Perşembe, Mart 05, 2015

Gibran Khalil Gibran: Aşk (Broken Wings)



“Aşkın kanatlandıramadığı insanlar, görüntülerin ötesine, bulutların ardına uçamazlar; aşk seslense de kulaklarına, duymazlar. Bu öykü onlar için değil.“

Cibran Halil Cibran (1883-1931)’ın Ermiş (The Prophet) isimli eseri, yayımlandığı 1923 yılından bugüne; elliye yakın dile çevrilen, en çok satan (best-seller) kitaplar listesinde sürekli yer alan, politik söylevlere, şarkı sözlerine giren, düğün ve cenaze merasimlerinde içinden pasajlar okunan popüler bir kitap. Popülerlik düzeyinin zirve yaptığı dönemler olan  1930 ve 1960’lı yıllarda Eser'in, adeta karşı-kültürün bir kutsal kitabı olduğu da söyleniyor. Arap dünyasında; o günkü Osmanlı yönetimine, kadınların üzerindeki baskıya ve kilisenin tiranlığına karşı çıkması üzerinden hem politik hem de edebi anlamda “asi” bir kişi olarak görülen/saygı duyulan Cibran’ın ve eserlerinin Batı’da bu denli sevilmesinin/ilgi uyandırmasının nedeni ne? Bunun en önemli sebebi, Cibran’ın, dogmalara dayanmayan, ortodoks din anlayışına muhalif olan ve ahlakçı olmayan evrensel bir tinsel/metafizik anlayışına sahip olması. Bu da onun, hristiyan, yahudi ve müslümanlar tarafından ortak biçimde sevilebilmesine imkan sağlıyor.[1]

Hristiyan bir ailenin çocuğu olan,12 yaşındayken annesi ile birlikte Lübnan’dan A.B.D.’ye göç eden (1895) Cibran, Arap mehcer (göçmen/immigrant) edebiyatının en etkili isimlerinden birisi olarak kabul ediliyor.[2] Üç yıl sonra sonra öğrenim görmek üzere tekrar Beyrut’a dönüyor (1898) ve işte “ilk aşkım” dediği Selma Karami ile olan ilişkisini bu dönemde yaşıyor. Cibran bu ilişkiyi yıllar sonra (1912) Broken Wings başlıklı öyküsünde anlatıyor. 1914 yılı ise, Levanten-Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak Filistin’de doğan ve Arap dünyasının ilk feminist kadın şairlerinden biri olan May Ziyade ( 1886-1941)’nin Halil Cibran ile 1931 yılına kadar sürecek olan platonik aşk macerası ve uzun yazışmalarının başladığı yıl oluyor.[3]

Cibran’ın Mey Ziyâde’ye yazdığı mektuplarda, kadınlarla ilgili düşüncelerini de bulmak mümkün. O, Mey Ziyâde’ye; hayatında bir anne , bir abla, bir kız kardeş ve bir arkadaş olarak yer alan kadınların hayatın anlamını kavramada yegane kaynak olduklarını söylüyor. Ve eğer kadınlar olmasaydı hayatın anlamını huzurunu ve rahatını horlamalar arasında geçen bir uykuda arayacağını ifade ediyor. Gerçekten de yaşamına giren kadınlar Cibran için sürekli fedakarlık yapıyor. Annesinin bir anne olarak yaptığı fedakarlıklardan sonra, kız kardeşleri onun çalışmalarını devam ettirebilmesi için A.B.D.’nin göç ortamındaki zor koşullarında çalışıyorlar ve evi geçindirme sorumluluğunu üstleniyorlar. Cibran; annesini, kız kardeşlerini ve erkek kardeşini tüberküloz hastalığından dolayı kaybedip yapayalnız kaldığında da, Mary Haskell onu himaye ediyor ve Haskell ile Cibran arasında uzun süreli ve derin bir dostluk (veya aşk) oluşuyor.[4] 1928 yılında sağlık problemleri yaşamaya başlayan Cibran, ağrılardan kurtulmak, rahatlamak için alkole sığınıyor, ancak aşırı içki tüketimi hastalığını ağırlaştırıyor ve 1931 yılında (48 yaşında) karaciğer kanserinden vefat ediyor.[5]

Cibran, Arap dünyasındaki çalışmalarda bir sosyal reformcu/isyankar olarak gösterilse de, bunu kabul etmek çok da kolay değil. Cibran’ın eserlerindeki kahramanlar olumsuzlamanın dışında (direnmiyorlar) bir alternatif sunmuyorlar ve bu yönüyle isyankardan çok “uyumsuz bir tip” konumuna düşüyorlar. Bunda, göçmen olan Cibran’ın kafasındaki çocukluk anılarına dayanan idealize edilmiş Lübnan imgesi ve bu bozulmamış Lübnan’a duyulan özlemin etkili olduğu söylenebilir.[6] Böyle olunca isyan, geçmişteki ideal olanın bozulmasına/yozlaşmasına bir tepki olarak ortaya çıkıyor.


