“Öt sen, öt, kardeş sesin
Sulara rüzgârlara karışsın
Zalim ürksün sağır
işitsin
Öldürmeyeceksin!”
Öldürmeyeceksin!”
Necati Cumalı
Her şeyden önce, ölüm cezası hakkında “istikrarlı”
bir tutum alabilmek için, en uç örnekteki suçlar ve failler hesaba katılmalı; vahşice
işlenen bir cinayet, bombayla onlarca/yüzlerce insanın canına kıyılması ve en
nefret ve tiksinti uyandıran suç tipleri ve sanıkları hatırda tutulmalıdır. Zira
idam tartışmasını gündeme taşıyan/alevlendiren genellikle bu tür öfke uyandıran
bir güncel olay/suç olmaktadır. Örneğin Türkiye’de idam, Özgecan Aslan cinayeti
ve “darbe girişimi” sonrası yeniden gündeme gelmiştir/getirilmiştir. Diğer bir
husus da, ölüm cezasına karşı olmanın, bu en uç suç tiplerinin sanıkları
hakkında “cezasızlık” savunusu anlamına gelmediğinin sürekli akılda tutulması
gerektiğidir. Çünkü bu tür suçlarda fail, ölüm cezasına yer verilmeyen bir cezalandırma
sistemi söz konusuysa, müebbet ve/veya ağırlaştırılmış müebbet hapis ile cezalandırılabilmektedir.
Dolayısıyla tartışma, yalnızca, failin “yaşamına son verilip verilmemesi” meselesi
üzerinedir. Ve her meselenin olduğu gibi
ölüm cezası konusunun da çeşitli boyutları/yönleri bulunmaktadır. Bununla
birlikte, tartışmanın, esas olarak, “toplumu savunmak” ve “bireyin yaşam hakkı”
olmak üzere iki ana eksende yürüdüğü söylenebilir.
Yaşam Hakkı
Almanya’da,
17.yüzyılda, tek bir ceza yargıcının ölüme mahkûm ettiği kimselerin sayısı
20.000’i geçmekte; 18. yüzyılda Bavyeranın bir tek bölgesinde 1748 ile 1776 arasında infaz edilen ölüm
cezalarının sayısı 1.100’ü bulmaktadır. Böyle bir tarihsel durumda/ortamda
Beccaria, ölüm cezasının ilgası fikrini, "Suçlar ve Cezalar" adlı eserinde
savunmuş; bu cezanın, hiç bir hukukî temeli bulunmadığını, olsa olsa, bazen,
ferdin vücudunun ortadan kaldırılmasının toplumun muhafaza ve müdafaası için
faydalı olacağı yolundaki -fiilî ve pratik denilebilecek- bir mülâhazaya dayandırılabileceğini
öne sürmüştür. Daha sonra Beccaria, ölüm cezasının, normal şartlarda, toplum
için, zorunlu ve faydalı da olmadığını göstermeğe çalışmış ve hiç bir hukukî
esası ve pratik faydası bulunmayan bu cezanın kaldırılması gerektiğini iddia
etmiştir. Beccaria'nın fikirleri, kendi yaşadığı 18. yüzyıl “insanî felsefesine
ve oradan da bütün müstakbel asırlara tesir etmiştir”. Fransa'da, ansiklopedistler, İngiltere'de
Bentham, Amerika'da Franklin, Beccaria'nın fikirlerini benimserler. Fakat ölüm cezasının kaldırılması lehindeki
bu cereyan, 19. Yüzyılın sonlarında duraklamış, ve hatta yerini, bilhassa bazı
suçlar için, cezaların ağırlaştırılması
gerektiği fikrine bırakmıştır. Bu değişiklikte, çeşitli bilim kollarında varılan neticelerle Darwin teorisinin etkisi
olduğu ve artık tartışmanın zemininin “toplumun
savunması” eksenine kaydığı belirtilmektedir: ”Tecrübî ilimlerin, antropoloji, etnografya, sosyoloji ve istatistiğin
inkişafı ve Darwin ve pozitivistlerin nazariyelerinin tesiri ile ölüm cezasının
leh ve aleyhinde bir takım hissi ve nazari mütalâalar ileri sürülmekten
vazgeçilmiş, ve mesela cemiyetin müdafaası bakımından ölüm cezasının uygun olup
olmadığının tetkiki gibi pratik ve realist bu sahaya intikâl ettirilmiştir.
