükunet ruhu bedenden alır, ruhlar alemine uçurur ve Tanrıya
yaklaştırır; bedenlerimizin birer zindandan başka bir şey olmadığını ve bu
dünyanın aslında bir sürgün yeri olduğunu fark etmemizi sağlar. Selma, “hadi
bahçeye çıkıp ağaçların altında oturalım, dağların ardından ayın doğuşunu
seyredelim” dedi. “Ay tamamen yükselip bahçeyi aydınlatana kadar burada kalsak
daha iyi yapmış olmaz mıyız” diye sordum. Ve, “Gecenin karanlığı yalnızca
ağaçların ve çiçeklerin üzerini örtmüştür. Hiçbir şey göremeyiz.” diye ekledim.
“Gecenin karanlığı ağaçlarla çiçekleri gözlerimizden gizlese de kalplerimizdeki
aşkı saklayamayacaktır” dedi Selma. Söylediklerinden pişman olmuşcasına, büyülü
bakışlarıyla sözcükleri kulaklarımdan silmek istermiş gibi bana baktı. Evrendeki
her büyük ve güzel şey, tek bir düşünceden ya da duygudan doğmuştur. Günümüzde
gördüğümüz, geçmişten bugüne yapılan her şey, ortaya çıkmadan önce, bir erkeğin
aklında bir düşünce ya da bir kadının yüreğinde bir duyguydu. Gecenin birinde, aklınıza gelen bir düşünce, bir bakarsınız, sizi
zafere götürür ya da sürgüne gönderir. Selmanın o gece sarf ettiği sözler beni,
okyanus ortasında yapayalnız kalmış bir gemi gibi, geçmişimle geleceğim
arasında bir yere demirlemişti. Biz bahçeye çıkıp, yasemin ağacının yanındaki
bir banka sessizce oturup, uyuyan doğanın nefes alış verişlerini dinler ve Tanrı’nın
mavi gökyüzündeki gözleri oyunumuza şahitlik ederken, bahçedeki çiçeklerin
eşsiz kokuları da esen yele karışmıştı. O gece Lübnan’ı bir şairin gözünden,
yarı düş yarı gerçek bir şekilde seyrettim. Bir şeyin görüntüsü, duygular
doğrultusunda değişir; böylece biz nesnelerin içlerindeki güzelliği ve büyüyü
görebiliriz; işte o anda bu sihir ve zerafet aslında bizim kendi içimizdedir.
Selam bana bakarken, “Bu kadar sessiz
olmanın nedeni ne? Neden bana geçmişinden bahsetmiyorsun?” diye sordu. “Bahçeye
geldiğimizde sana söylediklerimi duymadın mı?” dedim, karşılık olarak. “Sükunetin
ezgilerini ve çiçeklerin fısıltılarını işitebilen ruh, yüreğimin haykırışını,
ruhumun feryadını da duymuş olmalı.” diyerek devam ettim. “Evet haykırışını
duydum, gecenin bağrındaki sesi, günün yüreğinden gelen yakarışı duydum.” dedi.
“Ben de seni duydum.” dedim. İşitince bu sözleri, gözlerini kapattı ve dudaklarında
neşeyle hüznün birbirine karıştığı bir gülümseme eşliğinde, sessizce fısıldadı:
“Artık göklerden daha yüksek, okyanuslardan daha derin, yaşamdan, ölümden ve
zamandan daha garip bir şey olduğunu biliyorum. Bizim hikayemize kim inanır ki,
şu anda şüphelerimizden arındığımıza?” “İnsanlar hikayemize inanmayacaktır,
çünkü onlar mevsimlerin yardımı olmadan gelişip açan tek çiçeğin aşk olduğunu
bilmezler. Biz daha doğmadan önce ruhlarımızı bir araya getiren Tanrı’nın eli,
bizi günler ve geceler boyunca birbirimize mahkum etmedi mi?” diye karşılık
verdim. Aşkın uzun süren arkadaşlıktan ve sabırla icra edilen kurlardan sonra
yaşanacağı fikri doğru değildir. Aşk ruhsal bir yakınlaşmanın ürünüdür ve o
yakınlık ilk anda kurulmazsa, yıllar hatta çağlar sonra bile kurulması mümkün
değildir. Saçlarımda ellerini gezindirdiği sırada saç diplerimde gecenin
esintisine karışan bir elektriklenme, bir titreşim hissettim. Bir türbenin
mihrabını öpmekle kutsanan sofu bir inançlı gibi Selma’nın elini tuttum, yanan
dudaklarıma götürdüm ve anısı yüreğimi eriten, tatlılığı ruhumun bütün
erdemlerini uyandıran uzun bir öpüş kondurdum.