Kırık Kanatlar (Broken Wings)
(Aşağıda orjinali PDF olarak verilen İngilizce versiyonundan kısaltılarak tercüme edilmiştir.)

Belki size sorulsa, çocukluk ve gençlik yıllarınızdan, özgürce ve tasadan uzak yaşanılan bir dönem, bir “altın çağ” olarak bahsedersiniz. Oysa ben, bir tohum olarak düşüp yüreğimde büyüyen, aşkın gelip yüreğin kapılarını açana kadar bilgi ve hikmet dünyasına giden bir yol bulamadığım, bir “sessiz keder” dönemi olarak anarım o yılları. Aşk oldu bana, dil ve gözyaşlarını sağlayan. Aşk diye seslendiğimiz şey nedir? Söyleyin bana, bütün anlayışlara sızan ve çağlarda gizli olan o sır nedir? Aşkı tarif eden herkes kendi umutlarını ve korkularını bıraktı önüme sır olarak. O anda tapınağın içinden gelen bir ses duydum: “Yaşam iki yarıya ayrılmıştır: Biri donar biri yanar; yanan yarı, Aşktır.” Bunun üzerine tapınağa girdim, sevinçle diz çökerek dua ettim: “Tanrım beni yanan alevin besleyicisi yap… Tanrım beni kutsal ateşine at…”

Selma Karami beden ve ruh güzelliğine sahipti, ama onu hiç tanımamış birine nasıl anlatabilirim ki? Hangi sözcük, hem içindeki büyük ızdırabı hem de ilahi bir çoşku ifadesini yansıtan yüzünü tarif edebilir ki? Öyle bildik bir yüz güzelliği değildi Selma’nınki; bir ressamın fırçasıyla ya da heykeltraşın keskisiyle ölçülüp çizilemeyecek, kopyalanamayacak, adeta bir rüyada vahiy görmeye benziyordu. Selma’nın zarafeti altın sarısı saçlarda değil, o saçları çevreleyen saflığın erdeminde; iri gözlerinde değil, onlardan yayılan nurda; kızıl dudaklarında değil, sözlerinin tatlılığında; fildişi rengi boynunda değil, başının hafifçe öne eğik duruşundaydı. Kusursuz görünüşünde de değildi, ama yerle gök arasında beyaz bir meşale gibi yanan ruhunun asaletindeydi. Güzeliği, şiirsel bir hediye gibiydi. Selma çok konuşmaktan pek hoşlanmaz ve derin düşüncelere bırakırdı ruhunu; sükuneti insanı, rüyalar alemine sürükleyen, kendi yüreğinin ahenkli atışını dinleten, önünde durup gözlerinin içine bakarken düşünce ve duygularının izlerini karşısında görür hale getiren bir tür müzik gibiydi. Hüzün onun ruhuyla benimkini, sanki ikimiz de diğerinin yüzünde yüreklerimizde hissettiklerimizi görmüş ve gizli bir sesin yankılarını işitmiş gibi, birbirine bağlamıştı. Tanrı iki vücudu tek hale getirmişti, ayrılık artık acıdan başka bir şey getirmezdi. Kederli ruhlar birbirleriyle karşılaştıklarında, bir olduklarında huzur bulurlar. Hüzünle bir araya gelen elleri, mutluluğun ışıltısı da ayıramaz birbirlerinden. Aşk eğer gözyaşlarıyla yıkanmışsa, saflığını ve güzelliğini sonsuza kadar koruyacaktır.