Darwin'in istifa nazariyesi ve cemiyete intibak etmeyenlere karşı
cemiyetin korunması fikri ile ölüm cezası arasında bir yakınlık müşahede
edilmiştir. Diğer taraftan, yeni yeni doğmakta olan cinai istatistik ilmi
sayesinde suçlarda müşahede edilen artış, cezanın kifayetsizliğine atfedilmiş
ve böylece, cezaların kifayetsizliği neticesinde suçlarda vukubulduğu
kabul edilen bu artıştan ölüm cezası lehinde
neticeler çıkarılmağa başlanmıştır” (Demirel, 1955).
Günümüzde “yaşam hakkı” argümanı, “ölüm cezasının
infaz biçimleri” ve “devletin yaşamı koruma ödevi” kapsamında ileri
sürülmektedir. Buna göre ölüm cezasının yerine getiriliş çesitlerinin hepsi
insan onurunu, diğer bir ifadeyle yaşam hakkının insan onuru
çekirdeğini zedelemektedir dolayısıyla bu cezayı yerine getirenler bakımından
Devletin insan onuruna aykırı bir davranışı söz konusudur. Öte yandan devletin
yaşamı koruma ödevi, devleti, yaşamı koruma ve gözetmekle yükümlendirmektedir. Ayrıca bu tür temel hak zedelenmeleri, diğer
temel haklardan farklı olarak daima giderilmesi olanaksız zedelemelerdir. Sonuç
olarak “yaşam hakkı”, ölüm cezasını kaldırma konusundaki bir gerekçe olarak, yaşam
hakkının ve insan onurunun mutlak anlamda korunması zorunluluğunu
ifade etmektedir. Buna karşı, suçlunun cinayet işlediğinde
kendi yaşama
hakkını kaybettiği ve bu nedenle hayatını yaşamaya layık olmadığı iddia edilmektedir. (Gören,
2006).
John P. Conrad’ın başını çektiği idam cezası karşıtları, idam cezasıyla
devletin, aslında “yanlış” olarak nitelendirilen bir hareketi (öldürmek) bizzat
kendisinin gerçekleştirdiğini vurgularlar. Bu iddiaya cevaben, öldürme
eyleminin her koşulda eşit olarak değerlendirilemeyeceği, nasıl ki bir savaşta
düşman ordusunun askerlerini öldürmek ya da meşru müdafaa (nefsi müdafaa)
hakkına dayalı olarak adam öldürmek hukuk sistemlerinde suç kabul edilmiyorsa,
idam cezasının da adam öldürme kapsamına girmediği ifade edilmektedir: “Zira bu temel kuralın dayanağı, masum bir
insanının haksız şekilde öldürülmesidir. Oysa idam cezası alan mahkûmlar, masumiyetlerini
kaybetmiş ve suçlulukları ispatlanmış kişiler oldukları için, onların
öldürülmeleri masum insan öldürmekle aynı kefeye konulamaz. Ayrıca, bu
masumiyet ayrımının yapılmaması durumunda tüm cezalandırma yöntemleri anlamsız
olacak, zira cezalandırma yanlışa yanlışla karşılık vermek anlamına gelecektir.” [1]
“Yaşam hakkı” bakımından yapılan
masum/suçlu ayrımı olsun, örnek verilen “meşru müdafaa ve savaş hali” olsun
tartışılması gereken konulardır. Her şeyden önce meşru müdafaa, saldırıyı
savuşturmaya yönelik ve saldırıyla orantılı bir savunma hakkıdır. Örneğin
defedilmiş bir saldırı sonrası saldırganı yakalayıp öldürme hakkı vermez. Oysa
ölüm cezası, devletin saldırı esnasında ve hatta saldırganın yakalanması
sırasında öldürmesinden farklıdır. Dolayısıyla ölüm cezası, hem meşru müdafaa
hem de savaş halinden ayrı, benzerliklerinden daha çok farklılıkları olan bir
duruma işaret eder. Keza masum/suçlu ayrımı da, ölüm cezasının yalnızca “cinayet”
suçuna özgü olduğunu varsaymakta ve esas olarak “kısas ve kefaret/ödetme”
saikiyle ilişkili görünmektedir. Oysa ölüm cezası sadece cinayet suçuna özgü
olmadığı gibi, hangi suçlar bakımından kabul edilip edilmediği ve gelecekte
kapsamının genişletilip genişletilmeyeceği konjonktüre bağlı olarak
değişebilir. Kaldı ki, birey bakımından “intihar etmek” bir hak olarak kabul
edilmezken, kurumsal iktidara ölüm cezası kapsamında öldürme yetkisinin
verilmesi, bireye tanınan en temel bir hakkın, istisnai bir hakka dönüşmesinin
yolunu açabilir.