Doğu’nun din adamları, almaktan çok
vermekten memnun olan cömert kişiler değildir. Aksine, tüm uğraşları, aile
üyelerini/akrabalarını güçlü, egemen ve zalim insanlar haline getirmeye yöneliktir.
Hristiyanların piskoposları, müslümanların imamları ve brahmanların rahipleri
avını dokunaçlarıyla yakalayıp bir sürü ağzıyla kanını emen deniz canavarları
gibidir. Piskopos yeğeniyle evlendirmek için Selma’yı istediğinde Faris Efendi’den
aldığı tek cevap derin bir sükunet ve gözyaşı oldu, çünkü Faris Efendi tek
çocuğunu da kaybetmek istemiyordu. Ancak Faris Efendi piskoposun isteğine arzu
etmese de olumlu cevap vermek zorunda kaldı. Lübnan’da kimse piskoposa karşı
çıkamaz, onun isteğini yerine getirmeyen hiç kimse itibarını koruyamaz, büyük
güçlüklerle karşılaşırdı. Selma için kader işte böyle ördü ağlarını ve onu da
aşağılanmış bir köle gibi, doğunun zavallı kadınları arasına sürükledi. Beyrut
kentinde geleceğin doğulu kadınının simgesi olan Selma Karami, çağının
ilerisinde yaşayanların çoğu gibi, bugünün kurbanı oldu ve yenilmişlerin
oluşturdukları kederli gruba katıldı.
Selma: Peki ya şimdi ne yapacağız
sevgilim?
- Nasıl olmamı istiyorsan öyle olacağım
Selma: Beni kendi hüzünlü düşüncelerini
seven bir şair gibi sevmeni istiyorum. Beni, bir annenin, daha ışığı görmeden
ölen çocuğunu hatırlaması gibi anımsamanı istiyorum. Bana eşlik etmeni, babamı
ziyaret edip yalnızlığında teselli etmeni istiyorum.
- Söylediklerinin hepsini yapacağım. Ruhum
seninkine bir zarf, yüreğim güzelliğine bir yuva, bağrım kederlerine mezar
olacak.
Selmanın elini tutup dudaklarıma
götürürken bana yaklaştı ve alnımı öptü, gözlerini kapatıp yavaşça fısıldadı: “Ah
tanrım, bana merhamet et ve kırık kanatlarımı iyileştir.”
Mansur Galip Bey ve Selma evlenmişti ve
bütün zenginlerin oturduğu Beyrut’ta güzel bir evde birlikte yaşıyorlardı. Çok
eski küçük bir tapınak vardı Beyrut’ta. Pek az kimsenin varlığından haberi
olduğu o tapınakta ayda bir kez Selma ile gizlice buluşuyor, eski günleri yad
ediyor, bugünümüzü tartışıyor, geleceğimizden korkuyor, hayaller, umutlar ve
hüzünlü düşlerle kendimizi avutuyorduk. Sohbetlerimiz yalnızca aşk üzerine olmuyor,
arasıra güncel konulara dalıp görüş alışverişinde bulunuyorduk. Bizi görmelerinden
çekinmiyor, korkmuyorduk onlardan ve vicdanımız da rahatsız olmuyordu. Ateşle
temizlenen, göz yaşlarıyla yıkanan ruh, insanların ayıp ve yüz karası dedikleri
şeylerden daha yücedir; kölelik yasaları ve insan yüreğinin sevgisine karşı
olan eski adetlerle kısıtlanamaz. O ruh Tanrı’nın tahtı önünde utanmadan,
gururla durabilir. Yedi asır boyunca insan toplum, üstün ve ölümsüz kanunların
anlamını yitirmesine, yozlaşmasına karşı koyamadı. İnsanın gözleri mumların
karanlık ışığına alışınca, gün ışığını göremez. Kocasının evini bırakıp
tapınakta benimle gizlice buluştuğu için Selma Karami’yi kötüleyenler erdem
yoksunu ve zayıf iradeli insanlardır. Onlar sağlıklı olanlara asi gözüyle
bakar. İçine atıldığı zindanın parmaklıklarını kırabilecek gücü varken bunu
yapmayan mahkum korkaktır. Masum ve ezilen bir mahkum olan Selma kendini
kölelikten kurtaramıyordu. Zindanının penceresinden yeşil kırlara ve engin gökyüzüne
bakması ayıp mıydı? Bırakın ne derlerse desinler. İnsanlar, hakkımda
istediklerini söyleyebilir, ölümün ürkütücülüğünü gören bir ruh için,
hırsızların yüzleri korkutucu olamaz.