Ağaçlarla çevrili, sessizliğin, aşkın, güzelliğin ve erdemin birlikte oturduğu güzel evinde, gece vakti Selma ile yalnız kalmam Tanrı’nın arzusu olmalıydı. Her ikimiz de diğerinin konuşmasını bekleyerek sükunetimizi koruyorduk, fakat bu iki ruh anlaşabilmek için konuşmaya ihtiyaç duymuyordu. Gönülleri bir araya getiren şey sadece dudaklardan ve dilden dökülen kelimeler değildir. Yüreğin söyledikleri dilin söylediklerinden daha yüce ve saftır. Sükunet ruhu bedenden alır, ruhlar alemine uçurur ve Tanrıya yaklaştırır; bedenlerimizin birer zindandan başka bir şey olmadığını ve bu dünyanın aslında bir sürgün yeri olduğunu fark etmemizi sağlar. Selma, “hadi bahçeye çıkıp ağaçların altında oturalım, dağların ardından ayın doğuşunu seyredelim” dedi. “Ay tamamen yükselip bahçeyi aydınlatana kadar burada kalsak daha iyi yapmış olmaz mıyız” diye sordum. Ve, “Gecenin karanlığı yalnızca ağaçların ve çiçeklerin üzerini örtmüştür. Hiçbir şey göremeyiz.” diye ekledim. “Gecenin karanlığı ağaçlarla çiçekleri gözlerimizden gizlese de kalplerimizdeki aşkı saklayamayacaktır” dedi Selma. Söylediklerinden pişman olmuşcasına, büyülü bakışlarıyla sözcükleri kulaklarımdan silmek istermiş gibi bana baktı. Evrendeki her büyük ve güzel şey, tek bir düşünceden ya da duygudan doğmuştur. Günümüzde gördüğümüz, geçmişten bugüne yapılan her şey, ortaya çıkmadan önce, bir erkeğin aklında bir düşünce ya da bir kadının yüreğinde bir duyguydu. Gecenin birinde,  aklınıza gelen bir düşünce, bir bakarsınız, sizi zafere götürür ya da sürgüne gönderir. Selmanın o gece sarf ettiği sözler beni, okyanus ortasında yapayalnız kalmış bir gemi gibi, geçmişimle geleceğim arasında bir yere demirlemişti. Biz bahçeye çıkıp, yasemin ağacının yanındaki bir banka sessizce oturup, uyuyan doğanın nefes alış verişlerini dinler ve Tanrı’nın mavi gökyüzündeki gözleri oyunumuza şahitlik ederken, bahçedeki çiçeklerin eşsiz kokuları da esen yele karışmıştı. O gece Lübnan’ı bir şairin gözünden, yarı düş yarı gerçek bir şekilde seyrettim. Bir şeyin görüntüsü, duygular doğrultusunda değişir; böylece biz nesnelerin içlerindeki güzelliği ve büyüyü görebiliriz; işte o anda bu sihir ve zerafet aslında bizim kendi içimizdedir.

Selam bana bakarken, “Bu kadar sessiz olmanın nedeni ne? Neden bana geçmişinden bahsetmiyorsun?” diye sordu. “Bahçeye geldiğimizde sana söylediklerimi duymadın mı?” dedim, karşılık olarak. “Sükunetin ezgilerini ve çiçeklerin fısıltılarını işitebilen ruh, yüreğimin haykırışını, ruhumun feryadını da duymuş olmalı.” diyerek devam ettim. “Evet haykırışını duydum, gecenin bağrındaki sesi, günün yüreğinden gelen yakarışı duydum.” dedi. “Ben de seni duydum.” dedim. İşitince bu sözleri, gözlerini kapattı ve dudaklarında neşeyle hüznün birbirine karıştığı bir gülümseme eşliğinde, sessizce fısıldadı: “Artık göklerden daha yüksek, okyanuslardan daha derin, yaşamdan, ölümden ve zamandan daha garip bir şey olduğunu biliyorum. Bizim hikayemize kim inanır ki, şu anda şüphelerimizden arındığımıza?” “İnsanlar hikayemize inanmayacaktır, çünkü onlar mevsimlerin yardımı olmadan gelişip açan tek çiçeğin aşk olduğunu bilmezler. Biz daha doğmadan önce ruhlarımızı bir araya getiren Tanrı’nın eli, bizi günler ve geceler boyunca birbirimize mahkum etmedi mi?” diye karşılık verdim. Aşkın uzun süren arkadaşlıktan ve sabırla icra edilen kurlardan sonra yaşanacağı fikri doğru değildir. Aşk ruhsal bir yakınlaşmanın ürünüdür ve o yakınlık ilk anda kurulmazsa, yıllar hatta çağlar sonra bile kurulması mümkün değildir. Saçlarımda ellerini gezindirdiği sırada saç diplerimde gecenin esintisine karışan bir elektriklenme, bir titreşim hissettim. Bir türbenin mihrabını öpmekle kutsanan sofu bir inançlı gibi Selma’nın elini tuttum, yanan dudaklarıma götürdüm ve anısı yüreğimi eriten, tatlılığı ruhumun bütün erdemlerini uyandıran uzun bir öpüş kondurdum.