Toplumu Savunmak
Ölüm cezasına toplumu savunma eksenli
yaklaşımda, tartışma, cezalandırmanın fonksiyonları üzerinden yürütülmektedir. Ceza
politikası bakımından “bütünleştirici yaklaşım”, cezanın; misillemeci,
caydırıcı ve ıslah edici fonksiyonlarının birlikteliğine
vurgu yapmaktadır. Cezalandırma, suçlunun toplumla yeniden bütünleşmesini
amaçlamakta, bununla eş zamanlı olarak da, suçluya işlediği
suçtan dolayı misillemede bulunmakla cezalandırılma yoluna gidilmesi, toplumun yatışmasını
sağlamayı
hedeflemektedir. Bu arada da, yeniden sosyalleştirici çalışmalarla,
potansiyel suçluların ıslah edilmesi/yeniden suç işlemeyecek bir hale
getirilmesine çalışılmaktadır (Kızmaz, 2005).
Ölüm
cezası açısından faili “ıslah etme” fonksiyonu söz konusu olmadığından cezanın potansiyel
suçlular bakımından “caydırıcılık” ve fail bakımından “misilleme/ödetme”
etkileri tartışmanın odak noktasını oluşturmaktadır. Ölüm cezasının caydırıcı
etkisinin olup olmadığına ilişkin tartışmada genel olarak psikolog ve
kriminologlar caydırıcı bir etkinin söz konusu olmadığını iddia ederken,
ekonometrik (istatistik) çalışmalar bunun aksini savunmaktadır (Dezhbakhsh vd.
, 2003). Caydırıcılık kapsamında
ekonomist Ehrlich tarafından gerçekleştirilen çalışmada, 1933’ten 1969 yılına kadar
ABD’de işlenen
cinayet suçları oranı ile idamlar arasındaki ilişki açıklanmaya
çalışılmıştır. Ehrlich, ölüm cezaları ile adam öldürme oranları arasında ters
bir ilişki
tespit etmiş, ölüm cezasının sıklıkla
uygulandığı bölgelerde cinayet oranın daha az işlendiği
bulgusunu
saptamıştır. Buna göre, her gerçekleşen
bir idam, yedi veya sekiz cinayeti engelleyecek şekilde
etkili olmaktadır (Kızmaz, 2005). Bu kapsamda yapılan bir başka
çalışmadaysa, her bir idamın yaklaşık on sekiz potansiyel kurbanın hayatını
kurtardığı savunulmaktadır (Dezhbakhsh vd. , 2003).
Bununla birlikte, suç oranları üzerinde ceza
yaptırımının etkisini gösteren bu tür araştırmalar sorgulanmakta, yaptırım tehdidinin
caydırıcı etkisi ile kriminal yoğunluk arasındaki ilişkiyi
saptamaya yönelik araştırma bulgularının her zaman birbirleriyle örtüşmediği
dile getirilmektedir. Başka bir deyişle bazı araştırmalar,
suça eğilimli
olanlar üzerinde yaptırım tehdidinin caydırıcı etkisinin düşük
olduğunu
ortaya koyarken, bazı araştırmalar da güçlü bir etkiyi saptamıştır.
Ayrıca farklı gruplardaki caydırıcılık etkisi de, cezalandırmanın kesinliği
ve sertliğine göre değişkenlik
arz etmektedir (Kızmaz, 2005).
Genelde idam cezasını rasyonelleştirmeye çalışan “retribution
theory” gibi anlayışların “lex talionis” prensibine dayalı olduğu
görülmektedir. Hammurabi kanunlarıyla özdeşleşen lex talionis,
“göze göz, dişe diş” anlayışının hukuktaki yansımasıdır. Buna göre; yol açılan
zarar, suçlu kişiye aynı şekilde ödettirilmelidir. Lex talionis’in
altın kuralı, başkalarına size yaklaştıkları şekilde ve eşitlik esasına dayalı
olarak davranmaktır. retribution teorisi, insanın davranışlarının
sorumluluğunu alabilecek şekilde rasyonellik yetisine sahip olduğu ve eşitliğin
korunmasına yönelik düzenlemelerin yapılması noktalarından hareketle, idam
cezasını savunmaktadır.[2]
İdam cezasını savunanların
caydırıcılık (ölüm cezası gelecekteki cinayetleri önler) ve misilleme (adil bir
toplum öldüren için ölüm cezasını gerektirir) argümanlarına karşı; idama karşı olanlar,
masumiyet (masumu infaz etme riski, ölüm cezasının kullanılmasını engellemelidir)
ve keyfilik/ayrımcılık (ölüm cezası haksız yere/biçimde uygulanabilmektedir)
argümanlarını öne sürmektedir. Örneğin 1762’de Fransa’da idam edilen Jean
Calas’ın sonradan masum olduğu anlaşılır. Her ne kadar masum sanığın idamına
yönelik az sayıda ampirik çalışma olsa da, bir çalışmada sanıkları idam edilen
ancak daha sonra masum oldukları anlaşılan 350 dava örneği verilmektedir (Bedau
ve Radelet, 1987).