Haziran sonunda bir gün, her zaman
olduğu gibi Selma ile buluşmak için tapınağa gittim. Selma elini başıma koydu
ve şöyle dedi: “Yanıma yaklaş, gel sevgilim, gel de susuzluğumu gidereyim,
çünkü vakit ayrılık vaktidir.” “Piskopos burada buluştuğumuzu anlamış mı?” diye
sordum. Yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla Selma “Kuşkulanmış ve emrindeki
herkese beni yakından izlemelerini söylemiş. Piskopostan kormuyorum, çünkü suda
boğulanı ıslaklık korkutmaz, ama tuzağa düşmenden, av olmandan korkuyorum, daha
gençsin, gün ışığı kadar özgürsün. “ diye cevap verdi. İsyan edercesine elini
tuttum: “Gel selma, gel de fırtınanın önünde kaleler kadar güçlü olalım. Baştan
beri, çok uzun zamandır insanların isteklerine göre davrandık, tanıştığımızdan
beri körler tarafından yönetildik ve onlarla beraber onların putları önünde diz
çöktük, tapındık. Bu ülkeden, bu ülkenin esaret ve cahilliğinden kaçıp uzaklara,
hırsızların ellerinin ulaşamayacağı başka diyarlara gidelim.” Selma: “Aşk bana,
seni kendimden bile korumayı öğretti. Bu tapınağa korkmuş bir hayalet gibi
gelirdim, ama bugün fedakarlığın gerekliliğini hisseden, acıya katlanmanın
değerini bilen, sevdiğini cahil insanlardan ve kendi aç ruhundan korumak
isteyen cesur bir kadın olarak geldim. Umarım vedamız da aşkımız gibi yüce ve
onurlu olacak.”
Selma doğum sancılarıyla yaşamla ölümün
çarpıştığı yatağa uzandığında aylardan nisandı. Şafak vakti bir erkek bebek
doğurdu. Bebek şafak vakti doğmuş güneşin batışıyla ölmüştü. Bir düşünce gibi
doğmuş ve bir hıçkırık gibi ölüp bir gölge gibi kaybolmuştu. Bu, insan
yaşamıdır, ulusların yaşamıdır, güneşlerin, ayların ve yıldızların yaşamıdır.
Selma çocuğa sarıldı, sonra yüzünü duvara doğru çevirdi ve ölü bebekle
konuşmaya başladı: “Sen beni uzaklara götürmeye geldin çocuğum, kıyıya giden
yolu göstermeye geldin. Buradayım çocuğum, al beni, buradan, bu karanlık
zindanın içinden birlikte çıkalım.” Ve işte tam o anda, kudretin nuru perdeleri
aşıp yatağa uzanmış halde olan, sükunetin derin onuruyla korunan ve ölümün
kanatlarının gölgelediği iki dingin beden üstüne çöktü.
Ertesi gün, iki ceset tek tabutta
taşındı.
The Broken Wings
You speak of those years between
infancy and youth as a golden era free from confinement and cares, but I call
those years an era of silent sorrow which dropped as a seed into my heart and
grew with it and could find no outlet to the world of Knowledge and wisdom
until love came and opened the heart's doors and lighted its corners. Love
provided me with a tongue and tears.
more
PDF
GEZGİN
Çeviren: SİBEL ÖZBUDUN
PDF
[1] Irfan Shahid, Gibran Kahlil Gibran
Between Two Millennia, The Unaugural Farhat J.Ziadeh Distinguished Lecture in
Arab and Islamic Studies, 2002
[2] Sultan Şimşek, İslam Kültürünün Mehcer Edebiyatı Üzerinde Etkisi, İ.Ü. Şarkiyat Mecmuası Sayı 19 (2011-2) 91-101
[3] Bülent Korkmaz, Modern Arap Edebiyatında Kadın Yazarların
Doğuşu, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 54, 1
(2014), 61-80
[4] Sultan Şimşek, Cibran Halil Cibran’ın Eserlerinde Beşeri ve
Evrensel Sevgi, Bu makale, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Doğu
Dilleri ve Edebiyatları Bölümünce düzenlenen “Cibrân
Halîl Cibrân’ın Ölümünün 80. Yıl Dönümü Münasebetiyle Doğu edebiyatında Göç
Olgusu” adlı III. Uluslararası Doğu Dilleri ve
Edebiyatları Sempozyumu’nda sunduğumuz “
Bir Hayat Kâşifi Cibrân Halîl Cibrân’ın Eserlerinde Sevgi Kavramı” başlıklı bildirinin geliştirilmiş ve genişletilmiş halidir.
[5] http://www.gibrankhalilgibran.org/AboutGebran/Biography/
[6] N.Naimy,
The Mind and Thought of Khalil Gibran, Journal of Arabic Literature, Vol. 5 (1974),
pp. 55-71, Published by: BRILL