Doğu’nun din adamları, almaktan çok vermekten memnun olan cömert kişiler değildir. Aksine, tüm uğraşları, aile üyelerini/akrabalarını güçlü, egemen ve zalim insanlar haline getirmeye yöneliktir. Hristiyanların piskoposları, müslümanların imamları ve brahmanların rahipleri avını dokunaçlarıyla yakalayıp bir sürü ağzıyla kanını emen deniz canavarları gibidir. Piskopos yeğeniyle evlendirmek için Selma’yı istediğinde Faris Efendi’den aldığı tek cevap derin bir sükunet ve gözyaşı oldu, çünkü Faris Efendi tek çocuğunu da kaybetmek istemiyordu. Ancak Faris Efendi piskoposun isteğine arzu etmese de olumlu cevap vermek zorunda kaldı. Lübnan’da kimse piskoposa karşı çıkamaz, onun isteğini yerine getirmeyen hiç kimse itibarını koruyamaz, büyük güçlüklerle karşılaşırdı. Selma için kader işte böyle ördü ağlarını ve onu da aşağılanmış bir köle gibi, doğunun zavallı kadınları arasına sürükledi. Beyrut kentinde geleceğin doğulu kadınının simgesi olan Selma Karami, çağının ilerisinde yaşayanların çoğu gibi, bugünün kurbanı oldu ve yenilmişlerin oluşturdukları kederli gruba katıldı.

Selma: Peki ya şimdi ne yapacağız sevgilim?
- Nasıl olmamı istiyorsan öyle olacağım
Selma: Beni kendi hüzünlü düşüncelerini seven bir şair gibi sevmeni istiyorum. Beni, bir annenin, daha ışığı görmeden ölen çocuğunu hatırlaması gibi anımsamanı istiyorum. Bana eşlik etmeni, babamı ziyaret edip yalnızlığında teselli etmeni istiyorum.
- Söylediklerinin hepsini yapacağım. Ruhum seninkine bir zarf, yüreğim güzelliğine bir yuva, bağrım kederlerine mezar olacak.

Selmanın elini tutup dudaklarıma götürürken bana yaklaştı ve alnımı öptü, gözlerini kapatıp yavaşça fısıldadı: “Ah tanrım, bana merhamet et ve kırık kanatlarımı iyileştir.”

Mansur Galip Bey ve Selma evlenmişti ve bütün zenginlerin oturduğu Beyrut’ta güzel bir evde birlikte yaşıyorlardı. Çok eski küçük bir tapınak vardı Beyrut’ta. Pek az kimsenin varlığından haberi olduğu o tapınakta ayda bir kez Selma ile gizlice buluşuyor, eski günleri yad ediyor, bugünümüzü tartışıyor, geleceğimizden korkuyor, hayaller, umutlar ve hüzünlü düşlerle kendimizi avutuyorduk. Sohbetlerimiz yalnızca aşk üzerine olmuyor, arasıra güncel konulara dalıp görüş alışverişinde bulunuyorduk. Bizi görmelerinden çekinmiyor, korkmuyorduk onlardan ve vicdanımız da rahatsız olmuyordu. Ateşle temizlenen, göz yaşlarıyla yıkanan ruh, insanların ayıp ve yüz karası dedikleri şeylerden daha yücedir; kölelik yasaları ve insan yüreğinin sevgisine karşı olan eski adetlerle kısıtlanamaz. O ruh Tanrı’nın tahtı önünde utanmadan, gururla durabilir. Yedi asır boyunca insan toplum, üstün ve ölümsüz kanunların anlamını yitirmesine, yozlaşmasına karşı koyamadı. İnsanın gözleri mumların karanlık ışığına alışınca, gün ışığını göremez. Kocasının evini bırakıp tapınakta benimle gizlice buluştuğu için Selma Karami’yi kötüleyenler erdem yoksunu ve zayıf iradeli insanlardır. Onlar sağlıklı olanlara asi gözüyle bakar. İçine atıldığı zindanın parmaklıklarını kırabilecek gücü varken bunu yapmayan mahkum korkaktır. Masum ve ezilen bir mahkum olan Selma kendini kölelikten kurtaramıyordu. Zindanının penceresinden yeşil kırlara ve engin gökyüzüne bakması ayıp mıydı? Bırakın ne derlerse desinler. İnsanlar, hakkımda istediklerini söyleyebilir, ölümün ürkütücülüğünü gören bir ruh için, hırsızların yüzleri korkutucu olamaz.