Sonuç olarak ölüm cezasından yana olanlar onun ürkütücü, korkutucu
ve yıldırıcı etkisini savunmakta, ancak bu etki ampirik (deneysel) olarak
kanıtlanamamaktadır. Buna göre ölüm cezası suçluları caydırır, suçluların ölüm
cezası ile cezalandırması ileride onların yeniden suç işlememesini
sağlar;
aksi durumda örneğin suçlunun ömür boyu hapis cezası ile cezalandırılması
halinde, hapishanede yeniden diğer bir suçluyu veya hapishane personelini
öldürebilir. Buna karşı, ölüm cezasının kaldırılmasını savunanlar, hatalı
kararların yerine getirilmesi durumunda eski hale getirmenin olanaksız olmasına
ve cezanın, suçlunun iyileştirilmesi ve topluma kazandırılması amacına
doğal
olarak ölüm cezası ile ulaşılamayacağına vurgu yaparlar. Yavaş olsa da, ölüm cezasının suç işlemeyi engellemediği ve hiçbir rasyonel hukuk
sisteminin yargısal hatalardan arındırılmış
olmadığı anlaşılmaya başlanmıştır (Gören, 2006). ABD’de ünlü
“The Ox-Box Incident” romanına ve filmine de konu olan yanlışlıkla masum
insanların idam edilmesi olasılığı, idam cezası karşıtlarının en güçlü oldukları
noktadır. Zira tüm gelişmiş imkânlara rağmen, hukuk sistemlerinde suçluluk
yargıç ve/veya jürinin kararına göre, dahası birçok ülkede avukatların
performanslarıyla da doğrulu orantılı olarak belirlenmektedir. Ayrıca yasal
düzenlemelerin ve bu düzende yer alan kimselerin mutlak bir dürüstlük
göstermeleri ve daima doğru kararlar almaları da her zaman beklenemez.[3]
Yeniden “Yaşam Hakkı”
Girişte söylendiği gibi, idam cezası
hakkında düşünürken, en korkunç/vahşi suç tipleri ve sanıklar hatırda
tutulmalı. Ancak, buna ek olarak, kendimizi yalnızca bu suçların mağdurları
veya mağdur yakınları değil, failleri ve fail yakınları olarak da hayal etmeli.
Fakat tavır belirlerken/tutum alırken bu her iki husus da göz ardı edilmeli.
Zira Beccaria’nın da belirttiği gibi “ölüm cezası”nın hukuki bir temeli olmadığı
gibi, “toplumu savunma” gibi çok genel ve soyut bir argümana dayandırılamaz
ve bu argümanın altı “bilimsel” çalışmalarla/kanıtlarla doldurulamaz. Kanıtlanamayan
caydırıcılık tezinden ziyade asıl saikin kısas ve ödetme olduğu göz ardı
edilemez ve buna karşı ileri sürülen “masumiyet” ve “keyfiyet” argümanları çok
daha somut/gerçek temellere sahiptir. Ancak hepsinden önemlisi, ölüm cezası
bakımından asli olan, sınırlı/koşullu istisnalarıyla “yaşam hakkı”dır. Aksi
durumda sınırlı ve istisna düzeyine indirgenmiş bir “yaşam hakkı”yla yetinmek
durumunda kalınır. Teorik olarak ısrar edilmeyen, bir ölçüt olarak başvurul(a)mayan
bir “yaşam hakkı”; pratikteki ihlal ve olumsuz durumların da, belki de, en önemli
nedeni olarak görülmelidir.
Kaynakça
Hugo
Adam Bedau ve Michael L. Radelet, Miscarriages of Justice in Potentially
Capital Cases, Stanford Law Review, Vol. 40, No. 1 (Nov., 1987), pp. 21-179
Hashem
Dezhbakhsh, Paul H. Rubin ve Joanna M. Shepherd, Does Capital Punishment Have a
Deterrent Effect? New Evidence from Post-moratorium Panel Data, American Law and Economics Review
Zahir
Kızmaz, Ceza veya Kriminal Yaptırımın Suç Oranları
Üzerindeki Caydırıcı Etkisi, Afyon Kocatepe Üni. Sosyal Bilimler Dergisi, 7/2,
2005
Zafer GÖREN, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi Yıl:5 Sayı:10 Güz 2006/2 s.67-97
Hakkı Demirel,
Ölüm Cezası, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, 1955, Cilt 12, Sayı 1-2