Haziran sonunda bir gün, her zaman olduğu gibi Selma ile buluşmak için tapınağa gittim. Selma elini başıma koydu ve şöyle dedi: “Yanıma yaklaş, gel sevgilim, gel de susuzluğumu gidereyim, çünkü vakit ayrılık vaktidir.” “Piskopos burada buluştuğumuzu anlamış mı?” diye sordum. Yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla Selma “Kuşkulanmış ve emrindeki herkese beni yakından izlemelerini söylemiş. Piskopostan kormuyorum, çünkü suda boğulanı ıslaklık korkutmaz, ama tuzağa düşmenden, av olmandan korkuyorum, daha gençsin, gün ışığı kadar özgürsün. “ diye cevap verdi. İsyan edercesine elini tuttum: “Gel selma, gel de fırtınanın önünde kaleler kadar güçlü olalım. Baştan beri, çok uzun zamandır insanların isteklerine göre davrandık, tanıştığımızdan beri körler tarafından yönetildik ve onlarla beraber onların putları önünde diz çöktük, tapındık. Bu ülkeden, bu ülkenin esaret ve cahilliğinden kaçıp uzaklara, hırsızların ellerinin ulaşamayacağı başka diyarlara gidelim.” Selma: “Aşk bana, seni kendimden bile korumayı öğretti. Bu tapınağa korkmuş bir hayalet gibi gelirdim, ama bugün fedakarlığın gerekliliğini hisseden, acıya katlanmanın değerini bilen, sevdiğini cahil insanlardan ve kendi aç ruhundan korumak isteyen cesur bir kadın olarak geldim. Umarım vedamız da aşkımız gibi yüce ve onurlu olacak.”

Selma doğum sancılarıyla yaşamla ölümün çarpıştığı yatağa uzandığında aylardan nisandı. Şafak vakti bir erkek bebek doğurdu. Bebek şafak vakti doğmuş güneşin batışıyla ölmüştü. Bir düşünce gibi doğmuş ve bir hıçkırık gibi ölüp bir gölge gibi kaybolmuştu. Bu, insan yaşamıdır, ulusların yaşamıdır, güneşlerin, ayların ve yıldızların yaşamıdır. Selma çocuğa sarıldı, sonra yüzünü duvara doğru çevirdi ve ölü bebekle konuşmaya başladı: “Sen beni uzaklara götürmeye geldin çocuğum, kıyıya giden yolu göstermeye geldin. Buradayım çocuğum, al beni, buradan, bu karanlık zindanın içinden birlikte çıkalım.” Ve işte tam o anda, kudretin nuru perdeleri aşıp yatağa uzanmış halde olan, sükunetin derin onuruyla korunan ve ölümün kanatlarının gölgelediği iki dingin beden üstüne çöktü.

Ertesi gün, iki ceset tek tabutta taşındı.



The Broken Wings

You speak of those years between infancy and youth as a golden era free from confinement and cares, but I call those years an era of silent sorrow which dropped as a seed into my heart and grew with it and could find no outlet to the world of Knowledge and wisdom until love came and opened the heart's doors and lighted its corners. Love provided me with a tongue and tears.
more
PDF

GEZGİN
Çeviren: SİBEL ÖZBUDUN
PDF





[1] Irfan Shahid, Gibran Kahlil Gibran Between Two Millennia, The Unaugural Farhat J.Ziadeh Distinguished Lecture in Arab and Islamic Studies, 2002
[2] Sultan Şimşek, İslam Kültürünün Mehcer Edebiyatı Üzerinde Etkisi, İ.Ü. Şarkiyat Mecmuası Sayı 19 (2011-2) 91-101

[3] Bülent Korkmaz, Modern Arap Edebiyatında Kadın Yazarların Doğuşu, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 54, 1 (2014), 61-80

[4] Sultan Şimşek, Cibran Halil Cibran’ın Eserlerinde Beşeri ve Evrensel Sevgi, Bu makale, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümünce düzenlenen “Cibrân Halîl Cibrân’ın Ölümünün 80. Yıl Dönümü Münasebetiyle Doğu edebiyatında Göç Olgusu” adlı III. Uluslararası Doğu Dilleri ve Edebiyatları Sempozyumu’nda sunduğumuz “ Bir Hayat Kâşifi Cibrân Halîl Cibrân’ın Eserlerinde Sevgi Kavramı” başlıklı bildirinin geliştirilmiş ve genişletilmiş halidir.

[5] http://www.gibrankhalilgibran.org/AboutGebran/Biography/
[6] N.Naimy, The Mind and Thought of Khalil Gibran,  Journal of Arabic Literature, Vol. 5 (1974), pp. 55-71, Published by: BRILL